Beka ama kimin için?

Kökenlerine inildiğinde beka anlayışının o kadar da masum olmadığını, dini temellerle uzaktan yakından alakası olmayan, daha çok devleti tanrılaştıran bir teoriden beslendiğini görmek mümkün. Halbuki devletin ya da milletin bekası yerine toplumların bekası ve insanlığın bekası üzerinde durulsa bu çok daha anlamlı olmaz mı?

Abone ol

İslam Özkan*

Beka, Arapça’da ‘kalmak, kalıcı olmak, ilelebet payidar olmak’ gibi anlamlara geliyor. Teolojik açıdan bakıldığında Beka’nın, kendi zatıyla kaim olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın sıfatlarından biri olduğu görülür. Nitekim aynı kökten gelen el-Baki adı da Esmaü’l Hüsna içerisinde yer alan Allah’ın önemli isimlerden birisidir. Öte yandan Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetün lil Havadis, kıyam Binefsihi Allah’ın zati sıfatları arasında yer alır. Beka, buradaki anlamıyla Allah’ın varlığının sonu olmaması, varlığının ilanihaye sürmesi anlamına gelir. Milliyetçi ve devletçi anlayışların devlet kavramına atfettikleri niteliklerle İslam’ın Allah’a atfettikleri sıfatlar arasındaki benzerlik bu yönüyle çarpıcıdır.

Ancak elbette siyasi literatürde, hele hele günümüzde, tamamen bu anlamda kullanıldığı söylenemese de işin bu yönünü bütünüyle göz ardı edilemez. Zira milliyetçi perspektifte, bir açıdan devlet-ebed müddet anlayışının tanrısal özellikler çağrıştırdığını, zira tıpkı tanrı gibi ebedi bir zamansal düzleme karşılık gelen bir ‘omnipotent’ (kadiri mutlak) ve ‘eternal’ (ebedi) bir özelliğin söz konusu olduğu aşikâr. Bunu milliyetçi düşüncenin müntesipleri açıkça dile getirmekte bir sakınca görmüyor. Öte yandan sadece milliyetçilerde değil, kendisini dindar olarak niteleyen ama aslında milliyetçiliği politik muhafazakârlığın bir türevi olarak dinle bütünleşik gören kesimlerde de benzeri eğilimlerin varlığından bahsetmek mümkün.

KUTSALLAŞTIRILMIŞ DEVLET

Elbette bütün milliyetçiler devleti klasik anlamıyla doğrudan Tanrı olarak görmüyor, (kelimenin etimolojik boyutuyla) ona ibadet ve kulluk etmiyorlar. Ancak mecazi olarak bakıldığında, milliyetçiliğin (sömürgeciliğe karşı tepki olarak ortaya çıkmış ve ulusal bağımsızlığı savunma anlamında bazı Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde ortaya çıkan milliyetçilikler hariç) hemen hemen her türünde devlet ebed müddet anlayışı, yani Hegel’deki formuyla insan aklının ulaşabildiği en üst entite şeklinde bir takım tecelli ve tezahürler vardır. Dolayısıyla milliyetçiliğin devlet anlayışının, beka kavramında olduğu gibi devlete atfedilen tanrısal niteliklerden yola çıkılarak, dinî ve metafizik bir mahiyete sahip olduğu söylenebilir. Zira teolojik düzlemde, ilanihaye varlığını sürdürecek olan yegâne varlık Allah’tır.

Hegel’in devlet felsefesini anlattığı makalesinde şöyle diyor felsefe tarihçisi Macit Gökberk:

“Hegel’e göre tinin üç türü vardır: Subjektif tin, objektif tin ve mutlak tin(…) En sonunda mutlak tinde (absoluter Geist), tin tam birliğe ulaşır ve mutlak gerçekliğinin bilincini yakalar. İdenin kendine bu kesin dönüşünde, subjektif ve objektif tinin birleşmesi tamamlanmış ve böylece tinin sonluluğu kaldırılmış olur.[1]

Öte yandan Hegel’e göre birey gerçekliğini, özgürlüğünü ve nesnelliğini yalnız devlet ile gerçekleştirebilir. Devlet tek iradelerin bir yığını olmayıp tanrısal bir irade, makul, canlı bir bütünlüktür. Birey Hegel felsefesinde gereksinimlerinin bağımlısı olmuştur; bu, bireyin öznel yanına tekabül eder. Bununla birlikte, bir de bireyin içinde yaşamakta olduğu nesnel bir boyutu vardır ve bu boyut onun varlığının amacını oluşturur. Bu yönüyle bakıldığında Hegel devleti mutlaklaştırır, insanoğlunun aklının ulaşabileceği en yüksek aşama olarak görür.

Bu noktada her şey, hatta modern dönemde devletten özerk olarak alınan sivil toplum kavramı bile Hegel’de bireyi devlete ulaştıran bir araçtan başka bir şey değildir. Bir başka ifadeyle, devlet karşısında her şey sübjektiftir, görelidir. Birey, aile ve sivil toplum, evrimleşerek devlete götürdüğü ölçüde kıymet-i harbiyeye sahiptir.

