Ana akım medya kurtulur mu?: Yapısal sorunlar ve yeni norm arayışları

Habertürk gazetesinin basılı halinin kapatılmasının tek nedeni dijital/internet medyası ile rekabet edememesi mi? Bu, Aydın Doğan’ın medya grubunu Demirören Grubu’na devrederken “vallahi de üzerimde baskı yok, kendi rızamla satıyorum” sözü kadar inandırıcı olabilir ancak. Medya sahiplerinde beliren, iktidarın otoriterleşmesiyle alandan çekilme/kaçma ya da boyun eğme eğilimi, gazeteciliğin itibarını da demokrasinin garantörü olma misyonunu da ortadan kaldıran bir eğilim olarak karşımızda duruyor.

Abone ol

Tezcan Durna*

Bu yazıya başlamadan önce geçen hafta Gazete Duvar’da yayınlanan İsmail Küçükkaya olayına dair yaptığım değerlendirmeye katkı sunan Yusuf Yüksekdağ’a teşekkür etmek isterim. Yüksekdağ’ın yazısı benim değerlendirmeme  hem eleştiri hem de katkı içeriyordu.(1) Getirilen eleştirilerin haklılık payı vardır, ancak buradan bu eleştirilere detaylıca yanıt vermeyeceğim. Sadece bu defa yazacağım şeylere bir girizgah oluşturacak nitelikte birkaç cümle edeceğim. Temelde bütün meslek etiklerinin bütüncül olarak erdemli bir insan olmayı geri planda bırakan profesyonellik kodlarıyla hareket ettiğini hatırlatmak isterim. Gazetecilik mesleği içindeki etik kodlar da bundan ari değildir. Bazı durumlarda gazetecilik mesleğinin profesyonel kodlarıyla hareket ettiğiniz zaman rahatça işin içinden sıyrılabilirsiniz, ancak etraflıca düşünüp muhakeme etmeyi gerektiren genel etik davranma zorunluluğu devreye girdiği zaman, meslek etikleri yetersiz kalabilir. Bunun en somut örneğini, Küçükkaya vakasında gördük. Esra Arsan’ın yine Duvar’da yayınlanan yazısında da değindiği gibi, pek çok gazeteci, Küçükkaya’nın davranışını futbol jargonlarını da kullanarak gazetecilik etiğine uygun saymışlardır: “Top ayağıma gelmiş gol atmayayım mı? Sorusu bu jargonların en bilinenidir. Bu tam da daha önceki yazımda bahsettiğim fırsatçılığın gazetecilik başarısı sayılamayacağı saptamasına da iyi bir örnek olabilir. Bu defa gazetecinin ya da kurum olarak haber medyasının özerkliği konusuna değinmek istiyorum. Zira bu konu etik bir gazetecilik yapabilmenin en önde gelen koşulu olarak düşünülmelidir. Zira özgür (kurumsal bağlamda özerk) düşünemeyen birisinin etik davranması da mümkün değildir. Ana akım gazeteler, endüstrileşmiş haber medyası Türkiye’de neden gerçek anlamda özerk davranamamaktadır? Buna engel olan yegâne etken sahiplik yapısı mıdır? Yoksa üretim sürecindeki yapısal sorunları şekillendiren zorunluluklar da özerkliği etkileyen unsurlar arasında mıdır?

