'Babamı Kim Öldürdü' üzerinden bir eril sistem sorgulaması

Édouard Louis’in romanı 'Babamı Kim Öldürdü', Can Yayınları tarafından yayımlandı. Louis kitapta, 'baba' adı altında ezenin de bu toplumsal yapı nedeniyle ezildiğini göz önüne seriyor.

Abone ol

Pınar Üretmen

Beklenti içeren her ilişki, bir tür iktidar ilişkisidir özünde. Her ilişki, düşme korkusundan çok bizi mıknatıs gibi çeken atlama isteğimizle baş etmeye çabaladığımız bir uçurumdur. (1) İşte, baba-oğul dediğimiz uçurum da, kendisini hayatın her ilişkisinde tekrarlayan varoluşsal bir yok oluştur. Uçuruma düşen bir kişidir. Oysa daima iki kişi ölür. Baba kelimesi, ‘biyolojik babadan’ çok daha fazlasını işaret eden bir kavrama döndüğünden beri, yani binlerce yıldır, hiçbir baba sadece kendisi kadar baba, hiçbir oğul da babalık kurallarından azade bir oğul değildir artık. Çünkü medeniyetler tarihi baba kelimesini çoklu anlamlar taşıyacak ve her anlamı bizi ezecek şekilde öyle bir kurgulamıştır ki, baba artık istese de sadece kendisi kadar suçlu -ya da masum- olamaz. Zira baba oğul ilişkisi bireysel ve doğal olamayacak kadar kurgulanmış bir yapı haline getirilmiştir.

Édouard Louis’in baba-oğul ilişkisini, baba adı altında anılan iktidar yapılarını -temcit pilavı gibi aynı şeyleri söyleyen sorgulamalardan farklı bir bakışla- ele aldığı, okura yüzleşme ve özdeşleşme imkânı tanıyan o kısacık dev romanı 'Babamı Kim Öldürdü', Ayberk Erkay çevirisi ve Can Yayınları etiketiyle geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Ötekileştirme, nefret suçu, ırkçılık, sömürü, işçi sınıfının yaşadığı ekonomik zorlukların yanı sıra politika ve iktidar süreçlerinin insanları nasıl şekillendirdiği üzerine derinlemesine düşündüren pencereler aralıyor Louis. Kitabın yayımlanış öyküsü hayli ilginç. Önce Yönetmen Kemal Aydoğan bir tiyatro oyunu olarak düşündüğü eseri Ayberk Erkay’a götürüyor ve Türkçeleştirmeye dair bir cevap beklerken Erkay’dan çevrilmiş metin geliyor. Can Yayınları ve Louis’nin Fransa’daki yayınevi ile görüşülerek roman ve tiyatro eseri olarak hazırlanma süreci başlıyor. Aslında 'Babamı Kim Öldürdü', yazarın otobiyografisini içeren üçlü bir serinin son romanı. Ancak Édouard Louis de bir tiyatro oyunu olacağı için Türkiye’ye özel olarak sıralamanın tersine dönmesi konusunda hemfikir oluyor (ki ben bu sırayı çok sevdim, zira daha sert ve şiddet içeren diğer iki kitaptan başlamak empati kurma yetimizi zedeleyebilirdi diye düşünüyorum). Tiyatro oyunu, Kemal Aydoğan yönetmenliğinde ve Onur Ünsal’ın tek kişilik dev oyunculuğuyla Moda Sahnesi'nde önce kısıtlama kurallarıyla, daha sonra da online olarak sahneleniyor. Online gösterim tarihlerini Moda Sahnesi'nden öğrenme imkânını hatırlatarak kitaba dönelim.

