Berkay Ateş: Derdim hakkaniyetle yaşamak

Tiyatro D22’nin kurucularından oyuncu Berkay Ateş; "Eğer dünyaya geliyorsak, bu dünyayı çevreleyen devletlerin, bize hak ettiğimiz yaşamı sunmaları ve insanların bir birilerine saygı ve adil bir çerçevede davranmalarını sağlamasıdır" dedi.

Abone ol

DUVAR - İlk olarak Emin Alper’in "Abluka" filmiyle adından söz ettirdi. Ancak O’nu tiyatro severler Tiyatro D22’den çok iyi tanıyor. Dertleri ortaklaştırmak için bir araya gelen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı mezunu Berkay Ateş, iki arkadaşı, Can Kulan ve Emir Çubukçu, D22’yi kurdular. Tek dertleri üretime devam etmekti.

Berkay Ateş bu derdi daha da büyüttü, 2013 yılında “Elbet var bir bildikleri bu çocukların, yoksa genç yaşta...” diyerek "Karabatak" oyununu yazdı ve yönetti. Sonrasında hiç durmadı Ateş, ülke gündeminin kaosunda dertleri de büyüdü. Bent oyunuyla Nazi dönemindeki eş-cinsellerin sorununu anlattı. "Ardından Kuş Öpücüğü" geldi ve şimdide "Dünyaya Gözlerimden Bak" dediği üç askerin hayatını konu alan oyun D22 Köşk’te izleyicisini bekliyor. Berkay Ateş, Can Kulan, Emir Çubukçu’nun oynadığı bu oyunda evrensel bir dil yakalanmış.

Berkay Ateş tiyatronun dışında bir de yeni bir projeyi hayata geçirmek için uğraşıyor: Yazarlar Ormanı.

Dert çok olunca konuşacak çok şey oluyor. Bugünlerde "Anne" dizisinin kötü karakteri Cengiz’i de oynayan Ateş’le bir araya geldik. Yüzyıllık köşkte oyunları, dertleri, sanatı kısaca hayatın ta kendisi konuştuk.

-Tiyatro D22’de yeni oyun devam ediyor: "Dünyaya gözlerimden bak..." Üç askerin hikayesini izliyoruz.

Çok yer- yurt ve zaman belirtilmiyor. Oyunun evrensel bir dili var. Alman yazar Lothar Kittstein’in yazdığı, yine Alman yönetmen Frank Heuel’in yönettiği oyun üç farklı askerin savaş sonrasındaki hayatlarını anlatıyor.

-Farklı bir yapısı var oyunun. Biraz alışılmışın dışında bir tiyatro oyunu diyebilir miyiz?

Frank odalarda yapmak istiyordu zaten, bu köşkü de hem ofis olarak hem de bu oyuna uygun olduğu için tuttuk. Ayrıca burada dersler de veriyoruz. Evet. Seyirci bir anda yüzyıllık köşke giriyor, odaları dolaşıyor. Oyuncu içinde seyirci içinde yeni bir deneyim ama etkili bir deneyim.

-Kaç kişi izliyor?

Her hafta Cumartesi günleri iki seans oynuyoruz. Birinci seansta 20 kişi, ikinci seans yaptığımız için bir gecede toplamda 40 kişi izliyor.

-Oyun sadece burada mı oynanıyor?

Bu tarzı koruyarak yapıyoruz, o yüzden de bu köşkte. Yapmak istediğimiz şey bu zaten. Almanya’ya gitme durumumuz var, onun dışında her hafta Cumartesi burada oynanıyor.

-2013 yılında da "Bent" oyunuyla seyirci karşısındaydın. "Kuş Öpücüğü" de var hala. Derdi olan işlerin peşindesin gibi? Derdin ne?