Bu soruları yanıtlamak için öncelikle Bourdieu’nun terimlerinden en önemlisi olan alan kavramına başvurmak yerinde olacaktır. Alan kavramına, bu yazının sınırlarını aşacağı için detaylı şekilde girmeyeceğim. Ancak Bourdieu’nun ilişkisel sosyoloji perspektifinden hareketle toplumsal uzamdaki, her türlü uzmanlık, meslek ve işi bir alan olarak düşünebiliriz. Toplumsal alandaki hiyerarşiler ve bu hiyerarşileri meşrulaştıran söylemler bu alanlar arasındaki etkileşim ve mücadele sonucunda gelişir, serpilir. Bu bağlamda bir alanın ortaya çıkabilmesi için üç evre gerekir: Bunlardan birincisi özerkliğin kazanılması, ikincisi yapının ortaya çıkması ve üçüncü olarak da simgesel sermayenin oluşması.(2) Gazeteciliği bir alan olarak düşünürsek, Türkiye’de mesleğin özerkliğini kazanması her tarihsel uğrakta farklı nedenlerle olmak üzere, neredeyse hiç mümkün olmamıştır. Yapının ortaya çıkması ise üretim ilişkilerindeki yapısal sorunlardan dolayı mümkün olmamıştır. Simgesel sermayenin oluşabilmesi ise özellikle kör bir rekabetçiliğin son otuz kırk yıldır kıyıcı hale gelmesi nedeniyle mümkün olmamıştır. Bu son maddedeki simgesel sermayenin oluşumu, gazetecilik mesleğine özellikle ekonomi alanından gelen müdahaleler ve sömürgeleştirme girişimleri nedeniyle de mümkün olmamıştır. Özellikle seksenli yıllarda medya alanına hâkim olan ticarileşme eğilimi, medyadaki tüm içeriklerin ekonomik terimler tarafından şekillenmesini yaygınlaştırmıştır. Bu bağlamda Türkiye’de haber medyasının neden bir alan olmayı başaramadığını maddeler halinde şöyle sıralamak mümkündür:(3)

  • Özerklik iddiası, ticarileşme ve endüstrileşme süreciyle beraber güçlenmemiş, iyice zayıflamıştır. Medyaya hâkim olan sermayedarlar, içeriklerin ticari başarılarını öncelediği için, özerklik talebini geri plana atmışlardır. Elbette her medya sermaye grubunun kendi içinde devlet ya da iktidarla farklı çıkar ilişkileri olduğu için de özerklik talebinin yerini çıkar alışverişi almıştır.
  • Gazeteciliği tanımlayan aktörler bizzat gazetecilik yapan muhabirler, gazetecilik meslek birlikleri ya da sendikal örgütler değil, sermaye sahipleri ve onlarla sınıfsal/habitual uzlaşım içinde olan köşe yazarları, temsilciler (özellikle Ankara temsilcileri), genel yayın yönetmeni, reklam birimi sorumluları gibi sembolik seçkinler olmuştur. Bu durum gazeteciliğin ekonomik temelli bir çıktı üreten meslek haline gelmesini ve bu şekilde görülmesini pekiştirmiştir. Batı'da ticarileşmenin yarattığı meşruiyet krizi gazeteciliği yeniden normatif çerçevede tanımlayarak aşılmaya çalışılırken, Türkiye’de ise sadece ekonomik temelli “talep” kavramına yaslanılarak aşılmaya çalışılmıştır. Batı'da da elbette talebin muhatabı olan halk/kamuoyu bu durumda imdada çağrılmıştır. Ancak Batı'da halk “nesnellik, dengelilik, tarafsızlık” gibi kavramlarla ticari gazeteciliğe ikna edilmeye çalışılırken, Türkiye’de “biz halka ne versek onu okur/izler” elitizmi ile “halk bunu istiyor” popülizmi arasında git-geller yapılarak bu ideallerin içi boşaltılmıştır. Böylece ne basının özerklik talebi bir toplumsal/kamusal karşılık bulmuş, ne de bu talep gerçek bir anlam kazanabilmiştir.

Kuşkusuz gazetecilik pratiklerine içkin olan haber kaynağına bağımlılık, yerleşik haber değerleri, rutin habercilik gibi temel iş yapma yol-yordam-usul ve esasları gazeteciliği siyasi süreçlere bağımlı hale getirir. Bu, gazetecilikle ilgili olarak sadece Türkiye’ye özgü değil, tüm dünyada var olan temel yapısal sorunlardır. Buna sahiplik ilişkilerinden, kapitalist üretim ilişkilerinden, gazeteciliğin giderek daha bürokratik bir iş haline gelmesinden kaynaklanan diğer yapısal sorunları da kolayca ekleyebiliriz. Türkiye’ye özgü olan sorun, evrensel olarak tanımlanan bazı ilkelerin resmî ideoloji süzgecinden geçerken anlamsız hale gelmesi sorunudur. Mesela objektiflik, ülke bütünlüğünü devletin ali menfaatlerini tehdit ettiği noktada çabucak vazgeçilebilecek norm olarak karşımıza çıkar. Tarafsızlık ülke çıkarları zedeleniyorsa hemen taraf olmayla yer değiştirebilir. Bu nedenlerle Türkiye’deki gazetecilik alanının siyasi müdahaleye açık hale gelmesi çok çabuk ve daha güçlü bir olasılık haline gelebilmektedir.

