Asena Akan: Müzik iyileştirir yeter ki kendimizi akortlamayı öğrenelim

Psikolojik danışman ve müzisyen Asena Akan, müziği kullanarak kendimizle ve doğayla yeniden tanışabileceğimizi söylüyor. Akan'a göre müziğin iyileştirici bir gücü var.

Abone ol

DUVAR - Asena Akan, hem bir psikolojik danışman, hem de müzisyen. Yıllardır bu iki özelliğini bir arada kullanarak müziğin iyileştirici gücünü insanlara anlatıyor, insanların kendilerini müzik yoluyla tanımalarına yardımcı oluyor. İnsanı bir enstrüman olarak gören Akan, olumlu ve sağlıklı bir hayat için hepimizin kendimizi akort etmeyi öğrenmemiz gerektiğini söylüyor. Asena Akan’la müziğin iyileştirici gücünü ve bu gücü gündelik hayatımızda nasıl kullanabileceğimizi konuştuk.

Sizinle ilgili yaptığım araştırmada, genelde kişisel deneyiminizden yola çıktığınızı ve bugün yapıyor olduğunuz şeye de bu deneyimi aktardığınızı gördüm. Nedir sizin hikayeniz?

Tüm çocuklar gibi iletişim kurmaya seslerle başladım ama bir miktar fazlaydı galiba. Çok seviyordum sesler dünyasını ve konuşmaktan çok ses çıkarmayı sevdiğim için ailem “Acaba bu kızı doktora mı götürsek, konservatuara mı?” diye düşünüp konservatuara götürmüşler, sağ olsunlar. Müzik sever bir ailem var. İstanbul Belediye Konservatuarı’na 5 yaşımda girdim, keman bölümüne başladım. Okuma yazmadan önce notaları öğrenmiş oldum, yani sevdiğim şey hep seslerle iletişim kurmak oldu ve hâlâ öyle. Fakat seçilen enstrüman benim için çok uygun olmadı, ben arkadaşımın piyanosunu çalmayı seviyordum. Oturduğum anda, bastığım anda müzik yapabiliyor olma hissi bana çok iyi geliyordu. Yani “müzik yaratmak” aslında. Daha sonra pedagoji okudum, şimdi bakınca anlıyorum ki keman konusunda ısrarlı davranılmış aslında. Liseye geçerken konservatuarı bıraktım. Lisede okul orkestraları, Milliyet’in yarışmaları vesaire, o dönem birçok müzisyen aslında o sıralardan geçtik, benzer sahneleri paylaştık. Mesela Kenan Doğulu ile aynı okulda, aynı orkestradaydık. Suat Suna katılıyordu, Burak Kut katılıyordu, çok keyifli bir dönemdi. O sıralara psikoloji ilgimi çekmeye başladı. Kendimi iyileştirmek, daha iyi anlamak için ki kendimi bir enstrüman gibi görmeye de yatkındım. Herkesi de bir enstrüman olarak görüyorum. Dolayısıyla o yatkınlık da beni buna sevk etti ve psikolojik danışmanlık bölümünü kazandım. Bir yandan da kapıdan çıktığım konservatuara tekrar camdan girmek istedim ve şan bölümüne başvurdum ve girdim. Böylece psikolojik danışmanlık okurken eş zamanlı olarak şan okumaya başladım. Orada hocalarım bana çok iyi rehberlik yaptılar. Bir yandan da psikolojik danışmanlık bölümünü çok sevdim, o yıllar “müzik terapi” kavramını ilk duyduğum yıllar oldu. İnternetin yeni yeni hayatımıza girdiği yıllardı, internet üzerinden araştırmaya başladım. Amerika’da, İngiltere’de bir takım okullarda müzik terapi dersleri olduğunu gördüm. Bu konuyla hem bir müzisyen, hem bir psikolojik danışman olarak ilgilenmeye başladım.

