Balibar: Demokrasi, özgür konuşma ve hakikat cesareti

Étienne Balibar’ın kaleminden "Demokrasiyi Demokratikleştirmek" İletişim Yayıncılık tarafından yayımlandı. Günümüz toplumlarında hak ve özgürlüklerin savunusu adına bir manifesto niteliğinde olan kitap özgürlükler, halklar ve haklar adına konuşmanın ölüm tehdidini göze almakla eşdeğer olduğunu dile getirirken hakikat cesaretinin somut bir örneği olarak Hrant Dink’i selamlıyor.

Abone ol

Étienne Balibar’ın Barış Akademisyenlerine ithaf ettiği “Demokrasiyi Demokratikleştirmek ‘Özgür Konuşma’” adlı metni, İletişim Yayınları tarafından, Bediz Yılmaz çevirisi ile basıldı. Metinde demokrasiyi yeniden düşünmek hatta icat etmek gerektiği üzerinde duran düşünür, konuyu “özgür konuşma”, “hakikat cesareti” gibi kavramlar ile ilişkilendiriyor. En sonda söyleneni başta söyleyelim, metnin ilk yazısı, “Şiddet Zamanlarında Demokrasi ve İfade Özgürlüğü”nün (metin, yazarın 2018 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen Hrant Dink konferansında yaptığı sunum) sonunda şunları söylüyor Balibar: “Bu konferansa başlarken Hrant Dink’in cesaretini selamlamış ve trajik sonunu hatırlatmıştım. Bugün burada onun hatırası önünde, o hatıraya olan tüm saygımla konuşuyorum. Konuşmamı sonlandırmak için yeniden onu anmaktan başka yol göremiyorum: bir ‘hakikat cesareti’ örneği…” Hakikate cesaret etmenin epey zorlaştığı bir coğrafyada yaşıyoruz, Hrant’ı kaybedişimiz de düşünürün vurguladığı gibi, bu cesaretinden kaynaklanıyordu. Üzerine düşününce coğrafyamız çoğu zaman “özgür konuşma”nın mümkün olduğu bir yer olmadı, belli anlarda öyleymiş izlenimi verilse de bir süre sonra özgürce düşünme cezaya dönüştürüldü. İşte, dünyanın ve coğrafyamızın özgürlük, hakikat ve fikir ifadesi konusunda kriz içinde olduğu bir dönemde, demokrasiyi tartışmaya açıyor Balibar. Çünkü demokrasi direkt olarak bu konularla ilişkileniyor. Ancak şuna dikkat çekmeliyiz ki Balibar için demokrasi sabit tanımı olan bir kavram veya siyasi rejim değil. Onun için demokrasi daha çok tarihin belli bir ânını kapsıyor ve yazar bu konudaki düşüncesini şöyle ifade ediyor: “Demokrasinin asli paradoksu, o bir rejim değil, tarihsel bir andır, devletin kendi mutlak iktidarını yadsımaya muktedir olduğu yahut bunu yapmaya mecbur kaldığı, az ya da çok uzun sürecek bir an…”

