Behiç Ak: Edebiyat bizi insanlaştırıyor

Behiç Ak'ın yeni kitabı 'Altı Kırk Dört Dalgası', Günışığı Yayınları tarafından yayımlandı. Behiç Ak ile yeni kitabı üzerinden, çocukları ve edebiyatı konuştuk.

Abone ol

Birgül Sevinçli

DUVAR - Sayısız ödülün sahibi, çok yönlü sanatçı, yazar Behiç Ak, ekim ayında Günışığı Yayınları tarafından okurları ile buluşan yeni kitabı 'Altı Kırk Dört Dalgası' ile çocuklara bir yazarın hem eğlenceli hem de bilgi dolu yazma serüveni üzerinden kurmacanın yolculuğunu anlatıyor. “Bir yazar, karakterlerini nasıl oluşturur, olayları nasıl kurgular? Yazarın asla yapmaması gereken şeyler nelerdir?” sorularının peşine okurlarını hatta bazen kahramanlarını da katarak eşsiz hikâyelerin eşlik ettiği bu şaşırtıcı yolculuğa sıra dışı bir kurgu ile davetiye çıkarıyor.

Etrafındaki ilginç insanlar, farklı karakterler olarak öyküsünde varlık gösteriyor. Matematikçi Mecnun Bey, hayali köpeğini arayan Doğan, gezici kütüphanesi ile Nigar Hanım, horoz Muzaffer Bey, en sıra dışı karakter Şehrazat, altı kırk dörtteki benzersiz dalga…

Ak’ın özgün çizimleri ile zenginleşen 'Altı Kırk Dört Dalgası' sadece çocuklara değil, yazma sevdalısı yetişkinlere de çok şey söylüyor.

Behiç Ak ile yeni kitabı üzerinden; çocuklardan, bilimden, edebiyattan, masaldan, çizimden, dil ve yaratıcılıktan, doğadan ve içinden geçtiğimiz pandemi sürecinden konuştuk.

'Altı Kırk Dört Dalgası'nda anlattıklarınız müthiş bir yazarlık hikâyesi ve serüveni, diğer yandan yazmaya niyetli olmasalar bile insanlık durumunu konu edinen bilimlere merak duyan çocukların ilgisini fazlasıyla çekecek bir roman. Ne dersiniz, hikâye anlatıcıları ve bilim insanları tamamen farklı noktalardan hareket ederek çoğu zaman aynı sonuçlara mı ulaşıyorlar?

Sanırım sorduğunuz soruda “sonuçlar” değil önemli olan, bilim ve sanatı birbirine benzer kılan “süreçler”... Ama iki alan da birbirinden taban tabana zıt tabii ki. Yoksa sanatı bilimsel olarak üretmeye kalkarlardı ki bir zamanlar buna da teşebbüs etmediler değil. Sanatın tesadüfler içeren bilgi üretme süreci bilim insanlarının bilgi üretme yöntemine yaklaşıyor da olsa, sanatın kendi doğasından gelen “işlevsizliği”nin yanına bilimin yaklaşması pek olası değil. Bilimsel çalışmalar, kendi başına belirgin işlev içermese de işlevsel itkilerin bilimin gelişimine yol açtığı muhakkak. Hikâye anlatmanın geçmişi çok eski. Ama masal ve anlatıdan kopmuş yazılı hikâye biçiminin ortaya çıkışı toplumsal gelişimlerle çok ilgili. Gogol’un ortaya çıkması için Ruslar ya da Ukraynalılar asırlarca beklediler sanırım. Tıpkı Japonya’da Naoya’nın ortaya çıkması için Japonların bekledikleri gibi. Bir hikâyenin yazılmasının da kendi içinde tarihsel ve toplumsal ve tabii ki bireysel hikâyeleri var. Bu hikâyeyi önemsediğimizde, edebiyatı hissedebiliyoruz.

Behiç Ak

Tıpkı kitaptaki yazarımızın yaptığı gibi, zengin ve sahici karakterler tasarlamanın, şaşırtıcı olaylarla dolu bir hikâye yazmanın en iyi yolu karakterlerin gerçek yaşamda nasıl hareket ettiğini, neler yaptığını, nasıl düşünüp davrandığını gözlemlemekten ve anlamaktan mı geçiyor sizce?