Bir yandan da kariyerim farklı yollara ilerledi. Psikolojik danışmanlık eğitimi aldığım okulda asistan oldum, diğer yandan müzik tarafında da Flamenko grubunun vokalisti oldum. O sahnelerle birlikte müzik tutkum iyice öne çıktı ve ben asistanlığımın beşinci yılında okuldan ayrılıp müzisyen olmak için yola çıktım. Tabii müzisyen olarak hayatımı sürdüremedim. Yapmak istediğim müzik de popüler kültürden biraz uzak olduğu için ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Bir yandan caza yöneldim ve Randy Esen’le çalışmaya başladım, diğer yandan okullara gidip rehberlik, psikolojik dalında mesleğimi icra etmeye başladım. Alanda hiç çalışmadığım için kendime “psikolojik danışman” diyemezdim, o nedenle önce mesleğimi yapayım istedim. Okul tabii benim için eşsiz bir hazineydi. Öğrenciler, öğretmenler, veliler… Benim gözümde o kadar çok ve farklı enstrüman vardı ki okul ortamında, tam bir laboratuvardı benim için. Aynı zamanda müzisyen olduğum için okul orkestralarını da müzik öğretmenleriyle birlikte çalıştırmaya başladım, o da çok kıymetli bir deneyimdi. Ben orkestraya öğrenci seçerken potansiyele bakıyordum çünkü yeteneğe değil, müzik potansiyeline inanıyorum. Sonunda 30-35 kişilik orkestralar oluşmaya başladı. O dönem bende, “kendinde, içinde ne varsa onu enstrüman olarak kullanmak” gibi fikirler oluşmaya başladı o deneyimlerle.

Diğer yandan sözler yazmaya, bestelemeye başladım. İlk albümüm için hazırlanmaya başladım 2012’de. Kalan Müzik’le çalıştım, sağ olsunlar açtılar kapılarını ve ‘İstanbul’un İzleri’ albümü çıktı.

Bu sırada, ben kişisel vokal koçluğu yapmaya başladım ama psikolojiyi, insanın “kendinin enstürmanı” olması fikrini de kullanarak. Bunlara ‘Ses Olmak’ atölyeleri dedik. Derken, İstanbul Modern’le yollarımız kesişti. Çocuklar ve gençler için atölyeler düzenlememi istediler. Bir kayıt stüdyosu oluşturduk bu proje için. LÖSEV’den çocuklar geldi o ilk atölyeye, çok heyecan vericiydi. Beş yıl sürdü bu proje ve doğaçlama olarak İstanbul şarkıları yarattık. 

Derken bu kez şirketlere atölyeler, eğitimler vermeye başladım. Beyaz yakalı dünyası tabii çok farklıydı. Bunlar hizmet içi eğitimler ve birçoğu aslında zorunlu olarak geliyor, imza atıyor derslerde. Bu bana tuhaf geldi. Ancak zamanla müzik tabii ki bütün bu kuralları yıkacak güçte. Gösterilen direnç, müzik yoluyla ortadan kalkmaya başladı. Müzik yoluyla kendileriyle tanıştı insanlar.

‘YAPTIĞIM ŞEYİ POZİTİF BİR VİRÜS GİBİ TANIMLIYORUM’

“Müzikle iyileştirmek” büyük bir laf. “İnsanları müzikle tanıştırmak” desem, o da değil aslında. Siz tam olarak ne yapıyorsunuz?

Müziğin, hedef ne olursa olsun ona giden bir araç olabileceğini anlatıyorum, gösteriyorum aslında. Bu anlamda girdiğim sistemler içinde elimden geleni yaparım diye düşünüyorum, o sistem içinde uzun süre barınamam zaten, özgür bir ruhum. Yaptığım şeyi pozitif bir virüs gibi tanımlıyorum böyle bakınca. Orada minik bir değişim, bir başlangıç olabilecekse ne mutlu bana. Tabii bunu nasıl yapıcı bir şekilde yapabilirim diye düşünüyorum her seferinde. Karşımdaki şirket yöneticileri olabilir, öğretmenler olabilir, çocuklar olabilir… Şirket yöneticilerine anlatırken bunu, cazı model alıyorum çünkü cazda, sahnede liderlik sürekli değişiyor. “Liderlik” konusunu konuşuyorsak bu yöneticilere caz videoları izletiyorum. Yani aslında şunu anlatmaya çalışıyorum: Şirket bir orkestra ve farklı şekillerde yönetilebilir caz sahnesinde olduğu gibi.

Özetle, ben farkındalığı önemsiyorum. Bu atölyeler ne için, nerede, kimle yapılıyor olursa olsun, oradan biri çıkıp “bir saniye, ben ne yapıyorum?” derse, bu da bir farkındalık. Kişinin kendisini bir enstrüman olarak fark etmesini, neden orada olduğunu ve hedeflerini sorgulamasını amaçlıyoruz.

