Başka türlü bir hayat bizim istediğimiz

Yaş, cins, tür hiyerarşisini alaşağı eden bir kitap bu. Alternatif bir dünya önerisi. Köpeklerin sesini, talebini duyan ve onları özgürleştirmek için mücadele eden Luna ve ona platonik aşkla bağı Azucena. Azucena, hani şu kitabın kapağında sanki bize ayağımıza geçirmemiz için kırmızı pabuçlarını bırakan.

Karin Karakaşlı yazar@gazeteduvar.com.tr

Bazen öyle olur. Okuduğunuz kitap sizi harekete geçirir. Huzursuz edici bir coşkuyla. Nereden çıktığını bilemediğiniz bir güçle dolarsınız. Hayal gücünüz bile daha cüretkârdır sanki. Kendi rüyalarınızdan korkarsınız.

Birilerini bulmak gerek. Acilinden konuşmak. İnternette aramalar yapmak sonra. Kitabın içinde hayat kadar zengin referanslar var. Tarihe, ekolojiye, farklı örgütlenmelere, aşkın her çeşidine, hayvanlara, müziğe, şiire dair… Sonra yazarın kendisi var. İşte bak resmi burda. Gözlerinin içine kadar sızan bir gülüşle ya da Yunan heykeli zamansızlığında her hattı ayrı konuşan bir ifadeyle. Ha işte, o kadını görünce bütün taşlar yerine oturacak. Özü ve sözü birbirine denk bir insan bulmanın mucizesiyle bir kez daha çarpılacaksın. O kitap Cümbüşçü Karıncalar. O yazar Pınar Selek.

Zaten kitabın adı başına geleceklerin habercisi gibi. Pınar’ın Yolgeçen Hanı’nı okuduysan, bir dolu güzel insanla, onların geçmişi ve bugünüyle, şehirlerle, en çok da şu hayatın eşsiz ihtimalleriyle bir masal lezzetinde tanışacağını tahmin edersin. Cümbüşçü Karıncalar’da tarihin ve coğrafyanın sınırları alabildiğine geniş. Yok, öyle değil. Sınırlar ötesi. Çünkü bu karıncalar için artık ülkeler ve devletler yok. Hayatın sınırsızlığına ve insan onuruna yaraşır yaşamanın bütün dünyayı, kainatı kapsayan bir deneyim olduğu gerçeği var. O gerçeğe uygun masallar yaratıyor bütün karakterler usul usul. Emekle örüyor, yeri gelip göz yaşı döküyor, acısını çekiyor. Ama taşlaşmadan, acılaşmadan su gibi akmanın güzelliğine, tehlikeli büyüsüne teslim olmadan edemiyor.

Evet, bu kitapta bize anlatılan masallar ters yüz olacak. Bilenler bilir, Pınar’ın hayatı masala övgüdür. Ama öyle prensli, prensesli, kurtarıcılı masallara değil. İnsanın kendi hayatını dönüştürdüğü masala çağrıdır. Bir keresinde şöyle demişti Pınar: “Biz, gerçekten masallara inanan çocuklardık. Çünkü güzel şeylerin olabileceğine inanan bir ortamda yetiştik... Benim zor bir hayatım oldu ama hiç mucizesiz kalmadım. Hiç sevgisiz kalmadım. Hiç heyecansız kalmadım. Hiç masalsız kalmadım… Çocukken çok söylerdim... 'Bir masal gibi yaşayacağım' derdim. İnandığım, etkilendiğim hikâyeler gibi bir hayat istedim, çok mu?”

Değil. Çok değil. Bu kitabın insanları, başka türlü olmasını istedikleri hayat için karıncalar misali emek emek ilerleyen ama bu arada ruhlarındaki ağustos böceğini küstürmeyenler. Cümbüşün, şenliğin, aşkın hakkını verenler. O aşk hissedilmeden dünya dönüşmez ki…

Cümbüşçü Karıncalar, Pınar Selek, İletişim Yayınları, 172 syf.

'ÇARESİZLİĞİ ÖĞRENMEMEK İÇİN...'

Yaş, cins, tür hiyerarşisini alaşağı eden bir kitap bu. Alternatif bir dünya önerisi. Köpeklerin sesini, talebini duyan ve onları özgürleştirmek için mücadele eden Luna ve ona platonik aşkla bağı Azucena. Azucena, hani şu kitabın kapağında sanki bize ayağımıza geçirmemiz için kırmızı pabuçlarını bırakan. Verili bir hayatı yıkıp, deliliğin sınırına var. Kendini sil baştan yaratan. Öyle çünkü. Yıkmadan kurulmuyor yenisi. Gitmeden de dönülmüyor.

