Barış Tuna: Roman mesajlarımız için bir ambalaj değil!

Barış Tuna'nın yeni romanı "Cennette Uzun Bir Kış" çıktı. Tuna ile kitabına dair sohbet ettik.

Abone ol

Barış Tuna ile “Cennette Uzun Bir Kış” isimli yeni romanını konuştuk. Uzun süre üniversitelerde de ders veren Tuna, kendini “Eski Türkiye’nin iyi okullarından mezun olup Yeni Türkiye’de ters köşe olmuş binlerce kişiden biriyim” diyerek tanımlıyor. Konu romanın niteliğine gelince Tuna, “Roman çok önemsediğimiz, dünyaya sadece bizim iletebileceğimizi sandığımız mesajlarımız için güzel bir ambalaj değildir. Romanı tasarlarken yazar ne kadar özgür olsa da yazarken bu özgürlük kısıtlanır ve zaten bir süre sonra roman kendini yazdırır.” diyerek düşüncelerini açıklıyor.

Soner Sert ve Barış Tuna

İlk romanınız Düşbilimi'nden sonra, aradan geçen 13 yıllık bir ürünün mahsulü "Cennette Uzun Bir Kış". Yeni roman için bu kadar ara vermenizin sebebi neydi?

Aslında bu sorunun muhatabı yayınevleri ve editörler... Onlara sormanız gerekiyor, neden bu adamı 13 yıl beklettiniz diye? Ben romanlarını kolaylıkla yayınlatabilen, korunup kollanan mutlu yazar azınlığına mensup değilim. Türkiye’de sol cenah da en az sağ cenah kadar cemaatçi, bu yüzden sadakat genelde liyakatin önüne geçiyor. Daha solda yer aldığı iddia edilen yayın dünyasında da maalesef birçok zaman işler eş dost ahbap ilişkileriyle yürüyor.

Eğer o ilişkiler ağının dışındaysanız kitaplarınızı yayınlatmak epey zaman alabiliyor. Bunun yanı sıra tabii bir de berbat piyasa baskısı var. Benim gibi uzun romanlar yazıyorsanız yayıncıdan “ama tanınmamış bir yazarın kitabını D&R’da iki haftadan uzun tutamayız, şunu biraz kısaltın öyle gönderin” türü cevaplar alırsınız. Kitap herhangi bir endüstriyel ürüne dönüşmüş durumda ve piyasa ekonomisinin kurallarından muaf değil.

İlk romanım Düşbilimi’nde yeterince sağlam duramadım. Tam 4 yıl romanı yayınlatamayınca sonunda pes ettim ve yayınevinin isteği üzerine 100 sayfasını attım. 2000’de yazmaya başladığım ikinci romanım Cennette Uzun Bir Kış’ı aslında dört yılda tamamladım, ancak bazı editörlerin bu romanda bir cevher var sözlerine rağmen kitabım basılmadı. Bütün yayınevleri reddedince bir süre küstüm, ayrıca doktora tezimi yazıyordum, birkaç yıl ara verdim. Tekrar başladığımda ise olabildiğince ağırdan aldım, aynı bozgunu tekrar yaşamamak için bitirmekten korktum, onlarca kere düzeltme yaptım.

Baktım artık düzelteyim derken romanı bozuyorum, mecburen noktayı koydum ve aynı bozguna bıraktığım yerden devam ettim. Ben hızlı yazabilen biri değilim ama iki roman arasında bu kadar uzun zaman geçmesinin nedeni editörlerdir.

Barış Tuna, Cennette Uzun Bir Kış, Okuyanus Yayınları, 2017.

Günümüz hikâye kurma üslubundan sıyrılan bir diliniz var: Aforizmalardan uzak kalmak! Karakterleriniz olup olmadık yerlerde kendilerine yabancılaşıp hayatı tanımlamaya girişmiyor. Bu durum da anlatımınızı daha sahici hale getiriyor. Yazarken, sahiciliğin size vaat ettiği diğer şeyler nedir?