Keşke bir kuralı olsa… Dış dünya, hikâyeyi yazara yazdırmamak için elinden gelen her şeyi yaptığı gibi, hikâyenin içine girmek için de her şeyi yapıyor. Sanırım her yazarın esinlenmeleri farklı. Ama günümüzün “post modernist” yazarları gerçek hayattan çok az etkileniyorlar, daha çok okudukları onları yönlendiriyor. Referanslarla dolu yazıyorlar. Orwell gibi yazar olmak için Burma’da polislik yapmak ya da İspanya’daki iç savaşa katılmak zorunda değiller. Hayatları hikâyesiz geçen yazarların tek sığınağı daha önce yazılmış hikâyelerdir şüphesiz. Yaratıcılıklarını bu hikâyelerdeki kahramanları gözleyerek, analiz ederek, cümle kalıplarına öykünerek zenginleştireceklerdir. Belki onlardan yola çıkıp daha büyük ve yaratıcı hikâyeye yolculuk yapacaklardır. Ama bu yine de hikâyeyi çok olanaklı kılmaz. Anlatı ve masalın ağırlıklı olduğu yapıtlara yönlendirir yazarı. Ben biraz eski kafalıyım, gerçek hayattaki insanların göstermedikleri yanlarını gözlemeyi seviyorum. Olayların da öyle... Gerçek hayatın gizlediği gerçeğin hikâyesini ortaya çıkarmak için çabalamayı seviyorum. Burada hikâye var. Onu biliyorum.

“İnsanlar tanışmazsa birinin acısı, başkasının gürültüsü olabilir” , “Benimle dövüşmemeyi başararak, beni yendin” kitaptan iletişimin, önyargının, bazen gönüllü kaybetmenin önemine dikkat çeken iki cümle. Sizce bugünün insanı kendi gibi olmayana karşı anlayışsız, kaba ve acımasız mı? Ülkemizde özellikle son yıllarda artan ötekine, hayvana, çocuğa, kadına karşı şiddet üzerine ne söylemek istersiniz? Çocuklara şiddeti anlatırken neleri gözetmemiz gerekir?

Bir kere bugünün insanı kendi olamıyor ki, kendi gibi olmayana acımasız olsun. Sadece çıkarlarının peşinde koşan bir zayıflık timsali günümüzün insanı. Fikir insanı olamamasının nedeni de bu. Her şeyi fikirlerle değil, çıkarlarla açıkladığını biliyor. Çıkarlarının karşısına çıkanları ise yok etmek için acımasız. Ama bunu kültüralize ediyor. Başka bir kılıfa sokuyor yani. Bu insana yenilmeyi öğretmek lazım, isteyerek yenilmeyi. Kime? En başta doğaya tabii... İnsanı özne yapacak yolu bu açacaktır. Günümüzün insanı çıkarlarının yanında çalışan bir köle adeta. Fikirler çıkarlara galip gelince bu esaretten kurtulacak.

'ÇOCUKLAR BİR HİKÂYECİYİ BÜYÜKLERDEN DAHA ÇOK ANLAMAYA YATKINLAR'

'Altı Kırk Dört Dalgası’nda hayallerin gücü ve isteklere giden yoldaki önemine de atıflar var. Çocuklar için üretilen edebî eserler de mutlaka onların hayal dünyalarını geliştirecek nitelikte olmalıdır diyebilir miyiz?

Çocukların hayal dünyası, çok yönlü. Hâlâ büyüklerin sormaktan çoktan vazgeçtikleri soruları sorma heyecanını barındırıyorlar. O yüzden, bir hikâyeciyi büyüklerden daha çok anlamaya yatkınlar. Hikâyeci, çocukların hayal dünyasını genişletir tabii ki. Ama daha çok oynayabileceği tek alan orası kaldığından çocuklara sığınmaktan başka çaresi yoktur. Yetişkinler ise hikâyesizleşmiş hayatlarıyla kendilerini yüzleştirecek hikâyelere şöyle bir bakıp, “Bu ne anlatıyor yahu?” der. “Hikâye anlatıyor. Bunlar eskide kaldı. Hikâye artık bitti.” Hikâyecinin bu yetişkinle oynaması çok zordur.

'Altı Kırk Dört Dalgası’nda insan davranışları ve doğası, insanî değerlerin önemi okurunu didaktik bir dille, zorlamadan, incelikle anlatılmış. Kişisel olarak edebî eserlerin özellikle gelişim çağındaki çocukların kendilerine rol model seçiminde de önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple de eserin hangi değerleri içerdiği çok önemli. Bu konudaki görüşlerinizi dil ve metin ilişkisini de göz önünde bulundurarak öğrenebilir miyiz?