Bu dert sadece tiyatroyu kurduğumuz dönemle ilgili değildi. Mezun olduktan sonra da, 2005 yılından itibaren, dertlerim vardı. 2012 yılında olaylar vardı biliyorsun; çocukların gözünden bakmak ile ilgili bir oyun yazmıştım. O zaman okulun avlusunda yatmıştık. Van depremi vardı, ucube heykeli vardı, gazeteciler içeri alınmıştı vs... Dert ettiğim şey gerçekten hakkaniyetle yaşamakla ilgili. İnsanların adil ve mutlu bir şekilde yaşaması ile ilgili. Bir soru sordurtabiliyorsa, bunu yapmışsam, içim rahat uyuyorum. Yazdığımda da oynadığımda da...

Eğer dünyaya geliyorsak, bu dünyayı çevreleyen devletlerin, bize hak ettiğimiz yaşamı sunmaları ve insanların bir birilerine saygı ve adil bir çerçevede davranmalarını sağlamasıdır. Bütün dertlerim bu. "Bent" oyunu da Nazi döneminde eşcinsellerin yaşadıklarıyla ilgiliydi. Daha sonra ilk yazdığım oyun "Yirmi Beş" bu topraklardaki insanların kendi anadiliyle yaşamlarını savunabilme hakkını, Türk-Kürt ayırmadan, bir arada durabilme ihtimalini sorgulayan oyunlardı. Keşke bu dertler bitse de bizde başka bir hikayenin peşinden gitsek.

-Evet bir derdin peşindesin ama o dertler de aradığın ne?

Bu dertlerle ilgili anlatım biçimlerinin peşinden gidiyoruz. Bunları daha iyi anlatabilmenin, daha iyi iz bırakabilmenin, yıllar sonra dönüp baktığımızda, bu günlerde bu kadar şey yaşandı ama bu üretimlerde oldu diyebilmenin peşinde...

-En kötü süreçlerde çıkar üretimler. Sende 2013’de "Karabatak" oyununu sahnelemiştin. “Vardır bir bildiği bu çocukların” dedin...

Tabii, böyle dönemlerde daha iyi anlattığımı düşünüyorum. Burada yazma isteme eğilimi oldu. Çünkü şunu anladım; benimde kişisel olarak tiyatro serüvenini devam ettirme isteğimde de yeni hikayelere olan merakım ve onları üretme arzusuydu. Yazma isteği bu dertleri tiyatro anlamında daha iyi anlatmama sebep oldu.

-2012 yılı daha politik bir süreç demiştin. O zor zamanlara baktığımızda daha da kötü bir süreç yaşıyoruz. Sansür baskı bir yandan bir yandan da üretim...

Neyi göze aldığınla ilgili. Burada sanatın gücü anlattığın şeyi nasıl anlattığınla ilgili. Bunu mizah kullanarak da anlatabilirsin, dolaylı yollarla da. Hiç söz söylemeden anlatarak, bunu kukla ile, sinema ile nasıl anlatmak istiyorsan... Bu senin anlatım gücünle ilgili. Beni, bir oyun yazarı olarak dilimi geliştirmeme neden oldu. Sansür, baskı bu noktada gelişimime katkı sağlıyor. Bu sansür ve baskıyı yaratanlar için aslında üzücü.

-Tiyatroda daha derin mi düşünüyorsun?

Her şeyden haberdar olmakla alakalı. Sürekli empati; insanları daha iyi nasıl anlarız ve anlatırız, daha farklı neler yapabiliriz, kafam sürekli bununla meşgul benim.

-Sanatçılar açısından empati kolay ama sokağa indiğimizde o empatiyi göremiyoruz. Bir öğretmen etnik bir söylemle bunu yapıyor ama karşı tepki yok! Dil ayrıştırıcı, tahammülsüz, beklenilen karşı tepkiyi göremiyoruz, ne dersin?

Baktığımız zaman bu yaşadıklarımız insanlık tarihinde kısacık bir dönemi kapsıyor. Biz sürekli birbirimizden ya da toplumdan, ‘bu olaylara’, bu öğretmene, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı cümleler kuran gazetecilere, tetikçilere karşı sürekli yakıcı bir tepki beklemek, 2013 Gezi gibi, çok önemli ancak tepki olamayınca da ayrıca sıkıntı yaratıyor. Öyle bir şey ki, herkes biraz da anlamak, durup bakmak istiyor bir olayda, hepimiz için zor durum. Sanatçısı içinde, mimarı içinde, öğretmeni içinde, herkes için çok zor dönem. Evet, biz empati kuruyoruz. Bu empatiyi toplum inanılmaz şekilde bertaraf etmiş durumda. Bundan kesinlikle bir çıkış noktası olacak. Evet, bunu bugünden hazırlamak önemli. Bu çıkış noktası “yarın gelsin” dense yarın gelmesi için bugün ne yapıyoruz ile ilgili aslında bütün derdim.