Ben her bireyin farklı bir enstrüman olduğuna inanıyorum, potansiyellerle dünyaya geldiğimizi düşünüyorum, hatta altın bir kalple doğan enstrümanlarız diye düşünüyorum ve bunu geliştirebileceğimizi düşünüyorum. Böyle bakınca müzik herkes için erişilebilir bir şey olarak görünüyor, çünkü zaten içimizde var, kalp atışının ritminden başlayarak. Ben bunun peşine düşüyorum, müziğe aracı olmak gibi, hatırlatıcı olmak gibi. Bize müzikle doğduğumuzu hatırlatan bu deneyimlerin peşindeyim. Bu deneyimin kendisinin iyileştirici olduğuna inanıyorum.

Burada dikkat edilmesi gereken şey şu: Müzik çok güçlü bir araç ve seni hiç istemediğin bir duygu durumuna da sokabilir, bir travmayı da hortlatabilir. Psikoloji eğitimi almış olmam bu anlamda beni koruyor. Bu adımları atarken sınırlarımı daha net belirleyebiliyorum ve pratik, doğaçlama çözümler üretebiliyorum. Eğer herkes “Ben müziği araç olarak kullanacağım” derse, o kişilere önce kendilerini korumayı öğretmek gerekir. Psikoloji bu anlamda beni de, atölye yaptığım kişileri de koruyor. Bu biraz müzikteki eşlik gibi; sana eşlik eden müzisyen, senin değerlerini, potansiyelini ortaya çıkaracak şekilde eşlik etmezse sana zarar verir. Benim işim de bu eşlikçilik. Hipokrat’ın bir sözü var, “İyileşmeyecek hastalık yoktur, iyileşmeyecek hasta vardır” diye. Benim görevim, hastanın içindeki iyileştirici gücü ortaya çıkarmasına aracı olmaktır, müzik de benim için bunun temel yolu.

Müzik, insanların ifade etmeye çalışırken zorlandıkları şeyleri ifade etmelerine olanak sağlıyor. Sözlerle dışa vuramayacakları şeyleri müzikle dışa vuruyorlar. Yaratıcılıklarını ortaya çıkarmalarına yardımcı oluyor, kendilerinde hiç bilmediği, tanımadığı seslerle, renklerle tanışmalarını sağlıyor. Eğer bir grup çalışmasıysa, orada başka kişilerin seslerini duyup orada bir uyumlanma yaşamalarına vesile oluyor. 1500’lü yıllarda sarkaçlı saatlerle ve metronomlarla yapılmış deneyler var örneğin, farklı salınımlarda bıraktıkları metronomlar, bir süre sonra birlikte salınmaya başlıyor. Çünkü doğadaki her şey uyum arıyor aslında, uyum sağlamak, karşı koymaktan daha az enerji istiyor. Grup olarak bir araya geldiğimizde, kalp atışlarımızdan başlayarak ses çıkarmaya başlıyoruz. Önce çok gelişigüzel çıkan sesler çalışma ilerledikçe birbirine yaklaşıyor, bir uyuma kavuşuyor. Bu çok önemli bir deneyim.

'MÜZİK BİZİ DOĞAMIZLA BARIŞTIRIYOR, DENGEMİZİ KURUYOR'

“Direnç” dediğiniz şeyi şimdi daha iyi anladım sanırım. Metronom örneğin, fiziğin, doğanın kurallarıyla çalışıyor ve bir zaman sonra tüm metronomlar aynı ritme, aynı salınıma kavuşuyor. Oysa insanlarda bu uyumu yakalayabilmek için onları önce doğal durumlarına sokmak gerekiyor. Burada, insanların doğal ritimleriyle, kendilerindeki müzikleriyle aralarındaki set aslında o direnç dediğiniz şey. Doğru mu anlamışım?

O kadar iyi özetlediniz ki. Çocukluğumuzda bu dirençler yok mesela, üç, beş yaşındayken birinin elini tutup hemen arkadaş olabiliyoruz. Ben bu motivasyonu tekrar yaratmaya çalışıyorum. Benim gücümü aldığım yer, çocukluğum. Bir başkası, bir hayvandan, bir yapraktan alabilir bu motivasyonu, çünkü biz doğanın bir parçasıyız ve sistemin en çok unutturduğu şey bu. Şimdi bu anlayışın, diyelim bir holdingteki atölyeden sonra o sistemin içine girdiğini düşünün. Orada bir ya da birkaç kişide minimal gibi görünen o değişiklik, pek çok şeyi etkileyebiliyor.

