Ankara metrosunda yatan Çankırılı Hasan

Devlet ve onun şimdiki sahipleri, sokakta yaşayan bir gencin teselliyi dindarlıkta arayan sözlerinde, müsebbibi ve sürdürücüsü oldukları sömürü ilişkisinin mağduriyetinden, kendilerine bir sahte erdem pelerini dikmenin fırsatını bulduğunu düşünmektedir. Sorumlusu olduğu felaketin kurtarıcısı gibi davranma pişkinliğiyle...

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

“Leylek senin ne kuşun

Gelir yazın, gider kışın”

Ankara’da kağıt mendil satarak hayatta kalmaya çalışan ve metro girişinde, “sıcak üfleyen havalandırmanın önüne” serdiği kartonların üzerinde uyuduğunu söyleyen 29 yaşındaki Hasan’ın video röportajını çoğumuz izledik sanırım. Hasan, büyük çaresizliği karşısında tanrıya ve yazgıya sığınarak umutlu kalmaya çalışıyordu. “Sokaklarda yaşıyorum” derken bile, gerçekte hiç gülmeyenlerin yüzünde görülen bir tebessümle gülümsemesi; sesinde, hiçbir şeye sahip olmayanlardaki tevekkülün tizliği; iki ayağı üzerinde bir sarkaç gibi ama yavaş yavaş salladığı vücudunun ‘uysal’ dili; onun iktidar muhiplerince de bir ‘yoksul aziz’ olarak benimsenmesini kolaylaştırdı belki. Video dolaşıma girip sosyal medya mecralarında çokça paylaşıldıktan sonra, Ankara Valisi Vasip Şahin, devlet adına yurttaş Hasan’ı ‘sahiplendi’… Üstelik Vali de sosyal medyadan duyurdu bu ‘hizmet’i: “Gönlü zengin, yüreği kocaman Hasan’a ulaştık. Bu akşamdan itibaren Ankara Valiliği olarak sorun ve ihtiyaçlarıyla yakından ilgileniyoruz.”

Çorbayla beslenen, yalnızca haftada bir gün yatak ve battaniye yüzü gördüğünü ve yıkanabildiğini söyleyen, ama buna rağmen gelecekten ümidini kesmeyen Hasan’ın gönlü elbette zengin. Yüreği de kocamandır mutlak. Ama Vali’nin bu gerçekleri kabul ve ikrar etmesini sağlayan, Hasan’ın şimdilik sorun çıkarmayan tevekkülü müdür, diye sormadan edemiyor insan. Nitekim, Türkiye’de yoksulluk, (bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi) ‘çok eski bir mesele’ olmakla birlikte, 29 yaşındaki Hasan’ın gençliğini metro havalandırmalarının önüne serilmiş kartonların üstünde solduran, bu eski meselenin bugünkü bir görünümüdür; onun yoksulluğundan Türkiye kapitalist devleti sorumludur ve şimdi onun gönlünü, yüreğini falan kutsayan vali, hem devleti temsil eden bir bürokrat, hem de –bu ülkede adet olduğu üzere– iktidardaki siyasi kliğin temsilcisi, (Erdoğan’ın geçmişe gönderme yaparken söylediği gibi söylersek) o siyasetin bir tür ‘il başkanı’dır. Ve tam da ait olduğu bu siyasi meşrebe uygun olarak bir gencin çalınmış hayatını, ‘sosyal yardım’ konusu olarak görmektedir: Metro önünde yatan Hasan’a, sanki onu bulmak bir işmiş gibi “ulaştıklarını” söylemektedir Vali; sorun ve ihtiyaçlarıyla yakından ilgilendiklerini ‘müjdelemektedir’… Oysa 29 yaşındaki Hasan doğduğunda, devlete kapılanmanın ilk adımı olarak Kastamonu Küre Kaymakamlığı görevine atanmış ve devletin her sahibiyle iyi geçinme esnekliğine sahip muhafazakâr-milliyetçi bürokrat kabuğuyla ‘bir koca vali’ olmuştur. Şimdi, ‘zamanın ruhu’na, kendisini de başkent valisi yapan bu ruha uygun olarak, paralize olmuş yoksulluğu bir tür azizlik mertebesi olarak göstermek; temsil ettiği devletin bu trajedideki başrolünü, sosyal yardım ilişkisi üzerinden ters yüz etmek istiyor. Devlet ve onun şimdiki sahipleri, sokakta yaşayan bir gencin teselliyi dindarlıkta arayan sözlerinde, müsebbibi ve sürdürücüsü oldukları sömürü ilişkisinin mağduriyetinden, kendilerine bir sahte erdem pelerini dikmenin fırsatını bulduğunu düşünmektedir. Sorumlusu olduğu felaketin kurtarıcısı gibi davranma pişkinliğiyle... İşsiz, evsiz ve yalnız bırakılmış Hasan’a, bizzat Hasan’ın, tüm Hasanların parasıyla ‘bağış’ yapan burjuva diktatörlüğünün ikiyüzlülüğüdür bu. Ankara rantından beslenen eski belediye başkanlarının, hemşehri dernekleri kisvesiyle yatay çıkarlar arayan Orta Anadolu eşrafının, sair bürokratların, yine sosyal medyadan ‘Hasan beni bulsun’ kibriyle telefon numarası mandallayan irili ufaklı patron takımının aynı maskeyle sahneye koşmasının nedeni de budur…