Bir önsözü andıran ve anlatıyı sanki bir tiyatro sahnesiymişçesine tarif eden ilk sayfa, Édouard Louis’in iç çelişkilerini ve kitabı yazma nedenini açıklar nitelikte. Babayla oğulun temel meselesinden, mesafeden dem vuruyor Louis. Hiç kapanmayan, yoğunluğu nedeniyle sesleri emip yutan, duymayı ve anlamayı imkânsız kılan, ne kadar yakınlaşılsa hatta temas ettiğiniz anlarda bile kapanmayan o yüksek basınçlı mesafeden. Öyle yüksek ki basınç, oğlu da babayı da ezip ufaltıyor, babasına mektup yazmaya çalışan bir böceğe(2) dönüştürüyor. Peki kim bu mesafenin müsebbibi, baba mı, oğul mu? Yoksa erkek adam şiarıyla babayı da oğlu da sürekli kalemtıraştan geçiren toplumsal yapı mı? "Bazen tenleri buluşur, temas kurarlar fakat o anlarda bile birbirlerine uzaktırlar. Yalnızca oğlun konuşuyor olması ikisi için de şiddetli bir şeydir: Baba kendi hayatını anlatma imkanından mahrumdur, oğulsa asla alamayacağı bir yanıtı beklemektedir." ('Babamı Kim Öldürdü')

Kafka’nın burada ne işi var diyebilirsiniz ama 'Babamı Kim Öldürdü'yü 'Babaya Mektup' olmadan okumak bir eksiklik yaratacaktır kanımca. Édouard Louis de babasına adeta bir mektup yazıyor, babaya seslenerek dillendiriyor o güne değin söyleyemediklerini ama önemli bir farkla. Kafka’nın 'Babaya Mektup' ve 'Dönüşüm' kitapları, seslendiği, içini açtığı babasına karşı bir affedememe hikâyesidir. Bazen empati kurmaya, anlamaya hatta sevmeye çalışsa da babaya mesafesini ve öfkesini her daim korur. 'Babaya Mektup', bir kapıdır; kapı tektir ve kapandığı zaman girmek ya da içeriyi görmek mümkün değildir. Oysa 'Babamı Kim Öldürdü', bir tür pencereler romanı; tecrit yerine çoklu giriş imkânları bırakılmış, mesafeyi aşılmaz, içeride kalanıysa ışıksız bırakmıyor. Bu nedenle öfke boşaltma, ilenme değil fakat affedebilme ve anlayabilme üzerine tüm çaba. Oğul olarak ulaşılamayan babayla yaşananları aynaya yansıtırken bir yandan da baba olmanın ne demek olduğunu, baba diye biçilen elbisenin o azametli bedene neler yaptığını, toplum tarafından heykele dönüştürülen babalık kurumu içinde sıkışıp kalan bedenin de ne denli acı çektiğini resmetmek. Baba beni neden terk ettin(3) diye sormak yerine seni kim engelliyor da bana yardım edemiyorsun demek belki de. Oysa yanlış anlaşılmasın, Louis babasından hesap sormuyor ya da yaltaklanan çaresiz bir çocuk gibi babasına yakarıyor değil; büyük bir çabayla hatırlıyor, yüzleşiyor ve hesaplaşıyor ama hep ikili bakış açısıyla ve ayın bir de karanlık yüzü olduğunu bilerek. Empati kurarak ve olayların en derininde yatan görünmez ama tüm yapıyı inşa eden nedenleri bulmaya çalışarak.

Babamı Kim Öldürdü, Eduard Louis, Çevirmen: Ayberk Erkay, 56 syf., Can Yayınları, 2021.

Peki nedir baba? Babanın adları altında toplanan o azametli yapı kimin inşasıdır? Kim ezer, kim muzaffer olarak çıkar bu mücadeleden? Binlerce yıldır sürüp giden eril tahakküm erkeklere, -özellikle de baba adı altında- muhteşem bir güç bahşederken ve önüne geleni ezip geçerken güç sahibinin bu işten yarasız beresiz sıyrılması pek mümkün görünmüyor. Bu konuda önce toplumsal yapı ve siyaset konularına değinebiliriz. Édouard Louis’nin tanımıyla siyaset, korunan, teşvik gören, desteklenen toplumları, ölüme, işkenceye, cinayete maruz bırakılan toplumlardan ayıran şeydir diyebiliriz belki de. Ya da siyasete dikey hiyerarşi ve fallik üstünlükler sınıflaması gözüyle bakabiliriz.