Çok teşekkürler, bu sorunuzu iltifat olarak kabul ediyorum. Roman yazarken edebi kaygıların yanında sahici ve samimi olmak gibi bir çabam var. Okumaktan zevk aldığım metinleri yazmaya çalışıyorum, ha bunu ne kadar başardığım tartışılır. Öncelikle yazarın samimiyetine ikna olmam gerekiyor. Bazı iyi kalemler var, dil hâkimiyetleri tartışılmaz, ama bazısı düpedüz hikâyeyi bir kenara bırakıp kendi söylemek istediklerini söyletiyor karaktere.

Hele bazı yazarlar var, bir kısmı gazetecilik de yaptığı için düşüncelerini iyi bildiğimiz, bakıyorum roman kahramanı değil o konuşuyor, bunlar o kahramanın düşünceleri ya da sözleri değil o yazarın düşünceleri.

Benim de bazen heyecanıma yenik düştüğüm anlar olabilir, romanı yazarken yazar geride durabilmeyi bilmeli, yazarın sesi olur olmadık yerde duyulmamalı. Roman çok önemsediğimiz, dünyaya sadece bizim iletebileceğimizi sandığımız mesajlarımız için güzel bir ambalaj değildir. Romanı tasarlarken yazar ne kadar özgür olsa da yazarken bu özgürlük kısıtlanır ve zaten bir süre sonra roman kendini yazdırır.

Aforizma konusuna gelince… Bu durum kısmen sosyal medyadan kaynaklanıyor. Son zamanlarda Facebook veya Twitter’da paylaşılacak aforizma peşinde koşan bir okur kitlesi oluştu. Bu tür okurlar için eğer aforizma yoksa o roman okunmaya değer değil.

Kitabın birinci bölümünde ele aldığınız kibirli bir burjuva olan Aslı; yoksulları alaya alırken kendince bir yaşam tarifine girişiyor. Onun da dediği gibi "görgü egemen olanın icadı" mıdır?

Fransa’da öğrenciyken Fransız hükümetinin burslusu 50 kadar öğrenci çok ekonomik bir Londra gezisi yapmıştık. Bu gezi esnasında 40 yaşlarında Polonyalı bir doktora öğrencisi hepimizi utandırmıştı. Bir Çin restoranında yemek yerken fiyatları pahalı bulduğu için masadan kalkıp bir marketten iki litrelik kola almıştı. Daha yeni pazar ekonomisine geçmiş Polonyalı bu öğrenci aynı şeyi hamburgercide de yapmıştı. Aslında rasyonel davranan oydu ama kapitalist kültürü içselleştirmiş biz diğerleri için bu davranış pek görgüsüzce gelmişti ve hepimiz onu küçümsemiştik.

Evet, görgü olarak kabul ettiğimiz birçok davranışın altında egemen sınıfın değerleri yatmaktadır.Aslı’ya gelince, “görgülü”, iyi eğitimli bir aileden geliyor. Ama yıllar içinde bulunduğu burjuva sınıftan hızla aşağı düşmekte. Ne geçmişte ait olduğu burjuva sınıfıyla barışık ne de düşmekte olduğu “aşağı” sınıfla, her ikisinden de ölesiye tiksinmekte. Romandaki tüm karakterler için geçerli bir durum bu; arada kalmışlık.

Meral ise Aslı'nın aksine proleter bir aileden geliyor. Zengin olmak için her şeyi yapan, yoksulluğundan utanan Meral... Bu durum Meral'i bir anti-kahraman haline getirir mi?

Anti-kahraman gerçekten çok yerinde bir saptama. Meral Alevi bir hemşire… Gecekondudan gelmiş ve sonra yasal olmayan yollarla zenginleşmiş, mazoşist bir kadın. O da diğer roman kahramanlarım gibi kimliğiyle, bedeniyle, mesleğiyle barışık olmayan biri. Romandaki tüm karakterlerin son derece acıklı hikâyeleri olduğundan okurun onlar için gözyaşı akıtması tehlikesi vardı. Karakterlerime acınması en son isteyeceğim şey olacağından okurun kendisini hem Aslı hem de Meral ile özdeşleşmesini engellemeye çalıştığımı itiraf ediyorum.