Gazetecilik alanının bir alan olma iddiasının önündeki belki de en önemli engellerden birisi de iletişim fakültesi diplomalarının, gazeteci olmak için belirgin bir ehemmiyetinin olmamasıdır. Sektöre bir göz attığımızda başarılı ve ünlü pek çok gazeteci ve köşe yazarının iletişim fakültesi mezunu olmadığını görürüz. Ayrıca son yıllarda açılması en kolay fakülte olması, giderek daha çok sayıda iletişim fakültesinin açılmasına ve dolayısıyla da buralardan alınan diplomaların niteliğinin düşmesine yol açmıştır. Bu nedenle her yıl bu fakültelerden mezun olanların sayısı artmakta, buna karşılık bir iş alanı oluşamamaktadır. Bu açmazı, sektörün fırsatçı yatırımcıları iş güvencesiz ve ucuz işgücü kaynağı olarak değerlendirerek, krizi fırsata çevirmektedir. Bu koşullar altında gazetecilerin etik davranma şansı ortadan kalkmaktadır.

Yine bu fakültelerin çoğunda akademik çalışmalardan ziyade sözde meslek öğretilir. Sözde, zira çoğu fakültede meslek de öğretilememektedir. Gazetecilik mesleği haber yazmaktan ibaret değil, kaynağınla nasıl ilişki kuracağın, siyasi süreçleri nasıl takip edeceğin gibi unsurları da içermektedir. Bu da zaten okulda öğrenilebilen bir şey değil, daha çok mesleki sosyalleşme yoluyla ve sahada öğrenilebilen bir şeydir. Akademik çalışma yapılan fakültelerin çalışmaları ise pek çok muhabir ve üst düzey yönetici tarafından hem okunmaz hem de anlaşılmaz bulunur. Dahası geçmişte sektörün en etkili gazetesinin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, bu fakültelerin bazılarını sektöre düşman yetiştiriyor olmakla suçlamıştır. Türkiye’de endüstrileşme sürecinden sonra iletişim alanıyla ilgili bilimsel bilgi, gazetecilik alanındaki aktörler tarafından, sektörün ticari hedeflerini tehdit eden bir unsur olarak görülmeye başlanmıştır. Bir meslek, sanat ya da bir bilimsel alanın oluşabilmesi, ya da bu alanın alan olma iddiasını güçlendirebilmek için simgesel sermayenin oluşumu nihai hedeftir. Türkiye’de gazetecilik alanında simgesel sermayenin oluşumunda akademik bilgiden ziyade toplumsal, siyasal alandaki iktidar ilişkilerinden doğan söylemsel pratiklerden medet umulmuştur. Gazetecilik alanının oluşum çabasında mesleğe dair aktörlerin zaten norm belirleme gücü olmadığı için siyasi/askeri/bürokratik/ekonomik seçkinlerle sembolik seçkinlerin müdahaleleri belirleyici olmuş, bu belirleme sürecinde resmî ideoloji çerçevesinde tanımlanan bir gazetecilik yapma pratiği baskın hale gelmiştir. Özetle gazetecilik mesleğinin kendine özgü bir simgesel sermaye oluşturma gücü olamamış, mesleğin içindeki yapısal sorunlardan dolayı her zaman ekonomi, siyaset, askeri odaklardan ve başka iktidar odaklarından müdahaleler gelmiştir.