Sonra Aleks… Bulgar göçmeni. Çöplüklerin prensi. Çöpten bulduğu Garibaldi’nin kitabından bir sözü mıh gibi paylaşan: “Beni kendi ülkemde yabancı ettiniz…” Dokunduğunu güzelleştiren, tüketmeden üreten bir şair ve emekçi. Sonra Manu… Paranoyaklar grubunun kurucularından. “Şehirler, bölgeler, ülkeler arasında, gizli dehlizler açan karınca”. “Çaresizliği öğrenmemek için” tohum yetiştiren, mafyanın, dev şirketlerin vahşi kapitalizmin çarkına karşı el emeği üretimle dipten mücadele eden çiftliğin emekçisi. Sonra Gouel. Memleketi İrlanda’da bir örgüt hayatına son veren, elinde gitarı sokakları şenlendiren, bir tekneyi de ev belleyen martı. Sonra Katy. Nice’te büyümüş, liseyi bitirince Paris’te yaşamaya karar vermiş bir gazeteci. Babasıyla ve içine sığışamadığı kalıplarla debelenen. Azucena’ya duyduğu aşkla dönüşen…

Denize giren yılana değil, birbirine sarılır!

Daha da niceleri. Her okumada farklı birine sevdalanacağınız tatlı deliler. Hayat güzelleştiricileri. Aleks’in dediği gibi, ne kadar farklı olsalar da buluştukları yer belli: “Ayrı ayrı da olsak iç içeyiz. Sürgünlere rehber olanlar, tohum üretip bedava dağıtanlar, toprak ve güneşle aramıza kimse girmesin diye ağaç kılığına girenler, satmasınlar diye gökkuşağını saklayanlar, televizyonlara çıkarmasınlar diye denizkızlarını balık rengine boyayanlar. Tanışıyorsun ister istemez. Çünkü denize giren yosuna, denizanasına, denizkızına da rastlıyor.”

Kitabın bir diğer kahramanı sürgünlerin, sanatçıların, delilerin buluştuğu Nice şehri. Pınar iki yıldır içinden geçtiği şehrin her sokağını, göğünü, denizini konuşturmuş. “Turizm ve sürgün kentinin çizile bozula yalama olan sınırları; İtalyanların, Rusların, İngilizlerin açtığı, ardından Ermenilerin, Arapların, Yahudilerin, Balkan halklarının, Afrikalıların geçtiği yollar ilk bakışta görünmüyordu. Nice, tüm şehirler gibi, göğsüne yaslanıp, en azından bir kere, hüngür hüngür ağlamadan, sonra da koynunda yatmadan sesini duyurmuyordu.” İşte o sesi duymuş, duyurmuş.

Pınar bunca deneyimi, hayatında da emek verdiği, içine karışıp aktığı ağlar ve insanlarla ürüyor. Bianet’te Çiçek Tahaoğlu’yla yaptığı söyleşide kurdukları, içinde yer aldığı feminist örgütleri, dağıtım şirketiyle çalışmadan binlerce insana ulaşan ekolojist, liberter, feminist, şiddet karşıtı alternatif bir dergiyi, Fransa’daki OHAL ve göçmenlerle ilgili çalışmaları heyecanla anlatıp şunu paylaşmış: “Türkiye’deyken de hep bir derdim vardı, ailenin, klasik miras hukukunun dışına çıkılıp nasıl yeni bir yaşam kurarız? Almanya’da da görüyordum ama Fransa’ya geldiğimden beri Longomai hayatımın bir parçası oldu. Longomai, 1968’den beri devam eden ve şu anda 13’ten fazla kooperatifi olan büyük bir topluluk; parayı, aileyi ortadan kaldıran, çocukların özgürce büyüyebildiği alanlar...”

Gördükleri hayal kurdurmuş ona. Gerçek olacağına onunla birlikte inandığımız hayaller. Yeter ki ihanet etme kendine. Mücadeleyi, emeği hatırla. Umuda hakkın olsun diye.

“Sosyolojik çalışmalar benim arkadaşımsa, edebiyat aşkım” diyen Pınar'ın kitabı, işte böyle bir aşk tohumu. Kalbimize kök salan bir tohum. “Tuhaf şeydi yaşam. Kapıyı açık unuttun mu, sonrası cümbüş…” diyenlerin peşinden gitmeye doğru bir davet. Göze alma çağrısı. Gerçekten kendini bul, özgür ve eşit yaşayabil diye. Hep birlikte.

Kitabın içinden bize usulca eşlik eden Simone Weil’n Yerçekimi ve Lütuf’unda dediği üzere: “Hakiki iyilik kötülüğe karşı konumlanmaz. Onu aşar ve siler.”

Böyle bir iyiliğe talip Pınar. Bilimde, edebiyatta ve hayatta. “Dünyanın iyice karardığı yıllardı. Ama şiir kendine yol buluyordu ve cümbüşçü karıncalar çoğalıyordu. … Bu kısacık hayatta, çoğalmak ve büyümek yerine yüzünü var olana dönmeyi, özgür bir kuşla arkadaş olmayı öğrenebilirdi insan. Hüküm kurmadan sevmeyi. Hafiflemeyi.”

O hafiflik nice yükle ödeşmenin ödülü. Pınar bu kitabı, yirmi yıldır peşinden gelen bir komplonun paslı, pis demirlerini bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha kırarak yazdı. “Galiba elimi cebime sokup saatlerce yürümek istiyorum” dedi uzağında bırakıldığı İstanbul için.

Cümbüşçü Karıncalar’ı okuyunca onun koluna girmiş olacaksınız İstanbul’da. Ve o İstanbul da bütün dünya olacak aslında.

Tüm yazılarını göster