Analog, katmanlar, rüya ve Wim Wenders

Festivalin Perfect Days’i kendisi bir kitap gibi açıldıkça açılan, geçmişten günümüze katmanlandıkça çoğalan, merakımızı kurcaladıkça derinleşebilen bir Wenders klasiği. Wender’s bu filmde bir yandan da analog bir dünyadaki tanışıklığımızı koz olarak kullanıyor. Filmde müziğin de karakterle eş zamanlı koştuğunu ve böylece bu klasik kullanımlardan bir adım öteye geçtiğini görüyoruz.

Özlem Yalım press@ozlemyalim.com

İstanbul, geçtiğimiz hafta ilk kez kenti ziyaret eden usta yönetmen Wim Wenders‘ı ve oyuncu Koji Yakusho‘yu İKSV tarafından düzenlenen İstanbul Film Festivali’nin onur konukları olarak ağırladı.

Wim Wenders ismini ilk idrak ettiğim sinema filmi 1991 yapımı Until the End of the World idi. Heyecanlı bir üniversite öğrencisi olarak, tek başına film izlemeyi adet edinmiştim. Hayranı olduğum U2 tarafından müziklerinin yapıldığını keşfettiğim bu filmi izlemek için, bahar günlerinde bırakması çok zor olan ODTÜ kampüsünden Kızılırmak Sineması’na merakla gittiğimi; sonrasında bir Wenders hayranı olarak salondan çıktığımı hatırlıyorum.

Wim Wenders

Dünyanın Sonuna Dek isimli bu film, yakın gelecekte geçen bir bilim kurguydu. (o gelecek 1999 idi!) Başrollerini William Hurt ve Solveig Dommartin’in paylaştığı bu yapımda ikili, görsel deneyimleri ve rüyaları kaydeden bir makinenin peşinde tüm dünyada koşturup duruyordu. Dürüst olmam gerekirse, bu hikayenin sinemaya aktarılmasının yanında, hikayenin öznesi olan bu rüya kayıt cihazı da ilgimi çekmiş ve rüyaların gizemine olan merakımı bir tasarım öğrencisi olarak perçinlemişti. Filmdeki gerçeklik serumunu, nükleer kriz sonrasında yaşanan sosyolojik ve politik girdapları on yıllar sonra hatırlayıp durdum.

Sonrasında Wenders yapımlarının peşine pek çokları gibi düştüm ve hiç ama hiç hayal kırıklığına uğramadım. İyi bir belgesel yapımcısı da olan yönetmenin Buena Vista Social Club, Pina, Pope Francis, Cathedrals of Culture, Werner Herzog, A Trick of Light, Notebook on Cities and Clothes, A Black Jesus gibi eserlerinin karşısında bir izleyici ancak şapka çıkarabilir. Yönetmenin alametifarikası nedir diye sorsanız duyguları aktarma biçimi, olayları ve durumları epikleştirme becerisi diyebilirim. Diğer yandan usta yönetmen filmlerini mekanlarla, karakterlerle, müziklerle ve kimi sahnelerle sürekli olarak birbirine bağlıyor gibi gelir bana. Sanki pek çok katmandan oluşan bir büyük filmin farklı bölümlerini farklı zamanlarda izliyoruz ve bir gün tümü birbirini bir şekilde büyük bir bulmaca gibi tamamlayacakmış gibi.

Yönetmenin kimi eleştirmenlerden olumsuz yorum alan A Million Dollar Hotel isimli filmi, eleştirmenlere inat şahsi listemde en iyi filmler arasındadır. U2 grubundan Bono ile birlikte imza atılan bu film bana çoğu sahnesinde Samual Beckett’in Godot’yu Beklerken romanını anımsatmıştır. Buradan hafızama yazdığım “I am Fictional” repliğini daha sonraki yıllarda bir tasarımımda da kullanmıştım; nasıl da bugünlere dair bir replik ama değil mi? Yönetmenin imza attığı unutulmaz filmler arasında Paris Texas, Far Away So Close, Land of Plenty de üzerimde izler bırakanlar arasındadır. Eş zamanlı olarak filmlerde kullanılan kimi U2 müziklerinin videolarında da Wenders izleri görmek hep bu çok katmanlılığa eklenir belleğimde.