Meral tam da Özallı yılların değerlerini benimsemiş, tüketim toplumunun en gözde müşterisi. O da günümüz insanı gibi başarıya ve sonuca odaklanmış, bunun nasıl elde edildiği umurunda değil. Epey bir süredir sporda doping skandallarına takmış durumdayım. Başarıya ulaşmak için her şeyin mubah görüldüğü bir ülkedeyiz. Bence atletizm ve diğer spor branşlarında Türkiyeli sporcuların karıştıkları doping skandalları tam da Meral’in ahlaki olmayan yükseliş hikayesine denk düşüyor.

Romanlarım umut vaat etmiyor. Sanki edebiyata umut dağıtmak gibi bir misyon yükleniyor. Mutlu son olmasa da umutlu son talep ediliyor yazardan. Galiba romanlarımın ses getirmemesi biraz da bundan kaynaklanıyor. Anti-kahramanlarım yüzünden milli eğitimin tavsiye yüz kitabı arasında yer almayacağımı biliyorum.

Umut ise büyüme arifesinde bıçkın bir mahalle delikanlısıyken bile medeniyet tarifine girişiyor: ...arzulanan, hedef gösterilen ama ele geçirildiğinde kendinden olmayanları gülünçleştiren bir canavar. Medeniyeti bu sözlerle yorumlayan Umut, kendi kişisel hikâyesi boyunca "medenileşme"ye çalışıyor. Tıpkı Meral gibi Umut da bir anti-kahraman diyebilir miyiz?

Romandaki hiçbir karakter olduğu kişiden memnun değil. Umut da tıpkı Meral gibi çıktığı kabuğu beğenmiyor, sınıf atlamaya çalışıyor. Ama Meral’den farklı olarak o baskıcı ve tutucu Sünni bir aileden geliyor. Babasından nefret eden çoğu Türkiyeli gibi “anneci” bir çocuk… Hayatını annesini babasının zulmünden kurtarmaya adamışken yıllar içinde kendisine asıl zulmedenin annesi olduğunu, annesinin mutsuzluğu bir sermaye gibi kullandığını fark ediyor.

Geçtiğimiz haftalarda kutlanan anneler gününde insanların anneleriyle ilgili sevgi ve minnet dolu paylaşımlarını okurken bir kere daha anne çocuk ilişkisinin ne kadar hastalıklı olduğuna ikna oldum. Annelerimiz bizlerin vicdan azabıdır ve ölümlerinden sonra bile bu vicdan azabı dinmez.

Umut karakteri aracılığıyla nasıl hastalıklı aile ilişkilerine sahip olduğumuzu anlatmaya çalıştım. Umut korkak ve sünepe biri olmasına karşın dürüst beni, kendisine yalanlar söylemiyor. Onu mutsuz eden koşulları değiştirmekten aciz, hayatla mücadele edecek gücü yok. Aslında Umut birçok özelliğiyle ve geldiği aile itibariyle ortalama bir Türkiyeli. Ortalamaya hitap etmesine karşın okurun onunla da özdeşlik kurmasına izin vermek istemedim. Evet, Umut da Meral gibi bir anti-kahraman…

'HAFIZAM ANKARA'DA KALDI'

"Cennette Uzun Bir Kış" bir Ankara romanı... Hikâye boyunca bir dekor gibi fonda duruyor Ankara... Bu kentin sizinle ne tür bir ilişkisi var?

İstanbul’a 10 yıl önce taşındım ama kendimi hâlâ İstanbullu hissetmiyorum, hafızam Ankara’da kaldı. Başka şehirler ve ülkelerde de yaşadım ama Ankaralı olduğumu en çok İstanbul’da hissettim. Ayrıca her iki romanım da 80 ve 90’larda geçtiği için hiç bilmediğim bir şehri yazmam tuhaf olurdu. Zaten kolay aidiyet hissi geliştirebilen biri değilim, Ankaralılık bilincini de Ankara’dan İstanbul’a taşınınca geliştirebildim.

