Baba, oğul ve aile: Ölümden Uzak Bir Yer

Kerem Eksen'in son romanı 'Ölümden Uzak Bir Yer', Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Abone ol

Ali Eroğul

Kerem Eksen’in yakın zamanda yayınlanan son romanı 'Ölümden Uzak Bir Yer', tam tarihini bilmediğimiz bir zaman diliminde; bir ayağı Manisa’da bir ayağı Çanakkale’de geçiyor. Kitapta öğretmen anne (Ömür), baba (Sait) ve oğulları Yusuf’un kötü kaderlerine tanık oluyoruz. Başlangıçta mutlu bir yuva tablosu var. Sofralarda şen şakrak sohbetler, kır gezmeleri, uzun seyahatler… Bir vakitler, bütün dünya onlar için yaratılmış gibi neşeli insanlar. Fakat sayfalar ilerledikçe yazar bu mutluluğu onlara çok görüyor ve mutluluk, yerini katıksız bir drama terk ediyor. Ömür’ün amansız bir hastalığa yakalanmasını, tedavi sürecini, ikinci çocuk Elif’in erken doğumu sonrasında hayata tutunamamasını okuyoruz.

Roman, ailenin altüst olması, herkesin bir yerlere savrulmasıyla ilerliyor. Evet yeterince ipucu verdiğimi düşünüyorum, o hâlde gerisini okurlara bırakalım.

KAYBETME KAYGISI

Küçük burjuva yaşam tarzından ve aile çevrelerinden bahsediyoruz. Bir ayağı modern, diğer ayağı geleneksel dünyada. Batılı, seküler yaşam tarzına öykünme, o dünyanın tüketim alışkanlıklarını takip etmeye çalışmanın yanı sıra, sorunları çözmek için hurafeden, muskadan medet umma birlikte yaşanıyor. Tümden bir tarafa doğru kaydıkları söylenemez, Anadolu Müslümanlığı diye tabir edilen yaşam tarzı baskın gözüküyor. Okuyabilenler, doktorluk, öğretmenlik gibi mesleklere yönelirken okuyamayanlar, manifaturacılık, nalburluk, emlak komisyonculuğu benzeri işleri yapıyor. Servet istifleme bakımından asla burjuvaziye yetişme imkânı olmayan, kendi emek gücünün beceresine dayanan, ihtiyaç duyduğunda alttaki işçi sınıfının emeğine talip olsa da ekonomideki bunalımlar nedeniyle her an oraya düşme kaygısı taşıyan bir çevre. Marx, küçük burjuva katmanının tarihsel olarak kaybedici bir rol oynadığını söylememiş miydi? İşte burada o kaybetme kaygısı çok net olarak kendisini faş ediyor. Küçük esnaflık yapanlar arasında tutunamayanlarla karşılaşıyoruz. İflasın eşiğine gelenler, sağlığı bozulanlar, aileleri dağılanlar. Meslek sahibi olanlar da her daim borcun harcın içerisinde. Kapitalizm, son tahlilde bir kriz düzenidir.

Ölümden Uzak Bir Yer, Kerem Eksen, 144 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2022.

O İNANILMAZ OLAY...

Romanda, kameranın öne çıkardığı somut görüntü, ölüm. Ölümle yüzleşememe teması belirgin. "Ölüm korkusu ölümden daha korkunçtur" demiş Schiller. Hep ondan kaçsak da kendini hep dayatıyor. Ölen kişi, genç ya da yaşlı, kaç yaşında olursa olsun sahneden çekilmiş, canlı diyalog artık sona ermiştir. Oysa maddi ve manevi mirası yaşamaya devam eder. Geleceğe aktarım, sadece malın mülkün sonraki kuşaklara geçmesinden ibaret değildir. Ölenle bağı olanlar için cüzdanın içindeki para kadar vesikalık fotoğrafın da anlamı vardır. Kundaktaki bebekten, doksanlık ihtiyara kadar herkes aynı kümenin içerisindedir. Jacques Ruffié, “ölümün cinselliğe ödenen mecburi fidye” olduğunu söylerken haklıdır. Yüksek bir fidyedir ölüm. Ölenler, kalanların hayatlarını şekillendirmeye devam ederler. Rüyalarda canlanırlar, sohbetlere girerler. Şifa verip onulmaz dertlere düşürebilirler. Sait ve Yusuf’un baba oğul ilişkisi kayıplarla örselenir. Yaşadıkları o “inanılmaz olay”, ölüm benzeri bir şey değil midir? Yıllar geçtikçe, hayaller yerini hayal kırıklıklarına bırakır.

BABA OĞUL... 

Baba-oğul ilişkisi edebiyatta çokça kullanılan, üstünde psikanalitik yorumlar yapılan bir başka tema. Kimi yazarlar bunu babanın gözünden, kimileri oğulun gözünden aktarırlar; anlatıda genelde bir denge durumu bulunmaz. Babalık, aile arabasını kazasız belasız menzile ulaştırma görevidir. Fakat yolda mutlaka aksilikler çıkar, motor su kaynatır, lastik patlar, fren tutmaz, belki kazalar meydana gelir. Bir bakmışız ki oğul, farklı bir dünya görüşüne, aklımıza hiç getirmek istemediğimiz alışkanlıklara sahip olmuştur. Ruhsal dünyasında hastalıklar, sakatlıklar çıkabilir. Terazinin kefesinde, zarar faydadan ağır basmıştır. Kerem Eksen önceki romanı 'Buradayız’da kıyısından şöyle bir dokunduğu bu ilişkiye burada cepheden dalmış görünüyor.

VE ŞİDDET

Roman, şiddeti özellikle vurguluyor. Dereceleri toplumdan topluma farklılaşsa da, küfür, baskı, sindirme, eziyet, korkutma, cezalandırma, cinsel taciz, ekonomik kaynakları esirgeme, günlük yaşamımızda sıkça rastlanan şiddet türleri. Taraflardan güçlü olanın sözlü şiddet veya doğrudan kaba kuvvete başvurarak sorunların çözümüne yönelmesini okuyoruz. Hannah Arendt başka bir bağlamda da olsa, “şiddet ile sözün imkânsız birlikteliğinden” söz etmişti. Söz çekici bir mıknatıs ise, şiddet onun itici türü. Yan yana gelemezler, birbirlerini teperler. Baba ile oğulun, karı ile kocanın, öğretmen ile öğrencinin, hatta insan ile köpeğin şu veya bu sorun nedeniyle karşı karşıya geldiği hemen her ilişkide, dinleme, anlama, medenice tartışmadan ziyade, karşı tarafı bastırma, sözünü dinletme, haddini bildirme çıkar ortaya. Kriz anlarında edilen o sinkaflı küfür, atılan yumruk, köpeğe yedirilen zehirli et parçası. Hepsi aynı amaca yönelik; parlayan alevi, üfleyerek değil, yumruk atarak söndürmeye çalışmak. Peki neden böyle? Evrensel bir sorun mu yoksa bizim coğrafyamıza mı özgü?