.

'ABLUKA HAYATIMDAKİ EN ÖNEMLİ ŞEYLERDEN OLDU'

-Tiyatro senin için gerçekten derdini anlattığın, yazdığın, oynadığın yer. Ama bir de sinema filmi var, ödüllerle döndüğün "Abluka"...

Evet. Çok önemli bir işti benim için. Şahintepe’de yaptık çekimleri, hatta ben orada bir evde kaldım bir gece. Şanslı hissediyorum kendimi. İlk mezun olduğum zaman diyordum ki, kesinlikle bir tiyatro kurayım, oyunlar yapayım, sonrasında da hep iyi bir sinema filminde oynayayım. Politik ve sanatsal anlamda tabii. "Abluka" bu anlamda hayatımda en önemli şeylerden biri oldu.

-Seni ne çekti "Abluka"ya?

Bu kadar zor anlatılabilecek bir hikayeye öngörüsü çekti, ama ben senaryoyu ilk okuduğumda da beni etkilemişti. Ahmet’in köpekle yaşadığı bütün iletişimi, üzerinde kurduğu baskı, bu hikayenin aslında evdeki küçük ablukanın nasıl büyük ablukayla özdeşleştiğini, dolaylı anlatımla seçmesi beni gerçekten çok etkiledi.

-Filmde Ahmet karakterini oynuyorsun. Ahmet’in etkisi ne sende?

Ahmet beni etkiledi evet, yalnızlığı, olamama hali, savrulma hali vs...

'KONUŞURKEN SÖZLERİ SEÇMEK DE BİR ABLUKA HALİ'

-Toplumsal olarak "Abluka"dayız aslında. Abluka halini, yaşamın içerisinde hissediyor musun?

Ben şuan burada konuşurken bile o ablukayı hissediyorum. Bu gerçekten insanı yaralayan ve öfkeleyen bir durum. Şuan konuşurken de sözleri seçmek de bir abluka hali... Buradan, kapıdan çıktığımız zaman dışarıda ne olacağını tahmin edemediğimiz, hangi sokakta bombanın patlayacağını bilmediğimiz bir koşulda, bu ablukayı sabah akşam hissediyorum. Ama buna dair bunu meşrulaştıramamakla ilgili sürekli başka hissiyatta doğuruyor, yaralıyor, yaşadığı toplumda bununla karşılaşması aynı zamanda öfkelendiriyor. "Abluka"yı çektiğimiz dönemde böyleydi. 2015 Eylül’de bombalar patlamaya başlamıştı. İki seçim arasıydı.

-Tiyatro ve sinema vazgeçilmezin galiba...

"Abluka" gibi bir film serüveni içinde oynamak çok etkileyici bir oyuncu için. Onun dışında tiyatro ve sinema devam edecek. Tiyatroda olmak başka bir şey ama sinemada da iyi bir yönetmenle olmak başka bir şey. Filmden sonrası var; insanlarla buluşması, festivallerde olması... Yıllar sonra belki Şahintepe kalmayacak ama Şahintepe’de çekilen "Abluka" kalacak. Bu çok önemli.

-Tabii diziden de söz edelim. "Anne" dizisinin kötü karakteri Cengiz’i oynuyorsun. Dizide de çocuk istismarı söz konusu...

Dizi keyifli benim için, ekip keyifli... Rol arkadaşlarımla oynamak da güzel. Bu anlamda dizi de mutlu ediyor. Öte yandan sosyal meseleyi tartıştırdığı içinde içinde olmaktan çok mutluyum. Çocuk istismarı, çocuğa olan şiddet, kadının bu toplumdaki yeri, ne zorluklarla karşılaştığı, ne ithamlarla yaşadığı, bir çocuğu var etmek için insanların nelerle mücadele etmek zorunda kaldığı gibi çok önemli bir hikayesi var bence.

