Ayhan Geçgin'in Uzun Yürüyüş'ü

Ayhan Geçgin, gitmenin olanaklarını, olanaklılığını koyuyor okurun önüne. Zihinsel ve Mekânsal köklerini koparabilmenin zorluğunu bedenin kendinden vazgeçer gibi görünmesine havale ederek; -mış gibi yaparak.... Uzun Yürüyüş gitmeyi; ölümle, hiçlikle, bedenin alışkanlıklarıyla mücadele etmeyi ve pek çok başka şeyi durup düşünmemizi istiyor ama hepsinden daha fazlası, hâlâ yaşamın olanaklı çağında olduğumuzu hissettirmesi.

Abone ol

Ahmet Bülent Erişti

Laurens Sterne’in "story’e dayanmayan bir roman yazmak gibi delice bir fikre kapılmasıyla”(1) birlikte, roman artık doğa-insan mücadelesini, açık savaşlar ve bunun tarihini, kalbimizi titretecek büyük aşkları anlatmaktan çok uzak. Ama bu bizi yanıltmasın hikâyesiz bir romanın bile, varlığı gereği insanın içindeki karanlık mağarayı göstermeyi amaçladığını düşünmek durumundayız.

Ayhan Geçgin, romanın geçirdiği evreleri bilen ve insanı bir “story”e dayanmayan değil ama bu “story”i klasik bir anlatıdan çıkaran, onu bozarak kimi zaman da bu roman okuduğum şeyleri anlatıyor mu, hatta bir şey anlatıyor mu, dedirterek anlatan bir yazar. Geçgin’in ilk üç romanıyla ilgili kitap boyutunda çalışmalar yapıldı, yazılar yazıldı. (2) Geçgin, dördüncü romanı Uzun Yürüyüş’te de özellikle Kenarda ve Gençlik Düşü romanlarındaki tema, kurmaca tekniği, karakter oluşturma anlayışını neredeyse aynı denebilecek biçimde sürdürmüş. (3) Okura, sembolik düzlemde iki ayrı dünyayı temsil eden bir materyal tablo sunuyor roman: Şehir ve dağ. Her iki mekân da roman kişisinin kendisiyle hesaplaşması, başka bir varoluşa geçişini gerçekleştirmesi adına seçilmiş. Deleuze’cu temsil özelliği taşıyan şehir ile dağ, bir kaçış çizgisinin başlangıç ve bitiminin işareti olarak kodlanmış. (4) Bu yönüyle Uzun Yürüyüş, yer değiştirme üzerine kurulu, iki ayrı dünyaya dair metaforik alt okumalar yapabileceğiniz bir açık yapıt.

Uzun Yürüyüş, Ayhan Geçgin, 160 syf., Metis Yayınları, 2015.

Romanın sonuna kadar adını öğrenemeyeceğimiz ama iki ayrı yerde adının birinde Erkan; diğerinde de Mahmut olduğunu söyleyen ve İstanbul’da yaşlı annesiyle yaşadığı iki odalı evi terk etmeye karar veren kahramanımız bir sabah erken evinden çıkar ve geriye dönülmeyen yolculuğu da başlamış olur. Yolculuk demekle birlikte Uzun Yürüyüş’e bir yolculuk romanı demek kolay değil. (5) Uzun Yürüyüş’ün kahramanı X için belirlenmiş, takip edilecek bir yol olmadığı gibi; görülecek, anlatılacak; kısaca yol izlenerek varılacak hiçbir yer de yok. X, daha ilk günden başlayarak bir yolcudan çok etraftaki fiziksel ve zihinsel var oluşlara çarpa çarpa bükülen, değişen, savrulan biri. Yolculuk, her zaman belirlenmiş bir rotada ilerlemez elbette, bazen bilinmezliklerle sürer ama roman yolcusunun yüzü, kendi var oluşunun yansıması olarak da düşünebileceğimiz, bir çeşitlilik ve yaşanmışlık zenginliğine dönüktür. Oysa Uzun Yürüyüş’ün isimsiz kahramanı, daha isimsizliğinden başlayarak bir var oluş ve bunu çoğaltma düşüncesinde değil. Bulunduğu yer ve durumdan rahatsız ama bunun yerine yaşamı yeniden kuracak bir ütopya koymuyor; onun ütopyası bugünden kurtulmak.