Dil, hikâyenin kendisidir. Kurduğu gerçeklik, gerçek hayattan bile daha gerçektir bazen. Hikâye içindeki kahraman gerçek hayattan bile alınsa kelimelerin içinde gezinirken artık kendisi değildir. Ben bile yazar olarak hikâyemin içine girdiğimde ben olmaktan çıktım. Hikâyenin içindeki “ben”le gerçek hayattaki “ben” arasında bir mesafe oluştu ister istemez. Bu da istediğim bir şeydi.

Aynı dille tüm hikâyeleri yazamayız belki de... Hikâyeler değiştikçe dilde de farklılaşmalar olacaktır. Bunu 'Uyku Şehir' adlı yetişkinler için yazdığım romanda denemiştim. Çok benimsediğim bir sonuca ulaştım. Dil anlamanın ve anlatmanın bir yolu. Daha çok anlamak için yazmayı seviyorum ben. Anlatmak daha çok anlama biçimidir benim için. Dil olmazsa bu yolculuğu yapamam. Ne anlayabilirim ne de anlatabilirim. Dilin büyüsü sanatı sanat, insanı da insan yapıyor. Kısacası edebiyat, bizi insanlaştırıyor.

Bir tasarım harikası olarak köyde sınırı belirleyen çit; matematik ve ustalık, bilim ile sanatın yan yana ve iç içe duruşu, yaratıcılığın durdurulamayan temel ve kendi koşulundan oluşan bir güç olduğu ve üretimsel biçimlere yönelebilmesini doğruluyor gibi. Diğer yandan kentlerin, betonun içine sıkışmış, dışarıda koşup oynamak yerine teknoloji ile haşır neşir olan büyük şehir çocukları bu tür keşif ve yaratıcılıklardan uzaktalar ne yazık ki. Yaratım, teknoloji ve kitap ilişkisi hakkında ne söylemek istersiniz?

Teknolojiyi araç olarak kullanmayı başarırsanız, yaratıcılığınıza yardımcı olur. Çocuğun köyde yaptığı bir uçurtmayla bilgisayar arasındaki mesafe birden yok olur bu bakışla. Ama teknoloji amaç ise, bu sizi yalnızlaştırır, ezer ve yaratıcılığınızı yok eder. Çok gelişmiş teknolojiler size yardımcı olmaktan çok kısıtlamaya başlar. Kitap okuyana çok alan bırakır. Yorum yapma, kendi görüşlerini oluşturma gibi. Çift yönlü bir ilişki söz konusudur. İnternetin iletişim dünyası ise bunu size sağlamaz. Çünkü “iletişim”, “ ilişki”den farklıdır. Çoğunlukla tek yönlüdür. El ve beyinin koordinasyonunu yok etmek onu tuşlara vuran parmaklar ve görsellikle sınırlandırmak, insanı iki boyutlu hale getirir. İnsan dört boyut içinde yaşamak zorundadır oysa.

Altı Kırk Dört Dalgası, Behiç Ak, 184 syf., Günışığı Kitaplığı, 2020. 

Toplum içinde her birimiz farklı sosyal, ekonomik ve kültürel koşullardan geliyoruz; doğal olarak çocuklar da öyle. Farklı koşullarda olan çocukları ortak bir duyarlılık ya da mesele ile birleştirme gibi bir kaygı taşıyor musunuz kitabınızı kurgularken? Çocuklar için yazmanın zorluklarından bahseder misiniz bize?

Böyle bir kaygım yok. Çocuklar ayrı bir cumhuriyet. Çocukluk denen bir cumhuriyetin vatandaşları onlar. Japonya’daki bir çocukla, Muğla’nın köyündeki çocuğun o kadar fazla ortak yanı var ki. Bunları yaşayarak öğrendim. O çocukların hepsi sizin içinizde yaşattığınız çocuğa da çok benziyorlar. O zaman sorun yok. Birlikte oynayabiliriz.

Kitaplarınızda doğanın, bitkilerin, hayvanların her zaman bir yeri ve önemi olmuştur. Nitekim 'Altı Kırk Dört Dalgası'nda da öyle. Envaiçeşit bitki ve çiçek adları, karahindiba, yabani pazı, devedikeni, ebegümeci, petunya; köpekler, horozlar, keçiler, bülbüller. Siz çocuklara bıkmadan, usanmadan anlatmaya çalışıyorsunuz ama bugünün modern toplumunun doğayla kurduğu ilişki onu başka canlılarla pek de doğru paylaşmadığını gösteriyor. Ne dersiniz insanoğluna pandemi süreci bu konuda bir ders verdi mi sizce?

