Ayşen Gruda'yla yolculuk...

Otobüsümüz son durağa varmıştı. Kapısını açtım. O şen şakrak halleriyle elimi tuttu. 'Çapkın' bir bakış attı: Sanatçı saygılı olmalı, mert olmalı, umutlu olmalı. Gülümsemekten başkası gelmedi elimden. İstanbul-Kocaeli yolculuğumuzdan aklımda kalanlar, Ayşen ablayı toprağa verdiğimiz bu günde tekrar canlanıyor gözümde...

Abone ol

İlkin uzun uzun yürüdüm. Çünkü böyledir; yürüdükçe acı geçecek sanır insan.

Geçmedi. Elvan'ın (kızı) sesi çok uzakta, tenha bir köşede kelimeleri birbirine dikiyordu: 'Annem kanser, hastaneye kaldırdık.'

Omuzlarımın çöküşünü hissettim sonra. Göğsümde o hep bildiğim, olup olmadık yerde beni sıkıştıran sızıyı hissettim. Böyledir çünkü; acı geçmeyince insanı un ufak eder, yere serer...

Ayşen Gruda ölüyordu. Dergimiz 'Pul Biber'in ablası... İki gözümüzün çiçeği.

SÖZÜN BİTTİĞİ YER VARDIR

Aralık ayının son günleriydi Elvan'la konuştuğumuzda. İkimiz de eksik kalan o duygunun etrafında dönüp dolaşıyor, birbirimizi sessiz sedasız teselli etmeye çalışıyorduk. Olmuyordu, o karşılıklı uzun susuşlarımız aramızda yuvarlanıp gidiyor, gerçeği peşinde sürüklüyordu.

Sözün bittiği yer vardır. Tüm cümleler orada eksilir. Şimdi Ayşen abla, birlikte oturulacak bütün masaların en kısa cümlesini kurarcasına çekip gidiyordu. Ölüme yatmıştı. Söz bitmiş, susmalar manasızlaşmış, hatıralar gizlendikleri o kuyulardan çıkmaya başlamıştı.

Herkes gibi hüzünlü şeylerin peşindeydim. Eksik kalacak, evin bir köşesine kaldırılıp unutulacak fotoğraflar gibi kalakalmak istiyordum. Ölüm, sukûneti öğrenmeyi gerektirirdi. Ayşen ablanın hep dediği gibi her şey karşısında hak ettiği saygıyı göstermek 'insanlık onurunun ilk kuralı'ydı. Öylece kuytu kenara saklanmış hatırlanacak bir anı aradım ve o uzun yolculuğumuza çarptım.

İzninizle o yolculuğu ve kalbimizde 'pıt diye havalanan kuşları' bile kıskandıracak heyecanımızı anlatmak istiyorum. Şimdi o köşede unutulan fotoğraflara bakma vakti...

8. Kadıköy Kitap Günleri'nden bir kare... Soldan sağa: Aslı Tohumcu, Deniz Durukan, Anıl Mert Özsoy, Meltem Yılmazkaya

BURA'DAN ORA'YA... AYŞEN ABLAYLA...

Ben öfkeliydim, Ayşen abla sakin. Ben anlatacak bir hikayenin peşindeydim, Ayşen abla üstüne yük olan hikayelerden kurtulmanın... Yol uzundu. O her zamanki zerafetiyle hazırdı, bense bütün dalgınlıklarımla yarım yamalak... Yol hep öğretir, derler büyüklerimiz... O gün benim Ayşen abladan öğreneceklerimin günüymüş. Şimdi, her şeyi, onun gidişi daha canlı kanlıyken, anlıyorum.

DÜNDEN ALDI SÖZÜ BUGÜNE GETİRDİ... 

Ayşen abla, bizi bekleyen otobüsün en ön koltuğuna oturdu. Saçları fönlü, yüzü güleç, elleri narindi. Önce havadan sudan girdi muhabbete. Anlattıkça büyüdü sanki, sesine güneş değmiş gibi ısındım. Dünden başladı anlatmaya, bugüne getirdi.

Yol, büyümek, derler büyüklerimiz... Ayşen abla sazı eline aldı, devam etti: Kadına saygı duyacaksın. Yücelt diyen yok! Ufaltmaya çalışma, uslu uslu kendi dünyanda yaşa!

Önünde sonunda sözün geldiği yer kadınlar, 'içimizdeki bir türlü çürütemediğimiz erkekliğimiz'di. Saygının bin hali varsa insan onurunun yok sayılmasının binbir acısı vardı. İşte buradan sözü devşiriyordu Ayşen abla: Devrimci olmak, sanatçı olmak budur. Kadınlara, hayvanlara, çocuklara saygı duymak... Sokakta, sahnede, sette!

İNSANI OLDUĞU YERE MIHLAYAN YOLLAR... 

Bazı yolların böyle bir hükmü vardır: İnsanı olduğu yere mıhlar. Ayşen abla o gün beni olduğum yere çivilemiş, kaldığı yerden sazının tellerine vurmaya devam etmişti: Bir tek bilime inanın, yalana, riyaya, alçaklığa boyun eğmeyin. Ne olursa olsun eğilmeyin! Eğilmek yalnızca yüzyıllık çınarlara yakışır.

Kamburuna çarptı gözüm. Sanatla yaşamın iç içe geçtiği o dolambaçlı yol dönüp dolaşıp Ayşen ablayı bulmuştu. Bir imgeyse o 'kambur', ne güzel durmuştu Ayşen ablanın sırtında... Ona yük olandan kendime bir hikaye çıkarıp sığınmaya çalışıyorum şimdi... Hatıralar hakikaten ne garipmiş!

'BİRBİRİMİZİ BÜYÜTTÜK, YOLDAŞ OLDUK'

Yol, altımızdan kayıp gidiyordu, zamanı durdurmak büyük marifet... Ayşen abla, türkünün en içli yerinde bir 'of' çeken aşıklar gibi devam etti: Yılmaz Güney'i çok severdim. Mertti. Dövüşe dövüşe gitti. Bir 'of' daha çekti, birbirine bağlanan ağıtlar gibi: Tarık'ı çok özlüyorum. Çok güzeldi. Hepimizin aşkıydı. Biz birbirimizi büyüttük, yoldaş olduk.

Bazı zamanlar susmak bitmeyen yollara benziyor. O gün öğrendim. Susmak derin bir kuyuydu. Ayşen abla, o kuyudan yine kendisi çıkmayı başardı: Her şeyin üstünden gelebilir insan, içinde umut oldukça. Devran döner, kötüler gider, umut bize kalır.

Otobüsümüz son durağa varmıştı. Kapısını açtım. O şen şakrak halleriyle elimi tuttu. 'Çapkın' bir bakış attı: Sanatçı saygılı olmalı, mert olmalı, umutlu olmalı.

Gülümsemekten başkası gelmedi elimden. İstanbul-Kocaeli yolculuğumuzdan aklımda kalanlar, Ayşen ablayı toprağa verdiğimiz bu günde tekrar canlanıyor gözümde.

Şimdi üstümde bir yük olan ve hep anlatmak istediğim o hikayeyle başbaşa kalıyorum. O 'pır diye havalanan kuşları hatırlatan' heyecanımız göğsümde yükseliyor. Ayşen ablanın yazamadan göçüp gittiği kitabının ilk cümlesini, ona söz verdiğim gibi, yoldaşlık duygusuyla yazıyorum.

Kadınlar umutlu, gençler ve sanat boyun eğmiyor. Hoşça kal 'iki gözümün çiçeği'. Toprağın şen olsun Ayşen abla...