Arkamıza keyifle yaslanalım… Direksiyonda Jim Jarmusch var!

Film mizah öğesinde asıl zor olan bir şeyi başarıyor: Normal bir hayatın komik yanını göstermek. Aslında hepimizin hayatında mizahi öğeler olduğunu işaret etmek. Filmdeki karakterlerin aşırılıkları ve düştükleri durumdan ziyade bunların hepimizin başına gelebilecek olaylar olmasına gülümsüyoruz. Bizce bu sinemamızda nadir bulunan bir başarı ve mizah duygusu.

Abone ol

Yönetmen Jim Jarmusch’un, uzun zaman önce çekmiş olduğu filmini (tekrar) izlediğimizde, neden yönetmenin kendine sinema tarihinde şimdiden özel bir yer edindiğini anlıyorum. Gerçekten de bağımsız sinemada, zorlama hikâyeler kurmadan, büyük olaylarla değil küçük detaylarla ilgilenen ve göreceli olarak sıradan insanların başından geçen şaşırtıcı olaylarla ilgili bu kadar derinlikli ve ince bir mizah taşıyan filmler yaratan yönetmenlerin sayısı fazla değil…

DEĞİŞİK ŞEHİRLER, DEĞİŞİK İNSANLAR...

Los Angeles, New York, Paris, Roma ve Helsinki gibi beş değişik şehirdeki farklı taksi şoförlerinin arabalarına aldıkları müşterilerle yaşadığı ilginç olayları konu alan Night on Earth, her şeyden önce seyircilere gerçekçi olduğu kadar sıra dışı karakterleri tanıtıyor. Filmdeki hem taksi şoförlerini hem de müşterilerini oynayan karakterler, bizim her gün rastlayabileceğimiz sıradanlıkta kişiler olduğu halde aynı zamanda hepsinin şaşırtıcı hayalleri, özellikleri ve geçmiş hayatlarından gelen unutulmaz anıları var. Bu ister erkeksi ve bıçkın bir delikanlı tarzında Corky (Winona Ryder) olsun, ister eskiden Doğu Almanya’da palyaço olan ve epey beceriksiz bir şoför olan (!) Helmut (Armin Mueller-Stahl) olsun ya da isterse Roma’da adeta bir "stand-upçı" gibi takılan taksi şoförü (Roberto Benigni) olsun, bütün bu karakterlerin ve diğerlerinin inanılmaz hayat görüşleri ve şaşırtıcı iç dünyaları var. Ya da bazıları ilk bakışta düz insanlar gibi görünüyorlar ancak zaman ilerledikçe hepsinin çok daha derin kişiler olduğunu görüyoruz.

Yönetmen bu karakterleri ve hikâyeleri sunarken aynı zamanda öykülerin geçtiği şehirleri bazı kısa görüntülerle gösteriyor. Ancak bu görüntülerdeki amaç bu şehirlerin estetik yönünü gözler önüne sermek değil. Aksine onların genelde kenar mahallerini, eskimiş binalarını ve sadece o ülkeye ait dükkân tabelalarını görüyoruz. Kısa öykülerin belki sadece New York’ta geçen bölümünde şehrin biraz ışıltılı ve görkemli yönü dikkat çekiyor. Peki, bu az görüntülenen şehirlerde ve neredeyse sadece taksilerde geçen hikâyelerin bizi en çeken yönleri neler? Öncelikle hepsinde çok ince ve üstü örtülü bir mizah var. Bu mizah duygusu ister bir konuşma bombardımanın içinde (Roma sekansı) isterse dramatik bir olayın arkasında (Helsinki sekansı) saklansın, her zaman seyircinin aklına kazınıyor. Tabii mizah derken, hikâyelerin çoğu gülümsetse de filmin bütününün bir kahkaha tufanı olduğunu söylemiyoruz. Film mizah öğesinde asıl zor olan bir şeyi başarıyor: Normal bir hayatın komik yanını göstermek. Aslında hepimizin hayatında mizahi öğeler olduğunu işaret etmek. Filmdeki karakterlerin aşırılıkları ve düştükleri durumdan ziyade bunların hepimizin başına gelebilecek olaylar olmasına gülümsüyoruz. Bizce bu sinemamızda nadir bulunan bir başarı ve mizah duygusu.

KARAKTERLER ARASINDAKİ DENGE SAĞLANIYOR...

Bu sade ve derinlikli yönetmenliğin bir de, yine bizce çok başarılı olan dengeleyici bir yanı var. Yani filmde gördüğümüz, başta taksi şoförleri olmak üzere bütün karakterler dolulukları açısından ortak bir noktayı paylaşsalar da aslında hepsinin birbirinden çok farklı yönleri var. İlk bakışta Queens’li bir Latino’nun ve çığırtkan baldızının bir eski palyaçoyla veya laf ebesi bir İtalyanın ketum bir Finlandiyalı şoförle ne alakası olabilir gibi duruyor.

Ancak işte bu noktada işin içine yine yönetmenin dokunuşları giriyor ve hikayelerin anlatımındaki sadelik ve bütünlük, karakterlerin özelliğini yok etmeden, onların aşırılıklarını törpülüyor. Böylelikle ne kişiler filmin önüne geçiyor ne de karakterler arasında bir dengesizlik oluşuyor. Yönetmenin bu tutumu, normalde seyircinin hikâyede de ipin ucunu kaçıracağı hatta yorulacağı noktalarda, onları filmin içine, daha da içine girmelerini sağlıyor. Bu değişik hayat kesitlerini deneyimleyen karakterler filmin sonunda ayrı yerlere savruluyorlar. Biri belki hayatının fırsatını tepip şoförlüğe devam ediyor, bir diğeri yaşadığı bir şehri yeni yeni tanımaya başlıyor, bir öteki ise kendi üzücü geçmişinin herkesinkinden daha ağır olduğunu anlıyor. Fakat bunlar gibi basit ve düz görünen sekansların finalleri aslında çok daha derin konulara parmak basıyor.

Film tonuyla ve temposuyla böyle iddiada da olmasa da durum böyle. Örneğin istediği şeyi yapmak her şeyden daha önemlidir; bir yerde yaşamak ve bir yeri yaşamak aynı şey değildir; önemli olan görmek değil ‘bakmaktır’; hiç konuşmamak bazen çok konuşmaktan daha değerlidir; olaylara tutunmak bazen onları oluruna bırakmaktan daha yıkıcı olabilir gibi mesajları bu kadar sade bir filmin bize geçirmesi gerçekten büyük bir yönetmenlik başarısı.

Bu kadar incelikli bir yönetmenlik ve senaryoya sahip filme bir de harikalar yaratan oyunculuk performansları (biz özellikle erkeksi Corky’yi oynayan Winona Ryder ve histerik bir kızı oynayan Rosie Perez’e bayıldık!) ve Tom Waits’in enfes müziği eklenince film gerçekten bir başyapıt haline geliyor. Sadece Jim Jarmusch’un değil bizce bağımsız sinemanın da zirvelerinden olan bu filmi, tekrar da olsa, izlemekte büyük yarar var.

Yönetmen: Jim Jarmusch

Oyuncular: Gena Rowlands, Winona Ryder, Armin Mueller-Stahl, Giancarlo Esposito, Rosie Perez, İsaach De Bankole, Beatrice Dalle, Roberto Benigni, Paolo Bonacelli…

Ülke: ABD