Beden bizim son çaremiz

Geçtiğimiz günlerde, “geçinemiyorum” diyen işçi meclis önünde kendini yaktı ve haberi hepimizi sarstı. İlk kez karşılaştığımız bir haber değildi aslında. Bir insan daha elinde kalan son şey olarak bedenini ortaya koymuş ve sesini duyurmak istemişti. Çünkü beden insanın son çaresidir. İnsan, dünyanın kendisine dayattıklarına katlanamaz olduğunda bedenini yaralar, yakar, bazen de intihar eder, kendisine zarar vermek varlığını anlatma çabasına dönüşür.

Abone ol

DUVAR - David Le Breton, “bugünün başlıca siyasal meselesi ve çağdaş toplumlarımızın temel çözümleyişi bedendir” (2016: 24) diyor. Bu cümleyi düşündüğümüzde, yaşamın beden politikaları üzerinden düzenlendiğine dair çok şey söyleyebiliriz. Çünkü disiplin toplumlarının ürettiği politikaların birinci nesnesini beden oluşturur. Beden, tıbbın kadavrası, üzerinde işlem yapılması gereken “şeyi”, okulun ehlileştirilmesi gerekeni, ordunun disiplin yöntemleriyle kurguladığı “savaşçısı”, yani hayatımıza dair politikaların tam ortasında yer alandır. Ayrıca queer bedenler için tüm bu kurumların “normalleştirme” politikalarının odağında olduğunu da eklemek gerek.

KUSURSUZLUK İDEALİ

Bununla da sınırlı değil, kapitalist politikalarla birleşen modernist algı için beden, ideal kusursuzluğa erişmesi gereken bir nesnedir. Gittikçe yaygınlaşan estetik ameliyatlar, yaşamı tehdit eden farmakolojik ürünler, dayatılan tek tiplik ve dahası yine bedenimize dair politikaların sonucudur. Çünkü kusursuz olamayan beden “anormal”, “anormal” olan beden de “ucube” olarak kurulur ve toplumsal gözün bakışı kişinin devamlı gözetim altında hissetmesine ve “düzeltme” arzusu duymasına neden olur. Engin Sustam’ın da ifade ettiği gibi gelinen son aşamada beden; “bir varlık ve yaşam politikası olarak beliriyor, burada bedenin sadece biyolojik boyutu, nüfus politikaları dâhilinde oluştuğunu söylemiyoruz, bedenin bir nevi yaşam politikasının merkezine yerleştiğinden söz ediyoruz.” (2014: 222).

DÜŞMAN BEDEN

Bahsettiğimiz gibi beden, yaşama dair tüm politikaların merkezindedir artık. Örneğin; çıplak aramanın yaygınlaşması, coğrafyamızda geçtiğimiz yıl tanık olduğumuz bedenin çıplak teşhiri de bununla ilgili. Böyle durumlarda devletin, kolluk gücüyle denetimine aldığı beden öncelikle “öteki” olarak kurulur ve medya vasıtasıyla yayılır. Sonrasında, beden kimliklendirilip, teşhir edilerek, “düşman beden” algısı oluşturulur. Ve beden üzerinden “başka”ya dair oluşturulan bu politika onu değersizleştirip, düşman bir imge hâline getirir.

ORTAK OLANI ÇAĞIRAN BEDEN

Ayrıca insan bedeni, Spinoza felsefesinde etkilenebilme gücüne sahip olandır. “Tesadüfi karşılaşmalarda bir beden, bedende neşe de üretebilir keder de. Her şey kendi bedeninin bileşiminin kendi dışındaki bedenin bileşimiyle ne kadar örtüştüğüne, iki bedenin karşılaşmasının aralarında bir uyumu, bir birleşimi, ortak olanı ne kadar ürettiğine bağlıdır.” (Gezinin Yeryüzü Kardeşleri, s.17). Yani bedenimiz aynı zamanda bir karşılaşma yeridir. Bu karşılaşma Gezi’de, Occupy hareketlerinde, Chiapas’da gördüğümüz kendi dünyasını değiştirmeye çalışan bedenlerin karşılaşmasıdır, ortak olanı çağıran ve üretendir.

ANLATMA ARACI OLARAK BEDEN

Bedene dair söyleyecek çok şey var ancak bir de bedenin varlığın kendisini anlatması için işlevsel olduğu anlar var. Geçtiğimiz günlerde, “geçinemiyorum” diyen işçi meclis önünde kendini yaktı ve haberi hepimizi sarstı. İlk kez karşılaştığımız bir haber değildi aslında. Bir insan daha elinde kalan son şey olarak bedenini ortaya koymuş ve sesini duyurmak istemişti. Çünkü beden insanın son çaresidir. İnsan, dünyanın kendisine dayattıklarına katlanamaz olduğunda bedenini yaralar, yakar, bazen de intihar eder, kendisine zarar vermek varlığını anlatma çabasına dönüşür.