Dünyanın Sonuna Dek - Wim Wenders, 1992

1945 yılında Düsseldorf’ta doğan ve 60’lı yıllardan itibaren sürekli olarak kariyeri için tuğlalar ören Wenders’ın filmlerinde karşılaştığımız üstün görsellikte, yakın dostu Robby Müller’in de etkisi büyüktür. Wenders’in filmleri için bir arada çalıştığı yaratıcı insanlar arasında bahsettiğim gibi müzik grubu U2nun yanında grubun prodüktörü Brian Eno da var. Birkaç yıl önce bir yazımda Eno tarafından ilk kez ortaya atılan “scenius” kavramından söz etmiştim. 

Dehanın ve yeteneğin bir arada olduğu akıllı insanlar için genius terimi kullanılır; Eno bu terimi yaratıcılığı pekiştiren bir sahne ile genişletmiş ve adına da scenius demişti. Yetenekli, akıllı, yaratıcı insanların oluşturduğu bir birliktelik burada söz konusu olan. Herkesin kendi alanındaki ustalığını sergileyebileceği ortak işlere birlikte imza atılması; birbirini yakından tanıyan bu ekibin her bir sonraki işlerinde öncekini aşmaya gayret etmeleri ve bunu da çoğu kez başarmaları; tüm bunlar olurken de bir yaratıcı sahnede (scene) birbirlerini daha da motive etmeleri ve yaratıcı üretim adına kışkırtmaları, scenius kavramının tanımlamaya çalıştığı durumları oluşturuyor.

Wenders’ın scenius’unda özellikle Brian Eno etkisi ile gelen derin bir müzik varlığını da izlemek mümkün.

Filmlerin önemli katmanlarından biri müzikler. Sinemada müzik, zaman ve mekana dair daha ikna edici bir atmosfer yaratır. Müziğin bazen psikolojik durumların altını çizmek veya kimi konuşulmayan duyguların ifadesini arttırmak için kullanıldığını görürüz. Bir karakterin düşünceleri veya bir durumun görünmeyen sonuçları da sinemada müzik ile verilebilir.  Bir arka plan dolgusu olarak konumlanan veya bir tema vurgulamak için yapılan müzikler ve senaryoyu inişleri ve çıkışları ile neredeyse Broadway şovundaymışçasına sürekli kılan film müziklerinin dışında müzik, bir filmde karakterin bir özelliği olarak da kullanılabilir.

Wenders’ın festival kapsamında gösterilen Perfect Days filminde, müziğin de karakterle eş zamanlı koştuğunu ve böylece bu klasik kullanımlardan bir adım öteye geçtiğini görüyoruz.

Filmde The Velvet Underground’un yanında Lou Reed’in Perfect Day ‘inden Tinderstics’in Closing’ine, Van Morrison’dan Patti Smith’e uzanan bu nefis listenin büyük bir bölümü Brian Eno ile kesişiyor. Amerikanın rock tarihinin bu altın tınıları film boyunca karakterin hafızamıza gerçekten de yakından tanıdığımız biriymiş gibi kazınmasına yardım ediyor. Parçaların verdiği ruh hali, duygusal dozumuzu hep yükseklerde tutarken; tuvalet temizleme gibi bir işe rağmen pozitif duyguları besleyen bir akıcılıkta izlememizi sağlıyor bu hayatı. Nina Simone zaten Feeling Good (İyi Hissediyorum) diyerek noktayı koyuyor hikayeye. Ama işte o “iyi” hissetmenin hep bir yanında göz yaşları var, usta oyuncu o anı nasıl da vuruyor yüzümüze.

Wender’s bu filmde pek çok katmanı sunarken bir yandan da analog bir dünyadaki tanışıklığımızı koz olarak kullanıyor. Filmdeki kasetler, kasetlerin kalemle sarılması sahnesi, hatta doğrudan replik kullanımı, klasik film ile kullanılan Olympos fotoğraf makinası ve düzenli olarak bastırılarak arşivlenen siyah beyaz fotograflar bizim nesil için garanti biçimde nostalji noktalarını okşuyor. Diğer yandan yeni nesil ile de unutulmadan bağ kuruluyor. Bu nesil temsilcilerinin analog dünyaya olan ilgileri/ bilgisizlikleri filmde her türlü bu kavrama dikkat çekiyor ve onu önemsetiyor.

Gittikçe dijitalleşen ve yapay zeka teknolojilerinin yaygınlaşması ile birlikte büyük hızla gerçeklikten koparak sanallaşan dünyamızda önemli bir kavram analog.

Kullanım alanı yüz yıllardır genişleyen bu kelime, mekanik bir cihazı, herhangi bir şeydeki fiziksel detayı temsil ediyor. Kelimenin kökeni Antik Yunancadan geliyor. Logos, oran anlamına gelirken ana+logos, orantılı, orantılara göre yapılan anlamında; teknik ve mekanik bir dünyayı temsil ediyor.