"Kendisine sordu: Eskiden ben neydim? Yanıtı: Burada, yıllarımı geçirdiğim bu evde hapistim. Gerçek bu, beni bir oda, yemek, öteki günlük gereksinimler karşılığı burada tutmayı başardılar.”

İç konuşma, bunu kimlerin yaptığını sorup yanıt alamamakla sürer ve sonrasında kendisine çizdiği çıkış yolunu açıklar:

"Önceden doğru dürüst yaptığı tek şey, yakındaki parka gitmek, parkta dolanıp durmak, çemberler çizmekti. Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen, geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim artık başlıyor. (6)

GEÇGİN'İN HİCRETİ

Hicret başlıyor. Önce Kadıköy sahiline, oradan Üsküdar’a doğru süren “amaçsızca” gezmeler. Kurtulmak istediği şehirde insanları, sokakları gözlemleyen ve bunlara dair durmaksızın konuşan bir iç sesleyiş sayfalar boyunca. Kahramanımız “çemberden” bıkmıştır ama bıktığı çemberde dolanmayı sürdürüyor bir süre. Bu süreçte geceleri parkların bir köşesinde, bir çalının dibinde yatıp şehri, geceyi, “kendisi gibi dışarıda yaşayan” insanları tanıyor, onların yaşadıklarına tanıklık ediyor. “Hep gündüzleri kullandığı parkları bu kez gece kullanmak” ona da tuhaf gelmektedir. Sabah kalkmakta, kimi zaman deniz kenarına inmekte kimi zaman iç sokaklara girip çıkmaktadır. Evden ayrıldığı gün “açık bir hedefi” olduğunu açıklar iç konuşmasında. Amacı “şehrin dışına çıkmak, geniş bir ova, sessiz bir dağ eteği bulana kadar arkasına bakmadan” yürümektir. Evden ayrılışının üçüncü gününde; bu her şeyden bıkmış, şehirde kendisini her şeyin boğduğunu düşünen ve bundan kurtulmak için bir düz çizgide gitmeyi düşünen kahramanımızın, çok hızlı biçimde önceki hayatından koptuğunu, “geçmiş”in çok uzakta kaldığı hissine yönelik iç konuşmalarına tanıklık ediyoruz:

“Burada, diye düşündü, bu saydam kürenin içinde hem hareket ediyor hem kımıldayamıyorum, burada, bu saydam kürenin içinde ne yaşıyor ne de ölebiliyorum.”

Sonra? Sonra “bir süredir Kadıköy’de” olduğunu söyler ve günler aynı biçimde yürümek, ucuz lokantalarda cebinde kalan az parayla yemek yemek, geceleri parklarda yatmanın kaygısı, korkusu içinde ama hep bir tekrar nöbetiyle sürer.

Kenarda, Ayhan Geçgin, 200 syf., Metis Yayınları, 2003.

ŞEHRİN İNSANI ÖĞÜTEN ÇARKI

Roland Barthes, şehrin bir göstergeler imparatorluğu olduğunu, şehir merkezlerinin hayatı anlamanın merkezi olduğunu söyler. “…ağırlıklı yerdir, uygarlığın değerleri onda toplanıp yoğunlaşır: tinsellik (kiliselerle), iktidar (bürolarla), para (bankalarla)…” dedikten sonra “Merkeze gitmek toplumsal ‘gerçekle’ karşılaşmaktır” vurgusunu yapar. (7) İstanbul, İstanbul’daki yer adları, sorunlar, bankalar; kısaca şehrin insanı içine alıp öğüten çarkı gerçektir. Kahramanımız X, bu gerçekliği üzerimize yapıştırıp hissettirecek bir eylem içinde olmaz; durmaksızın iç sızlanması biçiminde tekrarlarla bize o korkunçluğun kendisindeki izlerine dikkat çeker. Barthes’ın uygarlığı, Uzun Yürüyüş’te distopik bir öğütücüdür. Şehrin, adını bile sildiği kahraman bu distopik ortamın içindedir ama onu rüyasında gördüğü bir karabasan gibi, resmeder. Şehre dokunmadan, onunla bağ kurmadan; içindeyken bile uzaktaymışçasına kendisine anlatır. Baudrillard’ın tarif ettiği simülasyon şehir var Uzun Yürüyüş’te. Geçgin’in yapmak istediklerini yapabilmesi adına iyi bir yol bu, yaşayamadığınız; sizi içine almayan, kusan koca bir canavarı zihninizde kurup oradan tarif etmek.