Pandemi süreci bir ders niteliğinde gerçekten. “İnsan bundan ders çıkarır mı?” diye sorduğunuzda, “Elbette çıkarır” diye cevap veririm heyecanla. Tabii ortalıkta insan olması lazım önce. Ya da başka bir ifadeyle, insanın insan olabilmesi lazım önce. Yani özne olabilmesi. Doğaya değil de kendi şartlarına hükmedebilmesi, kendi kendinin efendisi olmayı başarabilmesi lazım. En hafif ifadeyle doğanın insana karşı açtığı bir savaş pandemi. “Envaiçeşit bitki ve çiçekler, karahindiba, yabani pazı, devedikeni, ebegümeci, petunya; köpekler, horozlar, keçiler, bülbüller” diyorsunuz ya, onların değerini hatırlarsanız, bu savaş iyi bir barış antlaşmasıyla bitecek. İnsan, insan olmayı başaracak ve doğayla barışacak. Eğer ben “Şu pandemiyi alt edeyim de eski düzenime döneyim,” diye düşünürse insan yenilecek. Tabii pandemi de ortadan kalkacak o zaman.

'Altı Kırk Dört Dalgası'nda Pakize Hanım, ninesinin ona anlattığı bir masalı anlatıyor. Masallar; yazı öncesi dönemde var olan, halkların hayal gücü ile yaratılmış, sözlü edebiyat dönemlerinde nesilden nesile aktarılarak yaygınlaşan ve varlığını günümüzde de sürdüren anonim halk edebiyatının en yaygın ürünü. Sizce büyük aile yapısından uzaklaşan, daha çekirdek aile biçimine dönüşen günümüz toplumunda üstüne bir de sürekli sanal âlem ve elektronik yayınlar ile bombalanan bizden sonraki nesiller masal geleneğini sürdürebilecekler mi?

Masal, yazılı olmayan bir kültürün ürünü. Tarihte hiçbir şey yok olmaz. O yüzden de masallar da yok olmayacak tabii ki. Bugün yaşadığı gibi gelecekte de yaşayacak. Gündelik hayatın örtülerini kaldırırsanız bugünün masallarını dinleyebilirsiniz. Benim hikâyelerimin içine hep masallar sızıyor nedense. Onları çok seviyorum, anonim kalıpların oluşturduğu bir katman onlar hikâyelerimde. Ama nedense masallar da hikâyemin içine girince değişime uğruyorlar. Bu kalıpların sınırlarını zorluyorlar.

'Altı Kırk Dört Dalgası'nda zaman zaman atasözü ve deyimlerin de kullanıldığını görüyoruz. Biz büyükler, tecrübelerimiz nedeniyle çok deneyimli olduğumuzu düşünüyoruz. Mecnun Bey’in güzel bir sorusu var kitapta “Evcilleşti mi, yoksa hata yapmaktan korktuğu için mi böyle?” diyor ya horoz için. Büyüklerin çoğu zaman, çocukların deneyimsizliğine, cesaretine ihtiyacı var gibi. Ne dersiniz?

Biz yetişkinler deneyimi yanlış yorumluyoruz. Yaşadığımız olayların üzerimizde bıraktığı izlere “tecrübe” diyoruz. Oysa çoğumuz yaş alıyor ama tecrübe kazanmıyor. Bir olaylar kümülasyonu tecrübe dediğimiz, anılarımızda birikmiş olan. Ama öyle havalara giriyoruz ki, sanki büyük bir bilimcinin deneyi gibi yaşadığımız bir hayat bırakmışız geride. Hayır. İşin gerçeği yaptığımız işlerle sınırlandırılmış, sormamız gereken soruları sormaktan vazgeçirmeyi başarmış bir hayat mücadelesi geride bıraktığımız o kadar. O yüzden tecrübesizliğe, deneyimsizliğe ihtiyacımız var. O sormaktan vazgeçtiğimiz sorulara tekrar kavuşabilmek için. Bu yüzden çocuklara sığınmalıyız.

Kitaplarınız Almanca, İngilizce, Japonca gibi birçok dile çevrildi. Türkçe-Almanca, Almanca-İngilizce, Almanca-Rusça basılan iki dilli kitaplarınız da yayınlandı. Konu dil, sözcük seçimi, anlatım yöntemi, tür derken çeviri çocuk kitabı yayınlanması oldukça önemli bir süreç. Özgün metne bağlılıkla çeviri dilinde aynı anlamı sağlama arasındaki hassas denge nasıl kurulmalı sizce?