Bir örnek daha anlatayım. Bizim İstanbul Modern’deki atölyelerimize bir dönem Yetiştirme Yurdu’ndan kız öğrenciler gelmişti. Birçoğu büyük travmalar atlatmış, yaşamış. Onlara önce dinledikleri şarkıları sordum çünkü önce dinleme alışkanlıklarını anlamaya çalışıyorum, bu da bizim müzikle, kendimizle ilişkimizi anlatan bir şeydir. Çocuklar önce çok istekli olmadılar söylemek için, hatta biri “Dinlediğimiz şeyleri sen dinlesen kendini kesersin” dedi. Bunun üzerine daha çok merak edip öğrendim. Tabii ağır bir arabesk dinliyorlardı. Ben onlara bir sonraki atölyede geri döndüğümde şarkıların yazılı olarak sözleriyle gittim, görmelerini, okumalarını istedim sözleri. Bir kısmında çok etkili olmadı ancak bir kısmı şok yaşadı, “Biz bunları mı dinliyoruz?” diye. “Bunları dinlemeyin” demek doğru değil tabii, sigara bırakırken olduğu gibi, bunun yerine ne koyacağını anlamak lazım. Ben onları benim dünyama davet etme hakkına sahip değilim, dolayısıyla bunu dinlemeyin, alın şunu dinleyin de diyemem. “Bunları dinlemeye devam edebilirsiniz tabii ancak bunlar enerjiyi aşağıya çeken müzikler. Siz burada kendinize ait bir şey buluyorsunuz ve bu size iyi geliyor, bunu anlıyorum. Bunların yanında, enerjiyi yukarıya çeken şeyler de dinlemeye başlayalım” dedim ve türküler dinlemeye başladık. Sonra bir baktık ki birlikte halay çekiyoruz. Birkaç hafta sonra birkaç öğrenci yanıma gelip, “Hocam, biz artık bizi yukarıya çeken, iyi hissettiren şeyler de dinliyoruz” dedi. İşte bu kelebek etkisini yaratabilecek şey. Bunu cümle olarak kurduğu anda bu inanmışlık diğer arkadaşlarına da yansıyacak zamanla ve benim söylememden daha etkili olacak. İşte o pozitif virüs böyle bir şey. Tabii bunu yaşayınca bu beni de iyileştiren bir deneyim oluyor.

'MÜZİK TERAPİ YILLARCA SÜREN BİR EĞİTİM GEREKTİRİYOR'

“Müzikle terapi” denen bir şey var, yaptığım kısa araştırmada artık oldukça popüler olduğunu da gördüm. Tabii siz yaptığınız şeye “müzikle terapi” demiyorsunuz ama bize biraz anlatabilir misiniz, nedir müzikle terapi?