Sanki bir şehre aidiyeti nerede yaşadığınızdan çok nerede ölmek ve gömülmek istediğiniz belirliyor. Ve ben İstanbul’da ölmek istemiyorum.

Hoş bu ara çevremdeki birçok kişi gibi ben de sadece İstanbul’a değil Türkiye’ye yabancılaşmış durumdayım, kendimi buralı hissedemiyorum. Fransız devriminin öncü isimlerinden Sieyès Terör Döneminde 20 yıl kadar ortalıktan kaybolur. Sonra tekrar ortaya çıktığında bu 20 yıl ne yaptığı sorulur, o da “hayatta kaldım” der. Ne kadar süreceğini bilemediğimiz/kestiremediğimiz zor bir süreç yaşıyoruz, birçoğumuz hayallerini ertelemek zorunda kaldı. Sanırım Türkiye’de çoğumuz Sieyès gibi sadece hayatta kalmaya çalışıyoruz.

"Cennette Uzun Bir Kış" birbiri içine geçmiş, farklı sınıflardan, farklı mezheplerden, farklı geleneklerden gelen kahramanların paralel yaşamlarını anlatıyor. Aşk'ı ana odağına alan bu roman, mutluluğu tarifleştiren bir dönüşüm hali sunuyor. "Aşk" kendinden vazgeçmek midir?

Aşkı herkesin ağırlama biçimi farklı olsa bile sanırım aşk için yaptıklarımızda benzeşiyoruz. Örneğin âşık birine akıl vermeye kalkıştığımızda hemen hemen aynı şeyleri salık veririz. Ama âşık olan biz olduğumuzda verdiğimiz tüm öğütler rafa kalkar, başkasında gördüğümüzde aşağıladığımız hataları yapmaktan geri durmayız, aynı gurursuzlukları… Geçenlerde âşık olan bir arkadaşımı dinliyordum, karşı tarafın ilgisizliğini bir türlü kabullenemediğinden sürekli onu muhafazaya geçmiş, bu ilgisizliğine kendince çok haklı sebepler üretiyordu.

Eminim âşık olduğu kişi bile kendisini bu kadar savunmaya geçmemiştir. Aslında bildik hikâye “bir kulunu çok sevdim o beni sevmiyor”. İşte bu çok basit sihirli cümleyi birçoğumuz âşıkken söylemeyi beceremiyor. Aklımız başka bir şeyi söylese de kalbimiz kabule yanaşmıyor. Âşık olduğumuzda zırhlarımız düşüyor, galiba gündelik hayattaki benden daha gerçek ben oluyoruz.

Aslı âşık olduğu adamın doğru Aslı’yı tanımadığını, aslında âşık olmayan gerçek Aslı’yı tanısa onu çok seveceğini söyler. Sonra da şöyle bir itirafta bulunur: “Belki de aşktı beni aslıma yaklaştıran, hakiki beni ortaya çıkaran? Sana âşık olmamla alışılagelmiş benden uzaklaştığım doğruydu ama alışıldık olanın, tekrar edilenin gerçek olduğuna dair bir bulgu, bir kanıt var mıydı? Düzenli ifa ettiğim, tekrarlanan ben ya hakiki ben değilse, insanın tüm savunma mekanizmalarını iflas ettirip çırılçıplak bıraktıran aşkın beni ya asıl bense?”

Barış Tuna bu aralar neler yapıyor? Yeni bir çalışma var mı?

Bu ara “Cennette Uzun Bir Kış”ın sinemagraf tekniğiyle çekilmiş video-art çalışmalarıyla uğraşıyorum. Önümüzdeki haftalarda belki romandan birkaç kısa film çekeceğiz. Aslında ikinci romanımı bitirmeye yakın üçüncü romanımı tasarlamaya başlamıştım, “Cennette Uzun Bir Kış” biter bitmez de yazmaya başlamıştım. Şu anda düzeltmeleri kaldı, bir bakıma üçüncü romanım bitti sayılır. Şimdi beni yeniden çetin bir mücadele bekliyor.