Ayşen Uysal: Rektörler iktidara biat ettiği sürece koltuğunda oturabiliyor

Prof. Dr. Ayşen Uysal: Daha öncesinde cılız da olsa sesini çıkarabilen üniversitelerde artık çıt çıkmıyor. İhraçların bunda önemli bir payı var. Rektörlerin artık öğretim üyelerini kazanma gibi bir derdi de kalmadı, çünkü görevde kalmasının yolu onların oyunu almaktan geçmiyor. Artık rektör iktidara biat ettiği sürece koltuğunda oturabiliyor. O nedenle M. Bulu “bana dokunmak devlete dokunmaktır” diyebiliyor. Bu söz aslında üniversitelerin mevcut halini çok iyi özetliyor.

Mühdan Sağlam msaglam@gazeteduvar.com.tr

Boğaziçi Üniversitesi’ne Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle üniversite dışından bir isim olan Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör olarak atanması sonrasında üniversitenin öğrencileri, akademisyenleri ve mezunlarının katıldığı eylemler devam ediyor. Öğrencilere yönelik sert müdahale ve tutuklamalar, sosyal medyadan Boğaziçi mensuplarının hedef alınması, son dönem Türkiye siyasetine, iktidar pratiğine dönük sorgulamaları beraberinde getiriyor. Bu çerçevede toplumsal muhalefet ve siyasal hareketler konusunda çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Ayşen Uysal ile Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eylemleri, iktidarı ve üniversiteleri konuştuk.

Boğaziçi Üniversitesi’ne 1 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Kararnamesiyle rektör ataması yapıldı. Hem üniversitedeki akademisyenler hem öğrenciler hem de üniversitenin mezunları bu duruma tepki gösterdi. Nitekim polisin sert tavrı sonucunda bir hafta içinde yüzlerce öğrenci göz altına alındı. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle bunun bir günde ortaya çıkan bir sorun olmadığını belirtmekle başlayalım. Rektörlerin belirlenmesi meselesi çok köklü ve uzun bir geçmişi olan bir sorun. Bununla birlikte, sadece son yıllara baktığımızda bile, bugüne nasıl adım adım gelindiğini görürüz. Seçimlerde en çok oyu alan adayların rektör olarak atanmaması, daha sonra bu beğenmediğimiz rektör seçimlerinin bile kaldırılması, liyakat koşullarını asgari düzeyde dahi yerine getirmeyen kimselerin ve siyasi figürlerin rektör olarak atanması, üniversiteye dışarıdan rektör atanması... Liste uzatılabilir. Dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi’ne dışarıdan bir kişinin rektör atanması ilk örnek değildi. O zaman şu soruyu sormak gerek: Neden daha önce öğrenciler ve öğretim üyeleri harekete geçmedi de bugün seslerini yükseltti. Bunun bir dizi nedeni var. Konu protesto hareketlerinin ortaya çıkışı tartışmalarıyla ilgili.

Galiba burada Boğaziçi’nin farklı bir niteliği var, değil mi?

Evet, şöyle: Boğaziçi Üniversitesi’nin geleneği, görece dokunulmamış bir yer olması, ilişki ağları gibi çok sayıda etmen burada rol oynuyor. Örneğin, benzer bir durumu yaşayan Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Nükhet Hotar rektör atandığında, üniversitenin muhalif ve örgütlü öğrencilerinin çoğu ya cezaevinde idi ya ağır disiplin cezaları altında ezilmişti, kalanlar da bir biçimde susturulmuştu. Sesini çıkarabilen öğretim üyelerinin bir kısmı KHK’ler ile ihraç edilmişti, vs. Bir de DEÜ geleneği itirazcı siyasetin üzerine inşa olmuş bir gelenek değil, daha çok “yakın ilişkilerle yolumu bulurum” anlayışına dayanıyor.

Tüm bunlara, Türkiye’deki üniversitelerin arasında, kolektif eylem için gerekli olan ilişki ağlarının kurulamamış olmasını da eklemek lazım. Biz bunu maalesef Barış İçin Akademisyenler örneğinde de gördük. “Okulculuk” birlikte hareketin önüne geçti.

