Beyda Yıldız: Ölüm karşısında her insan acizdir

Beyda Yıldız'la ilk romanı 'Duasız ve Törensiz'i konuştuk. Yıldız, "Bugün ellilerini süren bir kuşağın, heba olmuş çocukluk ve gençliğini anlatmaya çalıştım" dedi.

Abone ol

DUVAR - Beyda Yıldız’ın ilk romanı 'Duasız ve Törensiz', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Siirt’ten Almanya’ya göç etmek zorunda kalan Neval’in büyük aşk beslediği Hasan’ın kaybıyla yaşadığı yasa odaklanan roman, bellek ve kayıp temaları etrafında geziniyor.

Evrensel'de ve çeşitli yayınevlerinde editörlük, gazetecilik yapan Beyda Yıldız'la 'Duasız ve Törensiz'i konuştuk.

Kitabınız Marguerite Yourcenar’ın "İnsan, hayatındaki her büyük olay karşısında bakirdir. Acımla nasıl başa çıkacağımı bilememekten korkuyorum" atfıyla başlıyor. Aslında tüm romanı, romanın baş karakteri Neval’in ruh halini özetleyen bir atıf. Ne dersiniz?

Kesinlikle öyle. Neval romanın diğer önemli karakteri Hasan’ın kaybıyla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. Romanın Almanya’da geçen sahnelerinde acısıyla neden başa çıkamadığını anlamaya ve anlatmaya çalışıyor Neval sürekli olarak. Belki de bunun en önemli sebebi Hasan’ın arkasında bıraktığı sorular... Köydeki çocuklukları ve ilk ve ortaokul yılları birlikte geçiyor Hasan ve Neval’in. Ancak lise yıllarından sonra aralarına mesafeler giriyor. Neval, İstanbul’da bir cumhuriyet kızı olarak yetişiyor. Hasan ise Diyarbakır’da kalıyor. Ara sıra telefonda yaptıkları konuşmalar var. Hasan’ın Neval’e anlattığı hikayeler var. Yazın bir araya geldiklerini görüyoruz. Ancak üniversite yıllarında Hasan’ın tamamen ortadan kaybolduğunu görüyoruz. Neval bu kaybın izlerini sürmeye başlıyor.

'ROMAN, ESAS OLARAK ÖLÜM KARŞISINDA İNSANIN NE KADAR ÇARESİZ KALDIĞINI ANLATMAYA ÇALIŞIYOR'

Neval, Hasan’ı bulmak umuduyla tıp fakültesindeki öğrenciliğini bırakıp çocukluklarının geçtiği Siirt’in Dağdöşü köyüne dönüyor hatta. Sekine Nine’sinin Hasan’ın öldüğünü söylemesine rağmen onu aramaktan vazgeçmiyor. Ta ki bir gün Hasan’ın mezarına gitmeye karar verdiği güne kadar...

Neval köye döndüğü ilk günden itibaren Hasan’ı arıyor, evet. Üstelik kendisine Hasan’ın öldüğü söylenmesine rağmen. Neval, Hasan’ın ölümünü kabullenemiyor bir türlü. Romanın köyde geçen sahnelerinde Neval’in Hasan’ın mezarına gitmeye çalıştığını ancak her defasında bunu başaramadan köpeği Garip eşliğinde eve döndüğünü görüyoruz. Neval kaybını kabullenmekte zorlanıyor, bu gerçekle baş edemiyor bir türlü. Her insan ölüm karşısında acizdir. Roman, esas olarak ölüm karşısında insanın ne kadar çaresiz kaldığını anlatmaya çalışıyor.

Beyda Yıldız

'YATILI OKULLAR, TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK YARALARINDAN BİRİ'

Romanın bir kısmı Almanya’da, bir kısmı Siirt’in Dağdöşü köyünde ve bir kısmı da yatılı bölge okulunda geçiyor. Burada Neval’in sürekli olarak belleğini yoklayarak geçmişe yolculuk yaptığını, böylelikle Hasan’ın kaybını anlamaya çalıştığını görüyoruz.

Bellek, geçmişi saklama, yeniden anımsama ve geri çağırma yetisiyse Neval de bunu yapıyor sık sık. Almanya’da Hasan’ın ölümünün sebeplerini anlamaya çalışırken geçmişine, bellek mekanlarına uğruyor. Bu mekanlardan en önemlisi Siirt Yatılı Bölge Okulu. Ülkemizin en büyük yaralarından biri olan ancak açtığı yaralar henüz yeterince konuşulmamış yerlerden biridir bu okullar.

Yatılı Bölge Okulları uzunca bir süre bölgede faaliyet gösterdi. 1970’li yılların sonundan itibaren tüm 80’ler ve 90’lar boyunca Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarının tırnak içerisinde tımar edilmeye çalışıldığı yerler olarak tarihte yer aldı. Bu okullarla ilgili sadece Ferit Karahan’ın "Okul Tıraşı" filminin bu soruna temas ettiğini görebiliyoruz. Ben de romanımın bazı bölümlerinde karakterlerimi bu mekanda konumlandırdım.

Yatılı okul yıllarından Hasan’ın çok etkilendiğini görebiliyoruz. Nitekim sık sık okuldan kaçıyor. İçine gizleniyor. Okul sıralarında yalnızlığı tercih ediyor. Başına gelenlere bir itirazı söz konusu. Yine başka bir bellek mekanı olarak Kasaplar Deresi’ni görüyoruz. Kasaplar Deresi’nin yarattığı korku iklimini hissediyoruz. Nitekim Hasan’ın babası da bu öldürülüp bu dereye atılmıştır. Yine Dağdöşü köyü boşaltılmış bir köy olarak romanda konumlandırıldı. Ki kitabın sırtı asıl olarak köyde Neval’in yasına odaklanıyor.

