Amerika’da sol var mıydı?

ABD dünyada liberal olmanın solcu olarak görüldüğü, günlük hayatta kamusal olanı övmenin tuhaf karşılandığı, 40 milyon civarında insanın fakirlik düzeyinde yaşadığı ama sosyalizmin bir kavram olarak bile duyulmadığı bir ülkeye dönüştü. Ta ki 2010’lardan itibaren Amerikan Demokratik Sosyalizm tartışmalarının başlamasına dek.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Bundan yüzyıldan önce bir Alman sosyoloğun sorduğu bu soru, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan siyaseti ve toplumu için geçerli oldu. Ne var ki, 2015’te Bernie Sanders’in Demokrat Parti adaylığını Hillary Clinton’a az farkla kaybetmesi sonrasında sol söyleminin kitlelerin ilgisini çekmeye başlaması, 2018 Kongre seçimlerinde Ocasio-Cortez’in Temsilciler Meclisi’ne seçilip, genç ve etkili bir siyasetçi olarak dikkat çekmesi, bu arada milleniyum gençliği denen 2000 sonrası doğumluların sosyalizme daha sıcak baktıklarının yapılan kamuoyu yoklamalarında ortaya çıkması, ABD’de solun yükselişiyle ilgili tartışmaları gündeme getirdi. Bu yazıda öncelikle az bilinen ABD’de sol hareketlerin gelişim seyri üzerinde durup, bir sonraki yazıda “Demokratik Sosyalizm” olarak tanımlanan bu yeni siyasal eğilimin içeriğini, iktidara gelme ihtimalini ve olası etkilerini tartışacağım. Hemen belirtmek gerekir ki, burada soldan kasıt Demokrat Parti dışında kalan ve zaten genelde kitleselleşemeyen sol parti ve hareketler.

AMERİKAN KAPİTALİZMİ

Dünya tarihinin en kapitalist ülkesinde solun zayıflığı diyalektik açıdan Marksist teori için sıkıntılı bir durum yarattı. Sonuçta ABD yalnızca en başından beri en büyük kapitalist ülke değil, aynı zamanda kapitalizmi en vahşi, en katı şekilde uygulayan bir ülke olageldi. Gerçekten de ABD, İç Savaş’ın bitiminden itibaren 1860’ların sonunda İngiltere’nin ekonomik büyüklüğünü geçti ve o tarihten bugüne dünyanın en büyük kapitalist ülkesi olma konumunu sürdürdü. ABD’de başka kapitalist ülkelerde görülen kamu girişimleri ya görülmedi ya da çok sınırlı kaldı. Örneğin, havayolları, petrol rafinerisi, savunma sanayi, bir çok şehirde elektrik şebekesi gibi büyük yatırımlar gerektiren girişimler ABD’de hep özel sektörün elindeydi. Yine, diğer birçok kapitalist ülkeye göre sendikal hareketler daha zayıf kaldı, devlet okulları bulunsa da eğitim ve sağlık ilk başlardan itibaren özel bir nitelik taşıdı, neredeyse hiç kamulaştırma yapılmadı, devletin hiç fabrikası olmadı.

Kapitalizmin bu denli derinlerine kadar nüfuz etmesine, toplumsal örgütlenmenin kendisinin kapitalist ilişkiler etrafında şekillenmesine rağmen solun bu ülkedeki göreli zayıflığı dikkat çekmiştir. Öyle ki, geçtiğimiz 150 yıl boyunca sol herhangi bir şekilde siyasal iktidarın yanına bile uğrayamazken, Amerikan işçi sınıfı ve orta sınıfları arasında da yeterince ilgi görmedi. Tek başarısı 1910’larda ve 60’larda bazı şehirlerde solcuların belediye başkanı seçilebilmesi oldu. Eşitlik, dayanışma, kolektif, kamusallık gibi söylemler ve pratikler Amerikan medyası, toplumsal ve iş hayatı, gündelik dil içinde pek yer almaz. Bunun yerine alabildiğine güçlü bir bireycilik Amerikan toplumsal kültüründe kök salabildi ve kutsandı. Bu öyle bir bireycilik ki, dünyada devletin parası olmayanlar için sağlık desteğinde bulunmasına karşı kitlesel direnişe geçildiği, karşı gösterilerin düzenlendiği başka bir toplum yok.