DEMOKRASİYİ SAVUNMAK

Peki, demokrasiyi nasıl savunacağız? Onu yeniden icat etmek mümkün mü? Balibar bu konuyu tartışırken bunun için evrensel bir reçete olamayacağını vurguluyor ancak bu konudaki beklentinin evrensel olduğunun altını çiziyor. Demokrasi beklentisi her toplumun kendi dinamikleriyle belirleniyor ve kendine has tarihsel köklere sahip. Ancak yine de temel birkaç ilke belirlenebiliyor. Yazara göre, bunlardan birincisi ve ilkelerin ilkesi olan “demokrasinin sadece ve sadece kendileri de demokratik olan yollarla kurulabileceğini veya yeniden canlandırabileceğini öne süren ilkedir. Demokrasi asla zoraki olmaz.” Bu benim aklıma “demokrasi götüreceğiz” adı altında dünyada sürdürülen sömürgeci siyaseti getiriyor. Bir topluluğun başka bir topluluğa demokrasi adı altında uyguladığı politika ve sonuçları düşünüldüğünde evet, “demokrasi zoraki olmaz” demokrasi iddiasında olanların öncelikle yöntemlerinin demokratik olması gerekir. Bir diğer ilke ise bana kalırsa oldukça önemli, demokratik ilkelerin salt hukuki bir şekilde hayata geçirilemeyeceği ve bunun için ilkelerin, hukukiliğin buyruk yetkilerini aşan hukuk-dışı pratik ve hareketlerden güç alması. Bu da anladığım kadarıyla daha çok eylemler, gösteriler, occupy hareketleri, sivil itaatsizlik ve genel grevlerle ilişkilenebilir. Balibar şöyle açıklıyor: “…Bununla kast ettiğim, katiyetle şiddet eylemleri değil; yurttaşların kendi hakları için ayağa kalkmaları veya başkaldırmaları olgusuyla ilintili bir ‘ayaklanma’ boyutu bu kategoriye girse bile… Tersine hemen hemen her güncel siyasi durumda ve özellikle de devletin meşru şiddet tekelini kendi yurttaşlarına yönelttiği durumlarda, en etkili direniş ve devrim stratejilerinin şiddet içermeyen stratejiler olduğuna kesinlikle kaniyim.” Balibar metnin başka bir yerinde bu konuya biraz daha açıklık getiriyor ve adını “başkaldıran yurttaşlık” olarak koyup, şöyle tanımlıyor: “Siyasi katılımı yeniden yaratma ve demokratik yönetimselliği canlandırma konusunda özerk kolektif hareketlerin taşıdığı güçtür. Son yıllarda meclis hareketleri olarak adlandırılan, farklı diller konuşan farklı kıtalara yayılan hareketler, yaratıcılıklarıyla ve demokrasi tutkularıyla bu gücün en canlı kanıtı oldu”. Bu meclisler önemliydi çünkü farkı inkâr etmeden oluşan bir ortaklığa gönderme yapıyordu, farklı bedenlerin karşılaşıp ortaya yaydığı neşeyi taşıyordu, Gezi de bu anlamda örnek verebileceğimiz direnişlerden fikrimce.

Burada değinmek istediğim bir diğer şey Balibar’ın vurguladığı hukuk-dışı ile yasadışılığın birbirine karıştırılma ihtimali. Düşünüre göre; “Halkın oluşturduğu meclisler, tam da sorguladıkları iktidarı tek başına ellerinde tutan hükümetler tarafından baskı altına alınabilirler; fakat bu onları yasa dışı yapmaz…” Yapmaz çünkü özellikle gücü elinde bulunduranın yasanın hâkimi ve uygulayıcısı olduğu durumlarda yasadışının belirlenimi de bu güce göre değişir, sorgulanan tarafta olan hükümet veya politikacıların bir hareketi yasadışı konumlamasının bu nedenle anlamı yoktur.

Demokrasiyi Demokratikleştirmek-Özgür Konuşma, Etienne Balibar, Çevirmen: Bediz Yılmaz, 94 syf., İletişim Yayıncılık, 2019.