* * *

Evsiz, işsiz ve yalnız Hasan, “Doğma büyüme Ankaralıyım ama aslen Çankırı Ilgazlıyım” diyor, konuşmasının başında. Ilgaz, Hasan doğduğunda Ankara Valisi’nin görev yaptığı Kastamonu sınırında bir ilçe... Orta Anadolu bozkırındaki yoksul Türk köylüsünün, ağa ve eşkıya zoruyla, dinbazlık ve hükümet(ler) baskısıyla sindirildiği, zorlu ve makûs talihli bir coğrafya. Kemal Tahir’in, “Bozkırdaki Çekirdek” isimli romanı da bu coğrafyada geçer. 1943’te, artık iyiden iyiye yozlaşmış, kuruluştaki reformculuğundan kopmuş tek parti iktidarının, 2. Dünya Savaşı’nın henüz kestirilemeyen gidişatına ayarlı belirsiz rotası koşullarında, Çankırı, Kastamonu ve Çorum’un birleştiği noktada bir köy enstitüsü kurulması hikayesi üzerinden yöre insanının, özellikle de küçük köylüsünün içinde bulunduğu (ve esasen kimsenin umurunda olmayan) koşullarını anlatır. Hükümet politikalarının ve iç çekişmelerinin belirsizliğinde savrulan birkaç iyi niyetli eğitimci Çorum, Çankırı ve Kastamonu kasaba ve köylerinden topladıkları gençlerle bir ‘proje’ yaratmaya çalışırken, kasaba ve köyün iktisadi-politik despotları ile buralardaki toplumsal ilişkiler hakkındaki bilgisizlikleri arasında sıkışıp kalırlar esasen. Ankara’dan gelen cumhuriyet öğretmeni genç Emine Güleç ile enstitü öğretmeni Nuri Çevik yıldızlı bir gecede konuşurlarken, Nuri Çevik şunları söyler: “Köy için bir kere, hepimiz, yabancı konuklarız! Bir çıkar umarak geliriz, sırtlarını sıvazlar, yüzlerine güleriz, sonra fertiği çekeriz! Bilirler bunu... 'Leylek senin ne kuşun / Gelir yazın, gider kışın' diye de anlatırlar!”

Bozkır darındaki köylülerin, hükümetle ve onun ‘yukarıdan’ reformlarıyla kurduğu ilişkiyi Çankırı ağzıyla özetleyen bir vecizdir bu. Zaten, köylü çocukların, kendi dünyalarıyla çerçevelenmiş tüm iyi niyetli gayreti, Ilgaz’ın, Çankırı’nın, Çorum’un, Kastamonu’nun ‘müesses nizam’ına, Zeynel Ağalara, Cinci Nezirlere, Kara Dervişlere toslar. Tamamına varmamış bir devrimin gerçek aktörü olacak çocuklar, tüm bir gericilik koalisyonunun; köy-kasaba ağalarının, fırsatçı dinbazların, eşkıyaların düzeninde gelecekleriyle aralarındaki kıl köprüye tutunmak isterken can derdine düşer.

* * *

Türkiye’nin hala üzerinde tepinilen sahte ikiliği, yoksul köylülüğün ve diğer tüm emekçilerin üzerinde kimin egemenlik kuracağına dair bir çekişmedir biraz da… İslamcılar, muhafazakârlar; yozlaşmış cumhuriyet bürokrasisi ve sömürücü burjuvazinin hareket alanında, birer ‘Cinci Nezir’ kıvraklığıyla, gelenekle prangalı köylüleri, dindarları, bölüşüm ilişkilerinden dışlanmışları temsil etme iddiası aradılar kendilerine. Kısmen buldular da… Ama bugün gelinen noktada, tarımı ve hayvancılığı çökertilmiş, cumhuriyetle edindikleri –zaten son derece sınırlı– sanayi olanakları lağvedilmiş, bir inşaat-ihale ekonomisi lehine iyiden iyiye çoraklaştırılmış Anadolu coğrafyasının temsilcisi değil, ‘Yeni Türkiye’ adını verdikleri kendi saltanatlarının tuzu kuru elitleri durumundalar. Ilgazlı Hasan’ın babasını Ankara’ya göçtüren düzeni, Hasan’ı metro havalandırması önünde yatırarak ve sonra kurtarmış gibi yaparak sürdürüyorlar.

Ankara’nın daha seçimi kaybetmeden önce ‘lider’ tarafından istifaya zorlanan eski başkanı Melih Gökçek’i, geçtiğimiz hafta kentte etkili olan kar yağışı sırasında yaşanan sorunlarla ilgili olarak yazılan ve “Beter ol Ankara. Şimdi ne halin varsa gör. Darısı sazan İstanbul’un başına” gibi ifadeler içeren bir mesajı sahiplenerek paylaşmaya sevk eden de bu ‘tuzu kuruluk’tur. AKP’ye oy verdiği için halkı suçlayan eski seçkinlerin yerini, CHP’ye oy verenlere ‘beter olun’ diyen bu yeni vurguncular almıştır. Ilgazlı Hasan’ı sokakta yatıran, kağıt mendil satarak hayatta kalmaya mahkum eden, Anadolu ve Kürt köylüsünü şehirlere, en ağır sömürü koşullarındaki hizmetli sınıfı ya da işsizler, evsizler ordusuna nefer olmak üzere sürüyen bunlardır. Temsilcisi olduklarını iddia ettikleri kesimleri, ağır bir yıkıma sürükleyip orada ‘sosyal yardım’ adı altındaki sadakayla yörüngede tutmaya çalışmayı icat etmişlerdir. Ve bunların da kışı gelmiştir.

Tüm yazılarını göster