TARİHSEL KOŞULLAR

ABD sonuçta bir göçmen ülkesi ve buraya dünyanın birçok bölgesinden ya bulundukları koşullardan kaçmaları (Büyük İrlanda açlığı ya da Avrupa’da devrimler gibi) ya da daha yüksek bir hayat standardına sahip olmak için tercih ettikleri ve 18. ve 19. yüzyıl koşullarında maceracı bir ruha sahip olanlar için cazip bir seçenekti. Gelenler eşit bir toplum değil “Amerikan Rüyası”ndan pay alma amacı taşıyorlardı. Bugün bile ABD’de eşitlik deyince ekonomik kaynakların eşit paylaşımından çok fırsat eşitliği, yani kestirmeden zengin olmaya izin verilmesi anlaşılıyor, Bağımsızlık Bildirgesi'nde geçen “mutluluğu aramama hakkı” genellikle zengin olma anlamına geliyor.

Tarihsel olarak ABD’nin kuzeyinde sanayi gelişirken ve göçmen akını sürerken, bu ülkede Avrupa’dan farklı olarak özellikle gençlerin ülkenin ücra köşelerine doğru gitmeleri teşvik edilerek (Go west young man) hem yerli nüfus tasfiye edildi hem de yoğun sömürü düzeninin yarattığı gerilimler azaltılabildi. Rakamsal çalışmalar yoğun bir sömürü ortamı bulunsa da, 19. Yüzyıl sonunda ABD’deki çalışma koşullarının Almanya’dan daha iyi durumda olduğunu gösteriyor. Bu yüzden ABD’de Avrupa’da görülen 1848 Devrimleri, 1871 Paris Komünü gibi olaylar yaşanmadı. İşçi eylemleri ve mücadeleleri görüldüyse de, kitleşelleşemedi ve ulusal boyuta ulaşmadı.

IRK VE SINIF

Amerikan kapitalizminin önemli farklılığından bir diğeri bu ülkede önce kölelik ve ardından ırkçılığın varlığı oldu. Amerikan hakim sınıfları 19. Yüzyıl boyunca temel ayrımı işçi sınıfı da dahil beyazlar ve başta siyahlar olmak üzere farklı kimlikler üzerinden kurmakta büyük ölçüde başarılı oldular. Mesele aslında yalnızca siyahlar değildi. Özellikle California bölgesine ucuz iş gücü ihtiyacı nedeniyle çok sayıda Çinli göç etmişti ve bunlara karşı ayrımcılık da çok güçlüydü. Marx o dönemde bu sorunu fark ederek “siyah işçi özgürlüğünü kazanmadan, beyaz işçi özgürleşemez” demişti. Beyaz işçiler arasında ırkçılık teşvik edilirken, siyahlar sorunu kapitalizmde değil beyazlarda gördüler. 1920’lere kadar siyah işçilerin sendikalara kabulünde sorunlar yaşandı. Beyaz işçiler sömürülseler de kendilerinden daha alt sınıflar olduğunu görüyorlardı. Dolayısıyla, kölelik ve ırk ayrımcılığı bir yandan ucuz işgücü imkanı sağlarken, bütün ezilen grupları içeren, ortak bir sınıfsal direnişin oluşma koşullarını zayıflatarak Amerikan sistemi için ikili bir fayda sağladı. 1950’lerden itibaren Kara Panterler gibi sivil haklar hareketleri sol söylemden faydalandılar ama bu kez de işçi sınıfı ile sol hareketler arasındaki bağ çok zayıflamıştı.