Ama karakol, Gezi olayları, ölenlerle ilgili duvar yazıları; okur ile roman arasında varılan okuma anlaşmasını, bırakılan planlı mesafeyi askıya alıyor. Ranciere’in “Kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur” (8) derken kast ettiği şey, rasyonelliğin, olağanı olağan olmaktan uzaklaştırmasıydı. Uzaktakine dair çoğalttığımız o distopik imge, yakın tarihin somut fotolarıyla, X’in hastanedeki doktorla iletişimiyle kesintiye uğruyor. Doktor Hanımın X ile kişisel olarak o derece ilgilenmesi, gecenin bir yarısı çıkıp gelip varoluşsal sorunlarla ilgili derin sohbete girişmesi Uzun Yürüyüş’ün nabzını düşürüyor.

Kenarda ve Gençlik Düşü romanlarındaki döngüsellik yerini çizgiselliğe bırakıyor. Mekânsal döngünün boğuculuğundan kurtulmak, girdaptan çıkmaksa gitmek ile mümkündür.

Kahramanımız X, şehirde başladığı bedenini aç bırakma, giysiden uzaklaşma dersleriyle bedenini ölüme karşı koruma, bedeni aşkınlaştırma fikrinden uzaklaştığını ve gitmenin önünü açtığını göstermiştir. Gitme ile bedeni yan yana koyma fikri, Geçgin’de bir tesadüf değil. Gitmek için bir beden gerektiğine göre önce bedeni konuşmak, bedenle uğraşmak gerekir. Beden kavramı düşünülmeye başlandığı andan itibaren ölüm kavramı da çağırılmıştır. Bu nedenledir ki beden ve bedenin ölümlülüğü üzerine düşünme, bir yandan bedenin aşkınlaştırılması; diğer yandansa ölümün kaçınılmazlığının olağanlaştırılmasına bağlı olarak insan öznenin bedeninin yüceleştirilmesine karşı çıkışı getirmişti. Bedenin ölümlülüğünü kabullenme düşüncesi, değişimin kaçınılmazlığının kabulünü getirmesi bakımından önemliydi. Lucretius, “ölümün bir saçılma” olduğunu, “evrende insana bahşedilen bir ölümsüzlük olmadığını” (9) söylediğinde ölüm korkusu ve bedeni ölümden kurtarmak olgusunun da bir anlamda yolu açılıyordu:

Spinoza-Nietzsche-Deleuze çizgisi bu eski, gözardı edilmiş, buna karşın son derece güçlü bir sezgiye dayanan kavrayışı izleyerek "beden"i yeniden gündeme getirir. Üç düşünür için de beden, kozmosun temel yatkınlığıyla, sürgit akış ve farklılaşmayla en dolayımsız iletişim kurabileceğimiz biricik olanağımızdır. Bu olanak bizi, olumsuzluk fikrinin kandırıcı, yaşamı

Öteleten, hatta giderek ölümle varılacak bir vuslatı duyusal coşkuya ve var olma direncine yeğleme yanlışlığından kurtarır.

Gençlik Düşü, Ayhan Geçgin, 248 syf., Metis Yayınları, 2006.

'GİTMEK YENİ BİR YAŞAM ARAMAKTIR'