-Diziler çok dokunabiliyor mu sence?

Yapıldığı zaman yapılıyor diyorum. Burada bahsettiğimiz şey çocuk! Sosyal Destek Hattı var 183, bunu bir dizide dile getirmek önemli. Çünkü toplumun büyük bir kesimine ulaşıyor. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyle. Cinsel istismarın nasıl ayyuka çıktığını herkes biliyor. Bu yüzden yapılabildiği zaman oluyor.

'HER HİKAYENİN İYİ Kİ KÖTÜSÜ VAR, YÜZLEŞİYORUZ'

-Cengiz karakteri kötü bir karakter. Toplumla özdeşleştirdiğinde ne görüyorsun?

İlk bölümleri çok radikaldi, çöp poşetinde çocuk düşün! Çekerken de konuştuk, tartıştık bu durumu; bunlar var, daha kötüsü var gerçek hayatta! Bunu nasıl anlattığımız önemliydi. Güzel anlattık, yönetmen Merve Girgin’in gözüyle de. Aslında Cengiz’i tanıyoruz; ailemize, akrabalara sorun “Öyle biri var” derler. Ama şu da var, Cengiz niye bu halde? O da tartışma meselesi... Bu toplumda neden bu halde sorusunu sormamız gerekiyor. Her hikayenin ‘kötüsü’ var, iyi ki de var, yüzleşiyoruz.

-‘Kötüler’ korkutmuyor mu seni?

Korkutuyor. Bir anda yüzlerce insanın canını alabiliyor, kim olursa olsun, katledebilme bilincindeki bir insan tabii ki korkutuyor. Bir şekilde bu durum yükselse de başka taraftan da insanda başka bir şeyi yükselttiğine inanıyorum.

'DAHA FAZLA VİCDAN, DAHA FAZLA MERHAMET'

-Mesela?

Daha fazla vicdan, daha fazla merhamet... Mesela muhabbetlerimizde zaten her şey kötü, buradan bakmayalım vs. diyoruz. Yaşadığımız sıkıntılarda da daha mutlu bir dünya kurma çabasına dönmeye çalışıyoruz. Daha fazla sahip çıkalım bir birimize, daha fazla... Bu durumu da azımsamayalım. O yüzden de iyi şeylerde oluyor. Sadece diyorum ki, biz de başka bir meseleyi büyütelim.

-Nasıl yapacağız?

Üreterek, tek aklıma gelen bu... Bunu nasıl üretirsek. Burada tabii, sosyal sorumluluklar da, sivil hareketler de önemli, bir araya gelip yaşanılabiliri kılma meselesinin de uçup gitmeyeceğini düşünüyorum. İyilikte yapılabilir, taban oluşturur. Uzun yıllar alır belki ama en azından elimizden geleni yaptık deriz.

-Kolektif bir bilinç vardı hep sende...

Hep öyleydim. Bir arada olalım. Tartışalım, kavga edelim... Tabii, şuan böyle hissediyorum ama yıllar sonra hissetmeyebilirim. En azından hissederken düşmeyelim diyorum. Bilmiyorum yarın ne hissedeceğimi.

-Bir yanda da projelerin var. Yazarlar Ormanı; nasıl ilerliyor?

Yazarlar Ormanı iki yıl önce başlattığımız bir proje. Bir araya geliyoruz. Yürütücülüğünü ben yapıyorum. Müdavim Meyhanede toplanıyoruz, bilet fiyatı 10 TL, elde edilen gelirlerle de Yazarlar Ormanı kuruluyor. 25 Aralık Pazar günü İlhan Berk gecesi yapıyoruz. Geçen ay Edip Cansever gecesi yapmıştık. Hayalim, var olduğum sürece ormanı büyütmek.

-Orman nerede kurulacak?

İzmir Ödemiş ilçesinde... Ocak ayında da devam edecek. Tiyatrocu arkadaşlarımızla şiirler okuyoruz.