Bu durum Boğaziçi eylemlerinde de karşılık buluyor mu?

Evet, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciler, öğretim üyeleri ve mezunlar rektör atamasına Ocak ayının başından beri tepki gösteriyor. Ama ayrı ayrı itiraz ediyorlar. Zira, Türkiye’de üniversite denilen kurumda itirazlar ve protestolar genelde bütün bileşenlerle birlikte yapılamıyor. Boğaziçi’nde de öğrenciler protestolarını ayrı sürdürüyor, öğretim üyeleri ayrı.

Anladım, peki bu durum bir soruna neden olur mu?

Bence bunun nedenleri üzerine düşünmemiz lazım. Zira bu parçalı yapı hareketin başarı şansını azaltıyor ve daha da önemlisi, bedelin hep bazıları tarafından ödenmesi sonucunu beraberinde getiriyor. Her iki tarafta barışçıl eylemler yapmasına rağmen, öğrenciler bir aydır yoğun bir baskı ve şiddete maruz kalıyor.

'İKTİDAR LGBTİ ÜSTÜNDEN EYLEMLERİ GAYRİMEŞRU GÖSTERMEYE ÇALIŞIYOR'

Akademisyenlerin yanında öğrencilerin tepeden atanan rektöre karşı seslerini yükseltmeleri LGBTİ bireylerin hedef gösterilmesine kadar uzandı. Sizce iktidar neden LGBTİ’yi burada hedef alıyor?

Eylemleri gayrimeşrulaştırma, değersizleştirme ve marjinalleştirme stratejisinin bir parçası bu. Akılları sıra, “toplumun değerleri”, “milli ve milli olmayan” gibi söylemlerinin de bir uzantısı olarak, toplumsal desteği bu şekilde azaltabileceklerinin hesabını yapıyorlar. Daha önceki eylemlerde de iktidar tarafından sarf edilen “kız mı kadın mı belli değil” (Hopa eylemleri), “çadırda ne yapıyorlar?” (Gezi eylemleri), “Mum söndü oynuyorlar” (1997, Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri) sözlerinde olduğu gibi. Bu defa da bu marjinalleştirmeyi LGBTİ üzerinden yapabileceklerini düşündüler. 1789 Giyotin Dilekçesi’nden bu yana süregiden bir devlet aklının ürünü bu yaklaşım. Böylelikle protestoların diğer sektörlere yayılmasını önleyebileceklerini düşünüyorlar. Daha da ötesi, aileler üzerinden öğrenciler üzerindeki denetimi artırabileceklerini hesap ediyorlar. Türkiye’de devlet toplumsal hareketleri bastırmak için aile kurumunu bir araç olarak kullanıyor.

Siz toplumsal isyanlar, protestolar ve siyaseti üzerine çalışan akademisyenlerden birisiniz. Bulunduğunuz Fransa bu anlamda öğrenci grevleriyle bilinen ülkelerden biri. Türkiye’deki örnekleri de gözeterek öğrenci aktivizmi nedir? Neden önemli?

Birçok ülkede öğrenciler toplumsal muhalefetin motoru konumunda. Bu, dönemsel ve mekansal olarak değişebiliyor tabii. Hem tarihin belli dönemlerine hem de farklı ülkelere baktığımızda bunu açıkça görebiliyoruz.

Bu anlamda son dönemden akılda kalan örneklere var mı?

Tabii var. Örneğin Şili’de 2011 yılında yaşananları düşünelim. Öğrencilerin başlattığı protestolar neredeyse bütün ülkeye yayıldı. Bugün Hong Kong’ta yaşananlara bakalım. Öğrenciler daha fazla demokrasi ve yeni anayasa talebi ile sokaktalar. Yakın dönemde Kanada’da yine eğitim ile ilgili meseleler dolayısıyla öğrenci protestoları sadece Kanada’nın değil, tüm dünyanın gündemine oturdu. Fransa’da kimi zaman daha da fazla yükselmekle birlikte, öğrenci hareketi hiçbir zaman uykuya yatmaz. Bunun en temel nedenlerinden biri örgütlü olmaları. Ve Türkiye’dekinden en temel farkı da örgütlülüğün kötü bir şey olarak görülmemesi.