Bu koşullar altında son günlerin önemli konusu olan Habertürk gazetesinin basılı halinin yayın hayatına son verecek olması da ana akımın içinde bulunduğu krizi anlamamız ve gazetecilik mesleğine dair yeni yol, yordam ve norm geliştirme konusunda nasıl bir izlek takip etmemiz gerektiğini kavramamız açısından iyi bir örnek olarak duruyor. Endüstriyel ana akım medyanın rekabet koşulları, mülkiyet ilişkilerinin yarattığı baskı ve bağımlılık nedeniyle etik davranma ve etik içerik oluşturma konusunda hareket alanı sınırlı durumdadır. Bu nedenle ana akım medyanın içinden doğru kayda değer bir etik sorgulamanın ya da özeleştirinin çıkması mümkün görünmüyor. Bunu 2000’li yılların başında Doğan Medya Grubu, medya sektöründeki en büyük grup olmanın verdiği özgüven ve “sorumluluk” duygusuyla denedi ve “Doğan Medya Grubu Yayın Konseyi”ni kurarak 34 maddelik yayın ilkeleri yayınladı.(4) Ancak bu yayın ilkelerinde bile evrensel gazetecilik ilkelerine rezerv koyan kırmızı çizgiler hakimdi. Bunun ötesinde bugün artık Doğan Medya Grubu diye bir şey ortalıklarda yok. Zira medya sahiplerinin iktidarla girdiği çıkar ilişkileri her yönden bu tür grupların norm belirleme gücünü kırar. Bu tür gruplar ya iktidara bağımlı kalıp, o normları eğip büker ve uygulanamaz hale getirir, ya da zora geldiği zaman tabanları yağlayarak kaçar. Habertürk gazetesinin basılı halinin yayınına son vereceği bilgisi, bazı mecralarda “Yazılı basın dijitale yeniliyor”(5) alt başlığıyla verildi. Bu başlık gerçekten bu olaya dair hakikatin tamamını mı barındırıyor içinde? Gerçekten Habertürk gazetesinin basılı halinin kapatılıyor olmasının tek nedeni dijital/internet medyası ile rekabet edememesi mi? Bu, Aydın Doğan’ın medya grubunu Demirören Grubu’na devrederken “vallahi de üzerimde baskı yok, kendi rızamla satıyorum” sözü kadar inandırıcı olabilir ancak. Medya sahiplerinde beliren, iktidarın otoriterleşmesiyle alandan çekilme/kaçma ya da boyun eğme eğilimi, gazeteciliğin itibarını da demokrasinin garantörü olma misyonunu da ortadan kaldıran bir eğilim olarak karşımızda duruyor. Bu durumda özde haber almak, sesini duyurmak, sesi duyulmayanların sesi olmak, hakikate tanıklık etmek ve bu tanıklığı geniş kitlelere iletmek gibi bir misyonu olan gazetecilik mesleğinin selameti, sermaye medyasına bırakılamaz. 18'inci yüzyıldaki işçi sınıfının ilk örgütlenme nüvelerine önayak olan işçi broşürleri, fanzinler gibi kendi medyamızı, kendi gazetelerimizi, kendi haber ağlarımızı örmemiz gerekir. Ancak böyle bir durumda, gazeteciliğin normları yeniden tartışılabilir hale gelebilir. Aksi taktirde sermaye medyasından doğru gelen girişimler ya kadük olur ya da bu girişimlerin gelmesini beklerken birileri “atı alıp Üsküdar'ı geçer” gider.

(1)  Eleştiride yer alan deontolojik ya da teleolojik yaklaşımlardan herhangi birini mi seçmek zorundayız? Bu iki yaklaşımdan hibrit bir yaklaşım belirleyebiliriz önerisine ben de katılıyorum. Hatta bu bağlamda benim bu konulara kafa yormama önayak olan hocam Ayşe İnal tarafından daha önce yazılmış bir makaleye buradan ulaşılabilir.

(2) Bu konun detayı için Philip S. Gorski’nin derlediği Bourdieu ve Tarihsel Analiz başlıklı kitaptaki Gil Eyal’ın yazdığı “Alanlar Arasındaki Uzamlar” yazısına bakılabilir.

(3) Bu tartışmanın daha detayı halini “Modernizmin Yansımaları: 90’lı Yıllarda Türkiye” başlıklı kitapta yer alan “Krizlerin Medyası ya da Medyanın Krizi: 90’larda Türkiye Medyasının Cilalı ve Karanlık Yüzü” başlıklı makalemde bulabilirsiniz.

(4) Bu yayın ilkelerine internet ortamından ulaşmak artık mümkün değil. Ancak bu girişimin haberlerini varsa eğer dijital arşivlerden bulabiliyorsunuz.

(5) https://www.ntv.com.tr/ekonomi/haberturk-gazetesi-cuma-kapaniyor-yazili-basin-dijitale-yeniliyor,NVcwzAGHQEmRWtvB4VXqqQ

*Serbest akademisyen, halagazeteciyiz.net (Medya raporları editörü)