SOSYALİZMİ AMERİKA’YA ALMANLAR GETİRDİ

Sol fikirler ABD’ye 1848 Devriminden kaçan Alman göçmeler tarafından taşındı ve ABD tarihinde solun biraz olsun kendisini gösterdiği dönemler yaşandı. Kabaca belirtmek gerekirse, bunlar 1880’ler, 1910’lar, 1940’lar ve solun anlamı çok değişmiş olsa da 1960’lar. Ama asıl olarak 1947-50’den itibaren ABD’de soldan bahsetmek imkansızlaştı. 1870’lerden sonra ABD kapitalizmi belli bir olgunluk düzeyine ulaştığı ve ülkede yayılacak alan kalmadığından sınıf çelişkileri derinleşti ve bir yandan sendikalaşma artarken, öte yandan sosyalist partiler kuruldu. 1901’de kurulan Amerikan Sosyalist Partisi lideri Eugene Debs’in öncülüğünde 1912’de girdiği seçimlerde yüzde 6 oy alarak sol gücünün zirvesine ulaştı. 1919’da ise Bolşevik Devriminin etkisiyle Amerikan Komünist Partisi kuruldu ve 1929 ekonomik bunalımının da etkisiyle hızla güçlendi, 1940’ların sonuna dek oy potansiyeli sınırlı kalsa da muhalif bir güç olarak kalabildi. Ne var ki, Roosevelt yönetimi devletçi uygulamaları başlatarak krize cevap verdi, ardından II. Dünya Savaşı'yla savaş ekonomisine geçildi ve sınıfsal gerilimler yatıştırıldı. Truman döneminde artık Soğuk Savaş koşulları hakimdi ve 1947’den itibaren “Kızıl Korku” (Red scare) söylemiyle birlikte solcuların üzerine gidilmeye başlandı, McCarthy ile bu süreç doruğuna ulaşarak solcular bürokraside işten atıldı, pasaportlarına el kondu, parti önde gelenleri tutuklandı. Bundan sonra ABD’de sol bir daha belini doğrultamadı. 1960’larda artık belli bir sınıfsal temele dayalı sol yerine daha çok Vietnam Savaşı'na ve genel olarak kurulu düzene tepki duyan, sol dahil her türlü otoriterliği reddeden, işçi sınıfının devrimci rolünü kaybettiğini savunan “Yeni Sol” adı verilen bir hareket yaratıldı, bunun içine anarşistler, hippiler, giderek çevreci gruplar, feministler de dahil oldu. Richard Rorty’nin deyişiyle “kültürel sol”a geçildi. Sistem karşıtı hareketin merkezi sendika veya fabrikalar değil üniversite kampüsleri oldu. Bu süreçte Vietnam Savaşı'na duyulan tepki değerliydi ama savaş bitince toplumsal hareketin dinamiği çabuk sönümlendi. Üstelik sol partiler Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesindeki sol hareketlerin yaşadığı içsel sorunlardan muzdarip oldular. Sık bölünme ve birleşmeler, derin fikir ayrılıkları ve farklı pozisyonları desteklemeler gibi. Örneğin, Troçkist, Stalinist; Sovyet revizyonizmi, Maocu ayrımları, 1930’lardaki sosyal devlet uygulamalarına (New Deal) destek verip vermeme, Demokrat Parti ile işbirliği yapıp yapmama, liderlik mücadeleleri zaten pek de güçlü olmayan sol hareketleri zayıflatan unsurlardan biri oldu.

HEGEMONİK POZİSYON VE SOLUN TALİHSİZLİĞİ

ABD 1945 sonrasında hegemonik pozisyonu ele geçirince solun artık bir geleceği kalmadı. Amerikan sistemi elindeki bütün araçlarla ülkesinde sola hiçbir alan bırakmadı. Bazen 1950’lerde olduğu gibi zor araçları, bazen 1964 sonrasında Lynndon Johnson’un uygulamaya koyduğu ve fakirliği azaltmayı hedefleyen ve kısmen başarılı da olan Büyük Toplum programı gibi rıza üretmeye yardımcı araçları birlikte kullanabildi. Tabii, ABD küresel sistemdeki yerini sınıfsal gerilimleri azaltıcı yönde kullanma imkanına sahip olarak en azından 1970’lerin sonuna kadar işçi sınıfını orta sınıflaştırabilmesi, Amerikan hayat tarzını yücelten kültürel araçları etkin bir şekilde kullanabilmesi solun güçlenmesinin önündeki başlıca engeller oldu. Sonuçta ABD’de sol zayıfken bunun tamamlayıcısı olarak sağ siyaset güçlü oldu, toplumsal destek de bulabildi. O kadar ki ABD dünyada liberal olmanın solcu olarak görüldüğü, günlük hayatta kamusal olanı övmenin tuhaf karşılandığı, 40 milyon civarında insanın fakirlik düzeyinde yaşadığı ama sosyalizmin bir kavram olarak bile duyulmadığı bir ülkeye dönüştü. Ta ki 2010’lardan itibaren Amerikan Demokratik Sosyalizm tartışmalarının başlamasına dek.

Tüm yazılarını göster