Keşke bunları değerlendirebilecek kadar çok dile hâkimiyetim olabilseydi. Çeviri işi çok zor. Her zaman için çok çok az da olsa uyarlamayı içeriyor bence. Çünkü az da olsa kültürel farklılıkların yarattığı anlaşılmamak kaygısı çevirmenleri buna zorluyor.

Özellikle çocuklar için kitapların metinsel içeriği kadar görsel içerik ve kapak da çok önemli. Aslında, durum bence biz yetişkinler için de değişmiyor. İki noktada da eserler veren biri olarak sizce çocuk kitaplarında yazılı metin ve görsel metin ilişkisi nasıl olmalı? Görsel tasarım metnin açıklayıcısı ya da tamamlayıcısı mıdır?

Öyle bir soru ki bu. Sanırım cevabım bu röportajın sınırlarını aşar. Bu konuda yazdığım çok uzun bir makalem var. Görsel içerik ve tasarım farklı her şeyden önce. Resimlerden bahsedersek kendi başına özerk bir yanı da var tabii ki onların. Resimler arka arkaya geldiği zaman metin içinde farklı bir dil oluşturuyorlar. Ama yaş guruplarına göre bu farklılık gösterir. 3-6 yaş gurubundaki çocuklar, resme yazı gibi davranıyorlar. “Resim okuma” dönemi diyebiliriz bu döneme. Resmin okunabilmesi gerekir. Her sayfayı açtığımızda benzer bir resimle değil, hikâyeyi geliştiren farklı bir resimle karşılaşmalıyız ve hikâyenin ne yönde geliştiğini anlamalıyız. Art zamanlı ve eş zamanlı okumalarda gelişen farklı ama bütünleşmiş okumalar hikâyeyi çocuğun kılar. Çocuk kendine ait kıldığı her şeyi değiştirme eğilimindedir. Hikâyede de bunu ister. O yüzden değiştirebilmelidir hikâyeyi de. Çizgiler buna yardımcı olmalı. Tıpkı hikâyenin konusu gibi. Tabii tasarım da bu isteğe kayıtsız kalmamalı.

'Altı Kırk Dört Dalgası'nda bir kez daha gördük ki gençlerin, çocukların kendi aralarında kullandıkları dile, sevdikleri müziklere, oynadıkları oyunlara hâkimsiniz. Kendinizi nasıl güncelliyorsunuz? Çocukları ve ilgi alanlarını nasıl takip ediyorsunuz?

Kendimi güncellemiyorum. Ama kendi güncelim var. Bu bazen da toplumun veya yaşadığım çağın günceliyle tamamen örtüşmüyor. Bunu dert etmiyorum. Çünkü bakış açımı zenginleştirmek için güncellikten sıyrılmam gerektiğini biliyorum.

Uzun yıllardır farklı disiplinlerde çocuklarla ilgili çok kıymetli eserler vermiş bir yazar olarak ülkemiz çocuk edebiyatının geçmişten bugüne aldığı yolu ve bugün bulunduğu noktayı nitelik açısından değerlendirir misiniz lütfen?

Çocuk edebiyatının eskisine kıyasla Türkiye’de geliştiği kanısındayım. Birçok yeni yazar var. Yaratıcı çalışmalar yapıyorlar. 80’li yılların başında hikâyelerimi Türkiye’de bastırmak için zorluk çekmiştim. O yüzden ilk kitaplarım Japonya’da çıktı. Daha sonra onları Türkiye’de bastırmayı başarabildim. O zamanlar Japonya’da çok ilgi gören kitaplarım kendi ülkemde beklediğim ilgiyi görmemişti. Çünkü çocuk kitaplarına ilgi çok azdı. Yıllar içinde bu değişti. Çocuk kitaplarına ilgi son on yılda çok arttı diyebilirim. Adeta çocuk keşfedildi. Aslında bunu ilgili anne ve babalara ve tabii ki en başta eğitimcilere borçluyuz. Çocuk edebiyatını, eğitim programlarına sokmayı başardılar. Çocuğun gelişiminde çocuk edebiyatının önemini kavratmayı başardılar. Ayrıca, nitelikli çocuk edebiyat editörlerine çok şey borçluyuz. Tabii ki yayınevlerine de... Türkiye’de çok kaliteli çocuk kitabı çizerleri var. Dünya çapında işlerle karşılaşmak beni heyecanlandırıyor. Bazen yazarlarını tam bulamamış, iyi çizgiler görüp üzülsem de bunun bir süreç olduğunu düşünüyorum. Özellikle okul öncesi resimli kitaplar alanında da bir gün, en az çizerlerimiz kadar nitelikli yazarlarla karşılaşacağımıza eminim.