'ELLİLERİNİ SÜREN BİR KUŞAĞIN HEBA OLMUŞ ÇOCUKLUĞUNU ANLATMAYA ÇALIŞTIM'

Romanınızın arka planında 1980 ve 90’lı yıllarının atmosferinin hakim olduğunu görüyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Romanın kendisine mesele ettiği bir konu var. O da siyasi olayların insan ruhunda yarattığı tahribat. Oldukça zor bir habitatta yaşıyoruz. Siyasi meseleler bütün bir hayatımızı kuşatıyor. Karakterlerim de bu kuşatılmışlık içerisinde kaybolmuş ruhlar aslında. Hakkıyla sevememiş, hakkıyla mutlu olamamış, hakkıyla bir gelecek kuramamış kayıp bir kuşağın insanları karakterlerim. Elbette romanın arka planına siyasi bir atmosferi yerleştirmek bazı kaygıları da beraberinde getirdi. Çünkü ortaya iyi bir edebi bir metin çıkarmak istiyordum. Hassas bir denge kurmak oldukça zor oldu. Ben olaylardan ziyade insanı, insanın meselesini merkezime aldım. Bugün ellilerini süren bir kuşağın, hatta ben buna kayıp kuşak diyorum, heba olmuş çocukluk ve gençliğini anlatmaya çalıştım 'Duasız ve Törensiz’de.

Buradan romanın esas temalarının yas, hatırlama-unutma ve belki de kayıp olduğunu söyleyebilir miyiz?

Çok doğru bir tespit. Roman öncelikle Neval’in yasına odaklanıyor. Hasan’ın kaybının Neval’in ruhunda bıraktığı boşluğu anlatmaya çalışıyor. Neval kaybını ararken kendi de kayboluyor aslında. Diğer yandan unutmaya çalışırken hatırlıyor, hatırlamanın verdiği acıyla kahroluyor. Marc Auge’nin "Unutmak ve hatırlamak tamamen zıt şeyler değildir. Biri var olduğu için diğeri mümkündür" cümlesini teyit edercesine unutmanın ve hatırlamanın salıncağında gidip geliyor. Sık sık aynaların karşısına geçiyor Neval. Öyle ki neredeyse kendi bedeninin Hasan’ın bedenine dönüştüğünü düşünecek raddeye geliyor. Telafisi olmayan kaybının ruhunda açtığı yarayı yazıya sığınarak sarmaya çalışıyor. Ama bu konuda hiçbir zaman duyguları yetkinleşmiyor. Karakterimizin sürekli olarak bir yas sarmalının içerisinde nefes alıp verdiğini görüyoruz.

Duasız ve Törensiz, Beyda Yıldız, 240 syf., Everest Yayınları, 2023.

Roman mekanlarınızda bir hakimiyet görüyorum. Özellikle İstanbul, Dağdöşü köyü ve yatılı bölge okulu. Mekan çalışırken neler yaptınız?

İstanbul’da uzun yıllar yaşamış biri olarak mekan anlatımlarında zorlandığımı söyleyemem. Yatılı Bölge Okulu da esas olarak pek zorlandığım bir konu olmadı. Ben de ilkokulu yatılı okulda bir memur çocuğu olarak okumuştum. Ancak bu okul Siirt’te değildi. Okuduğum okulu mimari özellikleri bakımından iyi tanıyordum. Onu olduğu gibi alıp Siirt’e yerleştirdim.

Siirt’e, Dağdöşü’ne gelecek olursak; köy hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Köydeki mekan ve coğrafya tamamen masa üzerinde inşa edildi. Daha sonra yarattığım mekanı yerinde görmek için Dağdöşü’ne doğru yola çıktım. Köy Eruh’a bağlı bir dağ köyüydü. Bir müddet bu köyde kalarak gözlemler yaptım. Hatta pek çok folklorik ögeyi bu sayede romana yerleştirdim. Diğer yandan Kasaplar Deresi’ni yerinde gördüm. Siirt halkı için Kasaplar Deresi’nin ne anlama geldiğini anlamaya çalıştım. Pek çok insanla görüşmeler yaptım. Döndükten sonra metni daha detaylı ele aldım.

'YAZMANIN YOLU, İYİ BİR OKUR OLMAKTAN GEÇİYOR'

Aynı zamanda gazetecisiniz. Gazeteciliğinizin romancılığınıza nasıl bir katkısı oldu?

Yazmanın yolu, iyi bir okur olmaktan geçiyor. Gazeteci olmaya gelince... Bu meslek, bana temel olarak insanları dinlemeyi, hikayelerine eğilmeyi öğretti. Elbette insana dair tüm meselelere karşı her zaman bir hassasiyetim oldu. Ancak mesleğin kendisi bu duygumu daha da derinleştirdi diyebilirim. Ben mesleğe adliye muhabiri olarak başladım yıllar önce. Adliye koridorlarında, mahkeme salonlarında önemli tanıklıklar edindim. Bu mekanlar insani dramların yaşandığı yerler. Tüm bu tanıklıkların kalemimi güçlendirmemde bir etkisi olmuştur muhakkak.