Ancak Sıtkı Aydın’ın bedenini yakmasını bir intihar ya da yaşamdan vaz geçiş olarak da değerlendiremeyiz. David Le Breton insanın bedenine zarar vermesinin antropolojik anlamları üzerine düşündüğü “Ten ve İz”de intihar ile bedene zarar verme arasındaki farka şöyle değinir; “Sınırla oynamak var olmak için son çaredir. Bedene zarar verme intiharın tersidir, hâlâ bir çıkış aramakta olunduğunun işaretidir. Dayanılmaz hale gelmiş bir yaşamın üstüne çizikler atma girişimi kesinlikle kendisini sakatlama ya da bedende kalıcı değişiklikler yapma arzusu değildir” (syf. 55). Sıtkı Aydın’ın söyledikleri de buna işaret ediyor: "Yasal olarak kendimce uğraştım. Bir şey yapamadım. Borçlardan dolayı ruhsal bunalıma girdim. Meclis önünde sesimi duyurmaya çalıştım. Benzini aldım, kendimi yakmak değildi amacım. Öyle bir girişimde bulundum. Etrafımı kuşattılar, uzak durun benden dedim. İçeriden milletvekili mi çağırıyorsunuz, Tayyip Erdoğan’ı mı çağırıyorsunuz. Buraya ben sesimi duyurmaya geldim." Sesini hiçbir kanaldan duyuramayan, yaşamda görünmez olan, sınırda bir insan olarak, derdini anlatmaya çalışan işçi, son çare olarak kendisini ortaya koyuyor ve “yaşamın üzerine çizikler” atıyor. Çünkü sesi, yaşama tutunma çabası elinden alınmış, sözü hiç edilmiş bir özne o.

Aynı zamanda kapitalizmin ve devletin baskıcı politikalarının tüm bedenimize işlediği, yaşamın iktidara direniş olamadığı yerde, elimize hayattan kalan son şeydir beden. Bu nedenle durum, bedenin iktidara, dayatılan politikalara karşı duruşu olarak anlaşılabilir. İşçi Sıtkı Aydın’ın direkt böyle bir amacı olmasa da şunu göz ardı edemeyiz; “Bedeni tahrip etmek türün bedenine bir saldırıdır, insani biçimleri bozar ve böylece sıkıntı ve isyanı doğurur. Kendi bedenini yaralayan ya da yakan biri çağdaş toplumlarımızda pek revaçta olan düzgün, kusursuz, bedene karşı küçümsemelerini ve kayıtsızlıklarını açığa vurur. Bedeni toplumsal olarak kuşatan yaygın kutsallık bozulmuş olur. Yaygın deyişle bedenine “zarar veren” bir tür ayrılıkçıdır” (syf. 131).

Sıtkı Aydın, bedenini yakmakla kendi varlığının tanınmasını sağladığı gibi düzeni de bozmuştur. Sadece kendi bedenine değil, insan türünün “kaygısız bedenine” de zarar vermiştir. Bedenindeki kusursuzluğu bozarak ona toplumun yüklediği tüm kutsallığı yıkmıştır. Kısacası, Breton’un da vurguladığı gibi “ayrılıkçılık” yapmıştır. Huzuru bozmuş, sessizliği kırmış, her şeyin iyi olduğuna inananlara, ekonomik büyüme rakamları açıklayanlara, işsizlik sorunu yok diyenlere, demokrasi iyi durumda, herkes sözünü söyleyebiliyor yalanlarına, hayır demiştir: Hiçbir şey iyi değil.

Bu eylem, hem bireysel varlığımız hem de coğrafyamızın muhalif toplulukları açısından düşündüğümüzde bugünlerde yaşadığımız “hiç hissetme”, “sesini duyuramama” duygusuna dair de çok şey söylüyor. Adaletsizlik, neredeyse daimi hâle gelmiş OHAL, sokakları hapishanelere çevrilmiş kentler, hukuka sığmayan tutuklamalar, söz hakkının sonuna kadar gasp edilmesi, işsizlik, yolsuzluk, haksızlık.

Kısacası Sıtkı Aydın’ın eylemi; beden dediğimizin, öylesine sahip olduğumuz nesnel bir şey olmadığını da gösteriyor. Çünkü beden gerektiğinde ortak olanı çağıran karşılaşmalarda, direnmeyi sağlayan, gerektiğinde bireyin varlığını duyurmasında işlevsel olandır. Bu nedenle ki devlet ve kurumları yıllardır politikalarını bedeni disipline etmek üzerine kuruyorlar.

Hapishanelerin devamlı artması, eğitim kurumlarının şimdiki iktidarın kendi ideolojisi ile yeniden kurgulanması, militarist politikaların hayatı neredeyse ordu disipliniyle denetim altına alma çabası, devletin politikasını direkt bedenler üzerinden oluşturmasına gönderme yapıyor. Çünkü bedenimiz hiçbir şeyimiz kalmadığında, İşçi Sıtkı Aydın’ın yaptığı gibi başvurduğumuz son çaredir. Vardır, her gün karşılaştığımız, hareket eden, arzulayan, başka bedenlerle ortaklaşabildiği karşılaşmalarda neşeyi çağırabilen, kimliklerimizin ötesinde oluşumuzdur.

Alıntılar 

  • Breton, D., (2011), “Ten Ve İz ‘İnsanın Kendisini Yaralaması Üzerine’”, (Çev. İsmail Yerguz), İstanbul: Sel Yayıncılık.
  • Breton, D., (2016), “Bedene Veda”, (Çev. Aziz Ufuk Kılıç), İstanbul: Sel Yayıncılık.
  • Sustam, E., (2014), “Foucault’da İktidarın Jeneolojisi: Biyopolitiğin Doğuşu ve Yönetimsellik”, Teorik Bakış 3. Sayı, s. 221-234.
  • “Gezinin Yeryüzü Kardeşleri, ‘Direnişin Arzu Coğrafyaları’”, (Der. Sinem Özer), s. 7, İstanbul: Otonom Yayıncılık.