IRKÇILIĞI BESLEYEN ANLAYIŞIN KÖKENLERİ

Buradan da anlaşılabileceği gibi, tin yani akıl, devlet aşamasına yani gerçek amacına ulaştığında sonluluğuna da bir nihayet vermiş olur. Yani beka gerçekleşir. Aslında Hegel’e de burada haksızlık etmemek gerekir; zira, birilerinin iddia ettiği gibi Hegel’in ‘insanın varlık amacı’ olarak tanımladığı devlet, somut ve özel bir devleti temsil etmemektedir. Yani muradı, içinde yaşamakta olduğu Prusya Devleti değildir. Onun mutlaklaştırdığı, devlet kavramının kendisidir. Dolayısıyla Türk milliyetçilerinin Hegel’den esinlenerek devleti tanrılaştırmaları ve ona beka sıfatını atfetmelerinin, Hegel’in devlet felsefesi açısında bile geçerliliği tartışılır.

Hegel’in birçok görüşlerinin ırkçılığa giden yolda basamak taşlarını özenle döşediğini düşündüren kimi ibarelere rastlamak mümkün. Tıpkı devlet kavramına yaklaşımında ortaya çıktığı gibi millet kavramını metafizik bir şekilde yorumlayan Hegel, her ulusun kendine has bir tininin olduğunu savunmuş ve bir ulusu diğerlerinden ayıran özelliğin tinin farklı yönleri olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre her dönemde üstün bir ulus olmuştur. Mutlak tinin o ulusta tecelli etmesiyle bir ulus diğer uluslardan üstün hale gelir.[2]

Bu açıdan bakıldığında devletin bekası kaygısının bu kadar vulgarize edilirken, toplumun barış ve hoşgörü içinde birbiriyle huzur içinde yaşamasına ilişkin en küçük bir endişe taşımayanların nasıl bir teorik kökten beslendiğini anlamak için Hegel’in devlete yüklediği misyonu elbet kavramak gerekiyor, ancak tek başına yeterli değil bu. Bu misyondan etkilenerek ırkçı antropolojik yaklaşımların bütün boyutlarıyla kavranması gerekiyor.

Daha sonra ortaya çıkan antropolojik yaklaşımların ırkçı özellikler sergilediğini ve bazı ulusların ve ırkların diğer ırklara üstünlüğünü kanıtlamaya çalışan teorilerin etrafa saçıldığını görüyoruz. Bu dönemde kan mirası teorisi ile Nazi ideolojisi somutlaşmış oldu. Türkiye’de de tek parti döneminde ırkçı uygulama örneklerinin Batı’daki emsallerinden ve ırkçı antropolojik teorilerden etkilendiği aşikâr.

DEVLETİN Mİ TOPLUMUN MU BEKASI ÖNEMLİ?

Kısacası, kökenlerine inildiğinde beka anlayışının o kadar da masum olmadığını, dini temellerle uzaktan yakından alakası olmayan, daha çok devleti tanrılaştıran bir teoriden beslendiğini görmek mümkün. Halbuki devletin ya da milletin bekası yerine toplumların bekası ve insanlığın bekası üzerinde durulsa bu çok daha anlamlı olmaz mı? Zira tek bir ulusun ve devletin çıkarları üzerine inşa edilmiş bölgecilik ve milliyetçilik, başka uluslar ve devletlerle barış içerisinde yaşamak açısından ciddi bir engeldir. Sadece kendi ulusunun üstünlüğünü ve kutsallığını savunan bu yaklaşım, sadece çevresi ve komşularını değil, kendi toplumunun hayatiyetini de tehlikelere ve tehditlere maruz bırakır. Zira bölgesel barış, bölgesel ve uluslararası ölçekte çatışmayı değil, sulh üzerine odaklanmayı gerektirir. Tek önemsediği şey kendi devletinin bekası olan bir yaklaşım ise, gerektiğinde her türlü çatışmayı göze alan, bunun da ötesinde çatışmayı bekanın temeli olarak gören bir anlayıştır. Halbuki evrensel inanışlar ve ideolojilerin dünyaya bakışı böyle değildir. İktidarın benimsediği ve temsil ettiğini düşündüğü dünya görüşü olan İslam, tek bir millet ya da bölgenin huzur ve mutluluğunu değil, evrensel ölçekte bütün insanlığın mutluluğunu gerçekleştirmeyi hedefler. Aynı şey diğer evrensel ideolojiler için de geçerlidir.

[1] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi içinde Hegel’in Devlet Felsefesi (s.100).

[2] Platon’un modern dönemdeki en büyük takipçisi Hegel’dir. Hegel, Platon’un ırk kuramını daha modern bir şekle kavuşturmuştur. Hegel “Zeitgeist” (zamanın ruhu) söylemi çerçevesinde, Germen ırkının diğer ırklardan daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Ona göre zamanın ruhu öncelikle Germen ırkının güçlü bir devletinin olmasını gerektirmektedir. Bu devlet zaman içerisinde dünya hâkimiyetini elde etmelidir. Hegel’in görüşleri Alman Nasyonal Sosyalizmi’nin teorik altyapısını oluşturmuştur. Nitekim Joseph Arthur de Gobineau, insan karakterinin belirlenmesinde kan ve ırk özelliklerinin belirleyici faktör olduğunu, bunun doğal sonucu olarak farklı toplulukların kültürel seviyelerinde de farklılık meydana geldiğini iddia etmiştir. Bu çerçevede ‘Alman ırkı dünyanın en üstün ve dolayısıyla kültürel olarak en gelişmiş ırkıdır’ düşüncesini savunmuştur. (Haldun çancı, Değişmeyen Boyutları Bağlamında Milliyetçiliğe Teorik ve Kavramsal Bir Bakış”, Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Dergisi, C: 13, Sayı: 2, S.105-116).

*Akademisyen, çevirmen ve yazar