Öğrencilerin daha genç yaşlarından itibaren haksızlıklara itiraz edebilmesi, toplumsal ve siyasal memnuniyetsizliklerine çare araması çok önemli. En nihayetinde itirazcı siyaset/protesto bir birikime dayanır. O birikimin oluşması, yurttaş olmanın da bir gereğidir. Daha ileriki yaşlarda haksızlıklara dur diyebilmenin, yurttaş olarak taleplerde bulunabilmenin de temelidir. Tam da bu nedenle Türkiye’de devlet, öğrenci hareketlerine bu kadar toleranssızdır.

'SOYLU’NUN SÖZLERİ TÜRKİYE’DE DEVLET GELENEĞİNİN SOMUTLAŞMIŞ İFADESİ'

Yeniden Türkiye’ye dönersek, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu önce dini değerlere hakaret ettikleri gerekçesiyle gözaltına alınan öğrenciler için “sapkın” ifadesini kullandı. Nitekim kısa süre sonra öğrenciler tutuklandı. Ardından diğer gözaltılardaki öğrencilerin çoğunun terör örgütü üyesi olduğunu söyledi, ancak buna dönük ne bir yargı kararı ne bir kanıt sundu. İktidarın sosyal medya üstünden bu ifadelerle öğrencileri hedef almasını nasıl yorumlamak gerekiyor?

Soylu’nun sözleri Türkiye’de devlet geleneğinin somutlaşmış ifadesi. LGBTİ konusunda da belirttiğim gibi, öğrenci eylemlerine desteği kırmak, kamuoyunda oluşabilecek sempatiye engel olmak, protestonun yayılmasının önüne geçmek için uzun yıllardır uygulanan en klasik taktik. “Örgüt üyeliği”, “hareketlerin ardında ipleri elinde tutan yasadışı örgütler”, “dış güçler” vs. bunlar Türkiye’de devletin hareketleri gayri meşrulaştırma stratejilerinin olmazsa olmazları. Her toplumsal mücadelede ve kolektif harekette önümüze geliyorlar. Ve böylece hareketleri savunma pozisyonuna itiyorlar.

Son olarak ihraç bir Barış Akademisyeni de olarak Türkiye’de üniversitelerin içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP dönemi bir kurumların içini boşaltma ve kurumsuzlaştırma süreci olarak yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Bu politikalardan üniversiteler de payını fazlasıyla aldı. AKP öncesinde de üniversiteler öyle bilim yuvası falan değildi, ancak durum giderek kötüye gitti. Daha öncesinde cılız da olsa sesini çıkarabilen üniversitelerde artık çıt çıkmıyor. İhraçların bunda önemli bir payı var. Rektörlerin artık öğretim üyelerini kazanma gibi bir derdi de kalmadı, çünkü görevde kalmasının yolu onların oyunu almaktan geçmiyor. Artık rektör iktidara biat ettiği sürece koltuğunda oturabiliyor. O nedenle M. Bulu “bana dokunmak devlete dokunmaktır” diyebiliyor. Bu söz aslında üniversitelerin mevcut halini çok iyi özetliyor. Araştırma yapsalar devlete dokunuyor, ders anlatsalar devletin âli çıkarlarıyla bağdaşmıyor, itiraz etmek devleti yıkma teşebbüsü sayılıyor, vs. Böyle bir yerin üniversite olmadığı konusunda kimsenin şüphesi yoktur sanırım.

Ayşen Uysal kimdir?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, aynı üniversitede Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans derecesini aldı. Paris I Panthéon - Sorbonne Üniversitesi’nde ikinci yüksek lisansını tamamlamasının ardından, 2005 yılında aynı üniversitede siyaset bilimi doktoru unvanını aldı. 2010’da doçent, 2015’te de profesör oldu. 2017’de Barış İçin Akademisyenler bildirisini imzaladığı için Dokuz Eylül Üniversitesi’nden ihraç edildi. Toplumsal hareketler, polis ve siyasal partiler ilgi alanı olup bu konuda çok sayıda kitabı ve ulusal ve uluslararası yayını vardır.

 
 
 
 
Tüm yazılarını göster