Uzun Yürüyüş’ün kahramanı, bedenin aşkınlaştırılmasının karşısına “var olma direncini” mi koymuştur? Yüceleştirilmeyen beden, kendi zihin deneyimlerini önemseyen korunmacı bir içkinliğe yakın mıdır? Ayhan Geçgin, bunların farkında olarak kahramanını çok dolayımlı bir yola sokuyor: Beden, bir özne olarak gidebiliyorsa; hatta kendisini aşkınlığın kimi hallerine benzer biçimde hiçleştirecek denli sıkıştırır, ona eziyet eder haldeyken bile gidebiliyorsa içkinliği deneyimleyebilir. Kahramanımız şehirden başlayarak dağda devam eden süreçte, vazgeçme pratiğinin üzerinden kendini gerçekleştirmeye girişmiştir. Şehirde geçen zaman, modernitenin ürünü bir varlığın vazgeçişini; dağdaki yaşantı ise tanıdığı yaşantıdan daha geriye çekilmiş bir insanın yoksunluğu deneyimlemesinin simgesel mekânlarıdır. Şehirde başladığı yemeyi azaltma, üstündeki giysilerden sıyrılma, çalı diplerinde uyuma eylemleri bize dayatılmış, öğretilmiş yaşam deneyimlerini yok etme; bir kökü kurutma alıştırmalarıdır. Bu çaba dağda da artarak sürer. Kök kurutulmalıdır ve insan o kök kurutulursa başka bir yere gidebilirse ancak özgür olabilir. Ayhan Geçgin, gitmenin olanaklarını, olanaklılığını koyuyor okurun önüne. Zihinsel ve Mekânsal köklerini koparabilmenin zorluğunu bedenin kendinden vazgeçer gibi görünmesine havale ederek; -mış gibi yaparak. Yukarıda romanın yaşantısının, okurun yaşantısından ara yüzlerle hem bağlı hem kesik olduğunu ve bu uzaklaş(tır)manın romanın başarısı olduğunu ama hastane sahneleri ve Gezi olayları ile ilgili cümlelerin bu uzaklığı sildiği için romanın yaşantı sınırı ile okurun yaşantısı sınırının belirsizleştiğinden söz etmiştim. Ama kök kurutulmalıdır, kök’ten uzaklaşılmalıdır, düşüncesiyle birlikte düşünüldüğünde, sınırı belirsizleştirmenin bir rolü var: Koparken, giderken de burada bizden bir şeyler var. Geçgin aynı kısa devre yaptırmaya kahramanın dağda karşılaştığı gerillalarla konuştuğu bölümde de başvuruyor. Her şeyin şehirden de plastik olarak kurulduğu bir dağda birden roman dışı bir gerçeklikle, bu dünyadan; bu ülkeden bir gerçeklikle karşılaştığımızda yaşadığımız kısa devre hem bize hem de kahramana dair bir şey söylüyor: Gitmek yeni bir yaşam aramaktır.

Orhan Koçak, Geçgin’in Uzun Yürüyüş dışındaki üç romanını incelediği kitabının bir yerinde onun felsefi hazırlığına sirayet etmiş iki “tehlikeli öncel”den söz ediyordu: Benjamin ile Maurice Blanchot. Ben de kendi adıma tehlikeli bir adım atarak başka bir “öncel”den söz edeceğim: Jean-Luc Nancy. Nancy, göçmenlik, gitme, gitmenin işaret ettiği şifreleri çözümleyen konferansında adıyla kitaplaştırılan bir konferansında (10) önemli belirlemelerde bulunuyor:

“Gitmek daima aşina olanın [bir] parçasını yabancı olan, aşina olmayan ve önceden kesinlikle bilmediğimiz bir parça için, bir yer için; yaşamın bir parçası için terk etmektir.”

Uzun Yürüyüş’ün kahramanı, ona verilmiş bir adı bile geride bırakarak bilmediği bir yere yaşamın bir parçası için gider. Dairesel bir yürüyüşü değil çizgisel bir yürüyüşle bilinmeyene doğru gitmiştir:

“…daima yabancı olana doğru gideriz ve bu yabancı her zaman, en azından garip anlamında tuhaftır.” Kahramanımız X, tuhaf bir kız çocuğuyla karşılaşır, tuhaf eylemler, tuhaf durumlar vardır; mesela toprağa gömülmüş bir ceset gibi. Ama kimin kökleri vardır, kimler köksüzdür ve kimler köklerinden kurtulup gidebilir ve yeni bir yaşam kurabilir? Nancy, dünyaya en bağlı en sabit varlığın taş olduğunu söyledikten sonra “Taşlar biz onları hareket ettirmediğimiz, itmediğimiz sürece kımıldamazlar.” der. Sözü diğer bir canlı türü, bitkiye getirir: “Bitkiler gidemezler, bazen daha uzağa tırmanabilirler, göğe doğru çıkabilirler ama köklerinden toprağa sabitlenmişlerdir.” Ya hayvanlar? Hayvanlar bir yere sabitlenmiş değillerdir ama kendi yaşam alanları dışına da çıkmazlar. “Hayvanlar gitmezler.”