Louis kitabın girişinde, artık hasta ve ölüme yazgılı olan, nefes almakta dahi zorlanan, tek başına tuvalete bile gidemeyen babasıyla son karşılaşmalarını anar. Hayat boyu inşa etmeye çalıştığı güç imgesinin yerle bir oluşu ama o kırılan taş lahitin içinde canlı bir bedenin, bir kalbin olduğunun da açığa çıkış anıdır bu aynı zamanda. Belki o güç sembolünün de yıllarca bir taşın içinde yaşamak zorunda kalan, dokunma ve hissetme yetileri taşın içine nefessiz kalan, yapayalnız ve soğuk bir bedenle yaşamak zorunda kalan bir insan, kalbi ve yaraları olan aciz bir insan olduğunu görme anı, aynı zamanda affetmenin ve empati kurmanın başlama anıdır. Tüm ihtişamını ve yenilmezliğini kaybettiği zaman insanlaşan ve sıradan bir ölümlüye dönüşen “baba” adı altındaki tüm kutsallıkları sevebilme ihtimalidir belki. Ve babasını sevebilen bir oğulun bu affediş sayesinde kendini de sevebilme olasılığı. Evin direği olma zorunluluğu yerine eğilebilen bir adamın, sırf eğildiği için gözlerine bakabilme imkânı. Louis’in babası, her ne kadar onu babalık gücüyle ezse de, kendisi de aynı nedenlerle hayat tarafından çiğnenmiş, un ufak edilmiş bir adamdır. Onun da babası alkol sorunuyla oğlunu, karısını dövmüş, evi terk etmiş. Çocukluğuna dair en büyük gerçekliği fakirlikmiş. Hayatı boyunca evini geçindirebilmek adına hep ağır işlerde çalışmak zorunda kalmış. O kadar ki, kaza geçirip de çalışamaz hale gelince, hatta bu nedenle işten atılmasına rağmen, o sakat beliyle iki büklüm gene çalışmış.

Evet, yıllarca toplumsal cinsiyet rolleri adı altında kadının kutsal anneliğe indirgenmesine ve bu şekilde baskı altında tutulmasına karşı durmaya çalışıyoruz. Baskı gören ve üzerine güç uygulanan taraf olarak en haklı mücadelemiz bu. Ancak bir yanı gözden kaçırıyor ya da en azından gözlerimizi kaçırıyoruz sanırım. Bu sistem sadece ezileni değil ezeni de eziyor. Gücü elinde tutan, o gücün devamını sağlamak üzere bir taşa, insan olmayan bir şeye dönüşmek zorunda kalıyor. Gülmeyen, ağlamayan, sevgisini gösteremeyen hatta doya doya sevemeyen, hayatın hiçbir güzelliğini hissedemeden bir taşın içinde taşlaşan bir beden. Evin direği olmak adına eğilemeyen, eğilip de çocuğunun gözlerine bakamayan. “Senin hayatının tarihini yazmak, benim yokluğumun tarihini yazmaktır." ('Babamı Kim Öldürdü')

BABANIN ADLARI

Baba tanrıdır, devlettir, mutlak gücün ve hakimiyetin sahibidir. Gölgesine sığınılacak ve karşısında boyun eğilecek olandır. Her an bizi, hatalarımızı ve günahlarımızı gören, cezamızı kesecek olandır. Hatta tüm psikolojik kavramların en bilineni ve en sık tekrarlananı olan Oedipal komplekse göre bizi biricik annemizden ayırdığı için öldürdüğümüz ve bunun suçluluk duygusunu hayat boyunca taşıdığımızdır. “Bütün çocukluğum senin yokluğunu ümit etmekle geçti." ('Babamı Kim Öldürdü') Burada biraz nefeslenelim, zira psikiyatrinin baba kompleksi kavramı Édouard Louis’nin baktığı yeri anlamamız açısından önemli.