ÖZGÜR KONUŞMA

Balibar’a göre, Arendt’in kullandığı anlamda “haklara sahip olma hakkı” ifade özgürlüğünün en net anlamını oluşturuyordu. Çünkü bu aynı zamanda demokratik yurttaşlık demekti. Ayrıca yazar, Aydınlanma Çağı’ndan beri akademi, basın gibi kurumların demokratik siyaseti mümkün kıldığından bahsediyor. Akademik özgürlük ile ilişkili olarak kitaplar, dergiler, sanat edimleri serbestçe dolaşabiliyordu, bunun karşılığı ise yine ifade özgürlüğü idi. Bu anlamdaki özgürlük bireysel gibi görünse de dolaşıma sokulduğu ve yayıldığı için kamusal bir anlam kazanıyor. Bu nedenle diyebiliriz ki fikirsel özgürlüğün gasp edilmesi, öznel bir yan içermekle beraber “kamusal mallar” kategorisinde değerlendirildiği için daha genel bir alanı etkiliyor. Ayrıca bilgilerin ve fikirlerin “kamusal mal” olmasından kaynaklı bir konu daha devreye giriyor burada o da herkese eşit ulaşması. Bunun için de gerekli olan şey özgürce yayılması. Balibar, “kurumlara benzer nitelikte olan, kurumların buyruğu altında olmayan kişisel öznel bir etkinlik”ten söz ediyor ve bunun adını ‘özgür konuşma’ koyuyor. Özgür konuşma da ifade özgürlüğü gibi daha çok bireyselin alanına giriyormuş gibi görünse de varlık kazanması müşterek kullanım yoluyla oluyor. Özel olan kamuya açılıyor ve “kamusal mal” anlamı kazanıyor bu yazarın az önce üzerinde durduğumuz hukuk-dışı olarak tabir ettiğiyle de ilişkili olabilir. Çünkü ‘özgür konuşma’ gücü elinde tutanı olumsuzlayan bir yan içerebilir, eleştirel olabilir. Buradan, yazarın demokrasiyi demokratikleştirmenin kati koşulu dediği yere geliyoruz yazar hukuk- dışı ifadesine ek olarak: “Farklı siyasi güçlerin kullanılmasının koşulu olan bu temel özgürlüğün (özgür konuşma), hem özerkliği otoriter bir biçimde baskı altına alınmamış veya kaldırılmamış bir kurumlar sistemi, hem de buna ek olarak, devletin bizzat devlete karşı güvence altına alması gereken öznel bir özgür konuşma kapasitesi gerektirdiğini söylemek durumundayım” diyor.

DEMOKRASİYİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEK İÇİN

Kısacası, demokrasiyi demokratikleştirmek veya yeniden icat etmek için hukuk-dışı alanların, otorite tarafından baskı altına alınmamış özerk kurumların (akademi, basın gibi) ve gücü elinde tutana karşı “özgür konuşma”nın varlığı gerekiyor. Üzerine düşününce zor gibi görünüyor ancak sanırım burada aklımızdan çıkarmamamız gereken sabit kesin bir demokrasiye ulaşma çabasından çok onun yaratılan bir an olduğunun farkında olmak. Çünkü devletler toplanmalardan, özgür sözlerden, basından, sanatsal faaliyetlerden korkarlar, bunları varlıklarının tehlikesi olarak görürler, baskı altına almaya çalışırlar. Bunun karşısında bizim elimizde olan, Balibar’ın kitapta uzunca ele aldığı Foucault’nun parrhesia kavramı, “hakikat cesareti” ya da “iktidardakine hakikati söyleme” cesaretidir. Hakikate cesaret etmek kolay değil çünkü yaşamınızın da söz konusu olabildiği bir cesaret etme biçimi bu ancak düşünürün ifade ettiği gibi, Parrhesia: “siyasi irade olsun, hükümdar olsun, toplumsal normların sessiz iktidarı olsun, her türden ‘iktidara karşı koyma’ yetisini içerir.” Bu aynı zamanda iktidara karşı bir iktidar yaratmak anlamına gelir, güçlünün hakikatini tek olmaktan çıkarır. Ayrıca özgür konuşma ve ifade özgürlüğü ile birlikte siyasetin hakikat kategorisini oluşturur. Özgür konuşmanın anlamı zaten hakikate sahip olmaktır. Balibar, kitabın son bölümünde bu kavramı enine boyuna inceliyor böylece, Parrhesia biçimlerinin hem güncel siyaset hem özgür konuşma hem de demokrasi anları yaratmadaki işlevini bir kere daha hatırlıyoruz.

Başta da bahsettiğimiz gibi, hakikate cesaret etmenin oldukça zor olduğu bir dönemde yaşıyoruz, demokrasi kelimesi yüzümüzde alaycı bir tebessüme sebep oluyor, “özgür konuşma”nın önündeki engelleri görmek için hapisteki gazetecilere ve düşünürlere bakmak yeterli. Ama yine de hakikate cesaret edenlerin olduğunu biliyoruz, Barış Akademisyenleri gibi, Hrant gibi, Tahir Elçi gibi, tüm baskılara rağmen söz söyleme çabasını sürdüren gazeteciler, hukukçular gibi…