Amerikan Müzik Terapi Birliği bunu, “Müzik terapi eğitimi almış profesyonel bir terapist tarafından, müzikal terapötik müdahalelerin klinik çerçevede ve kanıta dayalı şekilde, bir terapötik ilişki içerisinde kişiye özel hedeflere yönelik olarak kullanılması” olarak tanımlıyor. Yani biz mesela “sağlık alanında müzik uygulamaları” diyebiliriz, ya da benim yaptığım gibi psikolojide müzik uygulamalarından söz edebiliriz. Ancak bir şeye müzik terapi diyebilmek için bu yukarıda okuduğum kriterlerin karşılanmış olması gerekiyor. Dünyada çok saygın okullar artık bu alanda terapistler yetiştiriyorlar. En az dört yıllık, altı yıllık eğitimlerden, vaka deneyimlerinden bahsediyoruz. Ülkeden ülkeye değişen akreditasyonlar var. Mesela Almanya’da ciddi ve zor süreçlerden geçmen gerekiyor müzik terapisti olmak için. Geleneksel olarak kullanılan ve müziği araç etmiş olan birçok uygulama tabii ki var, Anadolu’da da bunun örnekleri var. Bunlara “müzik uygulamaları” demeyi doğru buluyorum ancak müzik terapi değiller. Müzik terapide temel yaklaşım, “kişiye özel” olması. “Şu makam buna iyi gelir, bu makam şuna iyi gelir” demek güzel, bunlarla ilgili çalışmalar da var. Burada yapılmış çalışmaların bir karşılığı olduğuna eminim, iyileştirici etkileri de vardır. Ancak yazılı kültür bizde pek gelişmediği için bunların kanıtları yok. Ben, bu coğrafyada tarih boyunca denenmiş şeylerin yazılı, bilimsel olarak ifade edildiğinde müzik terapiyle karşılaşacağı, denk geleceği noktalar olduğunu düşünüyorum. Ancak, bir makamın bir hastalığa iyi geleceği fikrini müzik terapi kabul etmez. O kişiye özel, onun dünyasına hitap eden müzikleri bulmak ve bunlarla çalışmak gerektiğini söyleyen bir disiplin bu. Türkiye’de de çalışmalar başladı. Sağlık Bakanlığı alternatif tıp kapsamında kabul etti. Önümüzdeki dönemde lisans ve yüksek lisans düzeyinde bölümler de açılacaktır. Yüksek bir ilgi var bu alana, onu söyleyebilirim. Ancak burada bir risk de var. Şu anda 6 haftalık, 8 haftalık sertifika programlarına “müzik terapi eğitimi” adı veriliyor. Pandemide patladı özellikle. Bazıları dolandırıcılık düzeyinde hatta.

Bu kurslara giden herkes kendisi için “müzik terapi eğitimi aldım” diyebiliyor yani?

Bir sertifika veriyorlar evet, bundan sonrası kişinin kendi etik duruşuyla ilgili tabii. Ben dört yıl lisans, iki yıl yüksek lisanstan sonra bile kendime “psikolojik danışman” demedim mesela. Alanda çalışmadan kendimi bu şekilde tanımlamayı doğru bulmadım. Bu arada şu bilgiyi vereyim; bugün Türkiye’de gerçek anlamda müzik terapi eğitimi almış olanlar da ancak doktorların ve diş hekimlerinin yanında çalışabiliyor çünkü sadece onların böyle bir hakkı var.

Alternatif tıp olarak tanımlanan, yeni dünyada kendisine yeniden yer bulmuş olan, biraz mistifize edilen, çoğu zaman da bilimsel olmamakla eleştirilen bir alana da giriyor aslında sizin konunuz. Siz bu bağlamda kendi yaptığınız şeyi nasıl konumlandırıyorsunuz? “İyileştirmek” diyorsunuz örneğin yaptığınız işin olumlu sonuçlarına. Bu yorumunuz, psikolojik danışman olan meslektaşlarınızın bilim dışı kaldığınız eleştirilerine yol açıyor mu?

Tabii ki böyle eleştiriler geliyor. Bunları dikkate alıp yaptığım şeyleri de gözden geçiriyorum tabii .Ben bu deneyimlerim sonucunda bir enstrüman olarak en çok kendimle tanışmış oldum ve kendimi bir enstrüman olarak “bir ayağı yerde, bir ayağı gökte” olarak tanımlıyorum. Akıl ve sezgi… Sezgisiz bir akılı, bilimi çok fazla bilimmiş gibi değerlendiremiyorum. Ya da tam tersi, içinde düşünce olmayan bir inanç sistemi de doğru gelmiyor. Bir denge arayışındayım. Bu yine müzikten referans alan bir şey, teknik ve sezginin uyumuyla güzel müzik yapılır diye düşünüyorum. Duygulara yer vermeyen harika teknikte çalan bir müzisyen, yahut hiç teknik bilmeyen ancak duyguları baskın bir başkası… Denge dediğim, bu ikisinin bir araya gelmesi. Ben bunun bireydeki yansımasına da “insanın kendini akort etmesi” diyorum çünkü daha önce de dediğim gibi, her birimizin bir enstrüman olduğunu düşünüyorum.

Ne demek “kendini akort etmek”?