Psikanalizin babası kabul edilen Freud’un belki en önemli ve üzerinde en çok tartışılan teorisidir Oedipal kompleks. Psikiyatrinin diğer bir ismi Jacques Lacan da bu tanım üzerinde önemle durmuş ve onu yeniden yorumlamış ancak kesinlikle vazgeçmemiştir. Günümüzde de psikiyatriyle ilgili yorumlarda en sık karşımıza çıkandır. Oedipal kompleks adını, Sophokles’in tragedyası Oedipus’tan alır. Bu tragedyaya göre Thebai’de Kral Laios ve Kraliçe İokaste hüküm sürer. Kehanete göre asla oğul sahibi olmamaları gereklidir çünkü o oğul doğarsa babasını öldürüp annesiyle evlenecektir. Buna rağmen bir erkek evlatları olunca onu ayaklarından bağlayıp kurtlar yesin diye doğaya bırakırlar. “Şiş ayak (ödem pedis)” anlamındaki adı da buradan gelir. Ancak terk edilen hatta ölümün kucağına atılan bu bebek ölmez. Başka bir ülkede, başka bir isimle büyür. Ama evi bildiği yerden uzakta, tanımadığı bir adam olan babasını öldürmektir yazgısı. Sonuçta olaylar öyle gelişir ki kehanet doğrulanır. Babası olduğunu bilmeden Kral Laios’u öldüren Oedipus annesiyle evlenir. Ancak tragedyanın asıl anlatısı burada bitmez aksine ivme kazanır. Artık kralı olduğu Thebai’de o sırada bir veba salgını ortaya çıkar. Bu felaketin nedeni olarak eski bir cinayeti gösterir kahinler. Halk bilge ve yüce kralları Oedipus’un bu cinayetin gizemini ve veba felaketini çözmesini beklemektedir. Her şey çürüme halinde, kent yok olmak üzeredir. Oedipus bu cinayeti çözmek ister. Her şey, her ses, her fısıltı ona dur dese de yolundan çeviremez. Ulaşacağı bilgi ise acının bilgisidir. İç yakan, kahreden, bilinmemesi gereken bilgidir. Kendi babasını öldürdüğünü öğrenince gözlerini oyar ve sessizliğe, yalnızlığa mahkum eder kendisini.

Psikiyatri de Oedipus kompleksi ile tragedyadaki babayı öldürme ve bunun suçu, vicdan azabı altında hayat boyu acı çekme metaforlarını kullanır. Buna göre erkek çocuk, anneye büyük bir aşkla bağlıdır. Annesiyle bir bütün olmasının karşısındaki engel ise babadır. Baba, anneyi ondan alan, yatağını paylaşandır. Bu nedenle çocuk 1,5-2 yaşına geldiğinde bir seçim yapmak zorunda kalır. Ya kendi birincil haz ve mutluluk dünyasını devam ettirecek ve babasının sözüne karşı gelecek ya da babanın yasasına uyarak kendi benliğinden vazgeçecektir. Sonuçta “herkes öldürür sevdiğini”(4) ve erkek çocuk bir katil olmanın hem de kendi babasının katili olmanın suçluluk duygusuyla fırlatılır simgesel yani adına kültür denilen medeniyetler dünyasına. Bu simgesel bir öldürmedir elbette ama zihinde iki derin duygunun ve bilginin tortusu kalır. İlki babayı öldürdüğü, bu nedenle daha masumken suçlu olduğu, bunun cezasını hayatı boyunca çekmek zorunda olduğudur. İkinciyse, babanın sürekli kendisini mutsuz etmek, sevdiklerini elinden almak, yasalar koymak suretiyle hep cezalandırmak için beklediği bilgisidir. Birinci bilgi psikiyatristlerin, ikinci bilgiyse tüm iktidar yapılarının kilit taşıdır.

İşte anti-psikiyatri de bu noktadan karşı çıkar psikolojik çözümlemelere. Deleuze ve Guattari 'Anti Oedipus' kitaplarında Oedipal kompleks kuramının yaptığı şeyin açıklamak değil, babanın yasaları denen iktidaryal hiyerarşiyi ve suçluluk duygusunu kurmak ve meşrulaştırmak olduğunu belirtirler. Michel Foucault da aynı şekilde psikiyatrinin aynı bir din adamı gibi insanı daha doğuştan günahkâr ilan ederek küçülttüğünü ve egemen yapının ve iktidarın söylemini devam ettirdiğini iddia eder. Belki 'Babamı kim Öldürdü'yü daha derinden anlamak için anti-psikiyatrinin -gerçek faili gizlemek adına babanın ortaya sürüldüğü- bakışını aklımızın bir köşesinde tutmamızın faydası olacaktır.