Taşın hayatı yok, ağaç kendi hayatını değiştiremiyor, hayvanlarsa bir yaşam alanı içinde deviniyor ama onun dışında yaşayamıyor. Kahramanımızın şehirden çıkıp dağa gidiş serüveni başladığında karşılaştığı köpeği okur hatırlayacaktır. Suyun kıyısında geçen zaman ve kayığa binme süreçlerinden sonra kahramanımızın geldiği dağda köpek yoktur; çünkü o, yaşam alanını değiştiremeyendir. Geçgin, bu izleği sürdürüyor ama yeterli değil:

“…öte yandan yalnız insanlar gider zira sadece insanlar doğal bağlarla sabitlenmiş değildir. Belli bir anlamda, kökten, köklerini yeniden bulmaktan bahsetmek hatadır çünkü bizlerin kökü yoktur, bizler gündüzsefası, meşe, söğüt ya da ot değiliz.”

Gitmek yaşamsa tersinlemeyle durmak da ölümdür. Beden özne bir çizgisel gidişle şehri ya da simgesel sabitliği kırıp bambaşka bir hayata; hiç bilinmeyen bir gerçekliğe geçmiştir. Dağdaki gerillalardan biri de doğrudan ve basit haliyle yaşam savunusu dersi verir; ölüme kendisi onca yakınken. Kahramanımız duran ve ölüme sabitlenmiş bir hayatı, mevcut düzenin sınırlarını hiçe sayarak ölüm duygusunu askıya almıştır, gitme kararıyla. İnsan çünkü, gitmezse ölüdür. Nancy devam eder:

“Bir kişi artık hiç gitmediği, artık alışkanlıklarını değiştirmediği, terk etmediği zaman duyarsızlaşır; gelişip serpilmesi durur. O artık göğe doğru boy atmaya, duvarlara sarılıp dolanmaya devam eden bitki gibi bile değildir. İşte gitmenin gönderimde bulunduğu durum budur.”

Uzun Yürüyüş gitmeyi; ölümle, hiçlikle, bedenin alışkanlıklarıyla mücadele etmeyi ve pek çok başka şeyi durup düşünmemizi istiyor ama hepsinden daha fazlası, hâlâ yaşamın olanaklı çağında olduğumuzu hissettirmesi.

DİPNOTLAR

  1. Milan Kundera,Perde, Can Yay. ,İstanbul, 2006, s. 24, Çev. Aysel Bora.
  2. Meraklı okur bunları kısa bir araştırmayla bulabilir ben sadece iki kaynak belirteceğim: İlki Derviş Aydın Akkoç’un Birikim dergisinin 296. Sayısındaki yazısı. İkincisi ise Geçgin’in ilk üç romanı Kenarda(2003), Gençlik Düşü(2006) ve Son Adım’ı(2011), Aylak Adam’la karşılaştırmalar üzerinden inceleyen Orhan Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler(2017) kitabı.
  3. Ayhan Geçgin, Uzun Yürüyüş, Metis Yay. ,İstanbul, 2015.
  4. Nurdan Gürbilek Express’in 144. Sayısında Deleuze’ün “kaçış çizgisi” kavramı üzerinden ayrıntılı bir okuma yaptığını da hatırlatayım.
  5. Murat gülsoy, “uzun yürüyüşün menzili”,K24 internet sitesi, 30 Temmuz 2015. Gülsoy yazdığı bu değerlendirmede Uzun Yürüyüş için “tam bir yolculuk romanı” diyor.
  6. Uzun Yürüyüş, s. 12.
  7. Roland Barthes, Yazı ve Yorum, Metis Yay. , İstanbul, 1990, s.116, çev. , Tahsin Yücel.
  8. Jacques Ranciere, Kurmacanın Kıyıları, Metis Yay., İstanbul, 2018, Çev. Yunus Çetin.
  9.  Çetin Balanuye, Beden ve Aşkınlık,  Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 6
  10. Jean-Luc Nancy, Gitmek-Yola Çıkış, Monokl Yay.,İstanbul,2012, Çeviren: Murat Erşen.