Perfect Days filminde kahraman televizyon izlemiyor; cep telefonu kullanmıyor ama kitap okuyor, bitki yetiştiriyor. Her sabah tenekedeki soğuk kahvesi makineden büyük gürültü ile düşüyor. Yüzlerce kasedi var ve bunların filmde önemli bir rolü olduğu görülüyor. Tuvaletlerin temizlendiği kovanın tasarımı bile bu teknik-mekanik dünyayı pekiştirmek için seçilmiş gibi. Dünya ne kadar teknoloji ile değişse dönüşse bile birileri hiç internete girmeyecek, bilgisayarda oyun oynamak yerine tanımadığı biri ile kağıda çizerek X O X oynayacak. Bir yanımız dijital dünyaya direnecek ve hep analog kalacak.

Tokyo tuvaletleri 

Karakterin temizlediği tuvaletler, Tokyo olimpiyatları sırasında önemli mimarlara Japon devleti tarafından komiyson edilerek yaptırıldı. Tadao Ando, Shigeru Ban, Toyo Ito, Kengo Kuma, Marc Newson gibi dev isimlerin de aralarında bulunduğu bu kapsamlı tasarım projesi kentin tanıtımında olimpiyat zamanı pek yankı uyandırmıştı. Olimpiyatın kendisi gibi bu önemli proje de küresel salgından ötürü hak ettiği değeri bulamamıştı. Bunu o dönemde kapsamlı olarak kaleme almıştım. Açıkçası bu süreci bildiğinizde, filmin bu projeyi tanıtan bir yanı olduğu hissine de kapılıyorsunuz ama Wenders detayları ve kahramanın hayatı öylesine güçlü ki, filmi böyle bir perspektiften izlemiyorsunuz. Bu tuvalet tasarımlarının çeşitliliği, yenilikçi malzemeleri, kahramanın bilinçli bir sadelik içindeki yaşantısı ile ustalık içinde tezat oluşturuyor.

Bu tezatlık, evinin bulunduğu az katlı bir alt sınıf mahallesine komşu olarak yükselen Skytree isimli TV kulesi görüntüleri, veya çok katmanlı otoban ile art arda geçen park-doğa görüntüleri ile sürekli olarak altı çizilen bir yönetmen marifetinden başka bir şey değil. Wenders’ın kahramanının da hayatının kim bilir kaçıncı katmanında geçiyor bu mükemmel günler. Çünkü kesin bir bilgimiz olmamasına rağmen neredeyse emininiz ki film boyunca tuvaletleri temizleyen bu adam hayatının başka bir döneminde bambaşka ve çok daha iyi koşularda, belki de varlık içinde yaşıyordu.

The Wild Palms, William Faulkner

Filmde kahramanın rüyaları olarak gördüğümüz belli belirsiz görüntüler bize bu gizemli kırılma noktası ile ilgili ip uçları verecek diye dikkat kesiliyoruz ama nafile. Belki de sadece filmdeki başka bir katman olan kitaplardan Willam Faulkner’ın The Wild Palms‘ın etkisinde kalıyordur. Bu kitabın varlığı, açıkça Goddard’a bir gönderme olmalı. Bu rüya sahneleri Wenders deneyimimi tetikliyor ve beni onunla ilk tanıştığım rüya kayıt makinesine götürmeye yetiyor; muhtemelen yönetmen bunu bilinçli olarak istiyor. Bu katmanlar arasında, fotoğrafların stoklandığı metal kutular da yerini alıyor; kendisinin de yayınladığı kitaptan ötürü polaroid fotoğraflar çektiğini bildiğim Wenders’ın, kendi arşivi mi acaba diye düşünüyorum izlerken.

Özetle festivalin Perfect Days’i kendisi bir kitap gibi açıldıkça açılan, geçmişten günümüze katmanlandıkça çoğalan, merakımızı kurcaladıkça derinleşebilen bir Wenders klasiği.

Birbirine bağlanan katmanlar, imgeler, sesler, şehirler ve insanlar arasından kendime eklediğim hikayelerle birlikte, filmde merak etmemiz için yer verildiğini bildiğim savaş sonrası yazarlarından Koda Aya’yı okuyup araştırmak ve nedense şimdiye kadar izlememiş olduğum Lizbon Hikayesi’ni izlemek üzere kendime not alıyorum. Siz bu satırları okurken ben bunların peşine düşmüş olurum bile.

Tüm yazılarını göster