Bunu mu yapıyoruz gerçekten? Genellemeler, kuramlar ve kavramlarla anonimleştiriyor ve devam mı ettiriyoruz eril düzeni? Her çocuk babasını öldürür, her baba yasayı koyar, her iktidar gücü elinde tutar, her erk… derken alışıyor ve normalleştiriyor muyuz? Kim o erk, o iktidar kimin elinde? İsimlerini söylemeyerek birer gölgeye, cezai ehliyeti olmayan hayaletlere dönüştürerek suçu küçük balıkların üstüne mi atıyoruz? Aile, eğitim sistemi, din, devlet, askerlik ve psikiyatri bile bir erkek bedeni, bir erkek bilinci inşa etmek için sürekli dönen çarklar mı ve o çarkları çevirenlerin adı hiç anılmayacak mı? Erkeklik inşası bir ötekileştirme inşası ve-gene Sartre’ın 'Varlık ve Hiçlik' romanına atıfla- bir hiçlikler inşası değil mi? “Kendimi tekrar etmekten korkmuyorum, çünkü yazdıklarımın ve söylediklerimin edebiyatın gerçeklerini karşılamadığını fakat yaşamın, bu yangının mecburiyetine, aciliyetine yanıt verdiğini biliyorum." ('Babamı Kim Öldürdü')

Peki bu hiyerarşiyi kim sürdürüyor? Evin direği olarak hiç eğilmeyen mi yoksa ona dimdik durması gerektiğini söyleyen mi? İşte Eduardo Louis bunu açığa çıkarıyor. Baba adı altında ezenin de -bu toplumsal yapı nedeniyle- ezildiğini göz önüne seriyor. Yıllarca kendisine acı çektiren babasının da neler hissettiğini, aslında ne istediğini anlamaya çalışıyor. Bunu yaparken suçluyu ve suçu aklama, yapılanları yok sayma ya da ezilenlerin mağduriyetini hafife alma gibi bir yola sapmıyor. Görmezden gelmeyi değil, yüzleşerek ve hesaplaşarak bir uzlaşı noktası bulmayı amaçlıyor. Bunu yapmak için de ismi genellemelerle geçiştirilen büyük yapıyı işaret ediyor. Siyasal erk bunu istiyor deriz ya da toplumsal hiyerarşi, eril düzen, egemen akıl… Ama böyle diyerek onları isimsiz, cisimsiz, adeta hükümsüz hale getirip sanki bu eşitsizlik düzenini sağlayan onlar değil de mekanizmanın en sonunda maşa ya da kukla görevinde olan ve bize yasayı iletenler olduğu yanılsamasına kapılmıyor muyuz? Bu nedenle tek tek adları sayıyor Louis: Hollande, Valls, El Khomri, Hirsh, Sarkozy, Macron, Bertrand, Chirac… “Senin bedeninin tarihi, onu yok etmek için birbirinin yerine geçen bu isimlerin tarihidir." ('Babamı Kim Öldürdü')

Louis intikamını, onların adını tarihe kazıyarak, Karındeşen Jack ya da III. Richard gibi kötüler listesine dâhil olmalarını sağlayarak almak istiyor. Irkçılığın, ayrımcılığın ve sınıfsal baskının devam etmesini belki ancak bu yolla engelleyebiliriz. “Ömrün boyunca Fransa’nın tek sorununun yabancılar ve eşcinseller olduğunu tekrar edip duran sen, şimdi Fransa’daki ırkçılığı eleştiriyorsun, sana sevdiğim adamdan bahsetmemi istiyorsun. Çıkan kitaplarımı alıyorsun, tanıdığın insanlara hediye ediyorsun. O adam gitti, yerine başkası geldi sanki. Bir arkadaşım, ebeveynlerin çocuklarını değil, çocukların ebeveynlerini değiştirdiğini söyler." ('Babamı Kim Öldürdü') Kim bilir, belki o adamlar gider ve yerine başkaları gelirken gerçekten değiştir ayrımcılığa ve eril şiddete ayarlanmış zihin yapısı. Kim bilir?

Dipnotlar 

  1. İnsanda vertigo yani baş dönmesi ve bulantı yaratan şey hayatta hep bir uçurumun başında olmamızdır, der Sartre. Ve asıl kaygının nedeni, uçuruma düşmekten çok ona atlama isteğimize nasıl karşı koyacağımıza dairdir.
  2. Dönüşüm / Franz Kafka
  3. Eli, eli, lema şevaktani? İsa’nın Tanrıya seslenişi.
  4. Oysa Herkes Öldürür Sevdiğini / Oscar Wilde