Bir enstrümanın, çıkarmak istediği sesleri çıkarabilmek için kendini düzenlemesi, hazırlaması demek aslında. Anla, doğayla bir bağ kurmak aslında bu. Kendimizi dinlemeyle başlıyor, kalp atışlarımızı duymakla… Bağ kurmakla başlıyor her şey, kendi enstrümanınla, yani bedeninle, duygularınla. Sonra, diyaloğa gireceğin kişilerle kuracağın bağlar geliyor. Bu evde sevgilin, eşin, çocuğun, arkadaşın olabilir, iş yerindeysen iş arkadaşların olabilir. Üçüncü ayak ise toplum, yani içinde performans yapacağın grup. Burada önemli olan şu: Başkasını akortlayamıyorsun ama kendini akortladıktan sonra insanlar az önce konuştuğumuz o uyum prensibinden dolayı sana çekilebilir. Örneğin sen birine selam verirken gülümsediğinde, karşındakinin de gülümsemesi ihtimalini arttırıyorsun.

Bu karmaşa, hayat gailesi içerisinde kendimizi akort edemiyoruz, anladığım bu. Bunu yaparken bir zamana, bir sessizliğe, kendimizle geçireceğimiz bir süreye ve tabii bir enstrüman olarak kendimizi tanımamıza ihtiyacımız var değil mi?

Evet, aslında bunu hatırlatacak şeyler var. Mesela şu meşhur “içinden 10’dan geriye doğru saymak” eylemi, tam olarak bir akortlama eylemidir. Ya da harekete geçmeden önce durup bir nefes almak, yahut iyi gelen bir müziği dinlemeye zaman ayırmak… Bu nedenle ben insanlara “kendinize müzik listeleri” oluşturun diyorum. Sabah iyi uyanma listesi örneğin… Bizler sesli ve hareketli enstrümanlarız, hareket de bir akort yöntemi. Yürüyüş yapmak, her vesilede bir hareket olanağı yaratmak vesaire. Spor salonundan çıktıktan sonraki hissi düşünün, o işte akortlanmak demek. Sadece müzik değil yani bunun yolu, müzik kolay ulaşılabilir olduğu için üzerinde çok duruyorum, bana pratik de geliyor. Kalkıp sabah bir resim yapmak da seni akortlayabilir ama bunu her zaman yapamayabilirsin, ancak bir şarkıyı, bir müzik eserini dinlemek yahut mırıldanmak kolay ve erişilebilir. Uyku sorunu yaşanıyorsa buna uygun müzikler dinlemek de benzer bir şey.

Tüm bunları şöyle özetleyebilirim aslında size: Ben önleyiciliğe inanıyorum. Sistemin bizden beklediği, hastalan ve ilacını al. Hayır. Bu nüans benim müzik terapiyle aramdaki mesafeyi de açıklıyor çünkü terapi, var olan hastalığı, sorunu iyileştirmek içindir. Ben ise eğitimciyim, bu sorun ortaya çıkmadan da insanın kendisiyle tanışıp bunu önleyebileceğini düşünüyorum.

Peki, bize, okurlarımıza, tüm bu deneyimlerinize dayanarak bazı basitleştirilmiş önerilerde bulunabilir misiniz? Bizler kendimizi nasıl akort edebiliriz?

Eğitimlerde, atölyelerde kullandığım bazı maddeleri sizinle paylaşabilirim tabii. Ben bunları, ‘Evinizde ve Kalbinizde Müziğe Yer Açın’ diye başlıklandırıyorum:

·         Sabah uyanınca derin bir nefes alın, olabildiğince yavaşça geri verin.

·         Güne sevdiğiniz müziklerle başlayın.

·         Gün içinde aralıklarla müzik dinleyerek stres ve kaygı seviyenizi düşürün.

·         Ev işlerini yaparken şarkı söyleyin, fonda çalan hareketli müziklere bedeninizle eşlik edin.

·         Çalışırken fonda sükunetli ve dingin enstrümantal müzikten faydalanın.

·         Uyku öncesinde dingin ve sükunetli müzikler dinleyin.

·         Evinizi paylaştığınız kişilerle, ailenizde, varsa çocuklarınızla müzikli oyunlar oynayın.

·         Pozitif enerji veren müzikler dinleyin, şarkı söyleyin.

·         Zaman zaman az konuşup sessizliğinize alan açın.

·         Mümkün oldukça doğanın sesini/sessizliğini dinleyin.

·         Kendi kişisel müzik listelerinizi oluşturun.

·         Sevdiğiniz diğer sanat ve spor faaliyetleriyle müziği birleştirin.