Alkaç: 'Öteki, acı duyan ama iyileşemeyendir'

Figen Alkaç'ın 'Israrı Kanadında' adlı öykü kitabı Doğan Kitap etiketiyle geçtiğimiz Ocak ayında yayımlandı. Kitabı yazma serüvenini bizimle paylaşan yazara göre öteki, 'bir nasır gibi hem huzursuz eden hem de huzursuz olan'.

Abone ol

Bela Davulları'nın ardından ikinci öykü kitabı 'Israrı Kanadında'yı okurlarıyla buluşturan Figen Alkaç, edebiyatta 'haklılık anlatımı'na ve Israrı Kanadında'nın erkek karakterleri üzerinden 'ötekiliğe' dair görüşlerini bize anlattı.

'ÖTEKİLİK İLK OLARAK AİLEDE ÖĞRENİLİR'

'Seveni Ölmüş Sokak' adlı öykünüzde "Bir çocuğa sadece kadınlar kendini yalnız ve çaresiz hissettirebilir." diyorsunuz. Aynı zamanda Rakel Dink de 'bir çocuktan katil yaratan karanlık... ' diyor. Bu bağlamda ötekiliğe nasıl bakıyorsunuz?

Kamusal özne olamamış ebeveyn olarak kadının çocuk üzerindeki yapıcı ve yıkıcı gücünden bahsediyorum. Aile içinde 'söz'ün hem süreklilik anlamında hem de kalıcılığı, etkisi anlamında temsil otoritesi olan kadındır ve ontolojik olarak çocuğa yakınlığı nedeniyle de gücü kaçınılmazdır. Ötekiliğin öğretildiği kodlar vardır toplumda. Eğer uygarlık "aileden insanlığa uzanan zorunlu gelişim süreci" ise bu süreçte her zaman 'ben'in, 'biz'in dışındaki olacaktır ve o da ötekidir.

Onun rengini toplumsal hafızayı oluşturan kelimeler belirler ve bu renk karanlıktır. Çoklu toplumsal yapıların ulus öğretisinde düştüğü tuzaklardan biri de budur maalesef. Ulus olmanın biricikliğinin yarattığı bir olgu olarak ötekilik. Ulus biricik özne kurulumudur bir bakıma, yani kendini sevme, başkasını sevmeme üzerene kurulu bir büyük aile duygusu. Bu anlamda ötekilik, yabancı ilk olarak çekirdek ailede öğrenilir. Toplumsal iktidarın, genel kabullerin duygular anlamında ilk hareketi orada başlar çünkü.

Aile içindeki ilişkilere her zaman ulusun, milliyetin, din ve dilin müdahalesi kaçınılmazdır. Bu anlamda 'söz'lerle ve ona büyük gelen cümlelerle süren sıradan günlerde hiç farkına varmadan büyük ve çekirdek ailenin bilinçaltına biriktirdikleri ile görür ve duyar çocuk artık. "Birbirlerinden nefret etmeye devam edebilmek için birbirlerini sevmekten başka bir şey yapamayanların" bir aradalığında bir kavga anında hemen açığa çıkıveren o şeydir ötekilik. Belki biraz aforizma olacak ama Öteki aslında Söz'ün intikamıdır diyebiliriz. Altını kaldırdığınızda katmanları olan Söz'ün. Kudreti karanlığı yaratacak kadar olan söz'ün intikamıdır.

Bela Davulları ve Israrı Kanadında tematik bütünlükteki öykülerden oluşuyor. Sizin için öteki 'bir nasır gibi hem huzursuz eden hem de huzursuz olan' mıdır?

Evet öyle düşünüyorum. Sartre'ın 'Gizli Oturum' oyununda geçen hepimizin bildiği o meşhur cümlesi "cehennem başkasıdır" üzerinden yanıtlarsam eğer, oyunda her bir oyuncunun birbirinin cehennemi oluşu işlenir. Biri ötekiyi yaratırken kendi cehennemini de yaratır aslında. Ötekileştirdiği şeyi her daim aklında tutarak yani unutmayarak huzursuz olur. Öteki de seni rahatsız ettiğini bildiği ve ona her daim bu hatırlatıldığı için huzursuzdur. Başka türden bir yerleşikliktir ötekilik.

İstese de sığamayan, sığdırılamayandır öteki. Ulusal kimliğe çağrılamayan, normalleşemeyen 'artık' olarak vardır. Kabul edilen bir özne olabilmenin yegane yollarından biri olan geçmişi unutmayı bile isteye başarmayandır. Hatıralarıyla zamana sığamadığından sokak tanır onu, evler, çocuklar. Köşe başı dahi pusudadır öteki için.

Kaybın, telafisi mümkün olmayanın, en çok da geçmişin melankolisiyle huzursuzdur öteki. Ulusun geçmişine kayıptan başka bir yanıyla ilişemediği için, yeni sevgi biçimi üretilemediği için huzursuzdur. Huzursuz da edendir. Kesilip atılması arzulanan bir nasırdır öteki. Kendi de hep acı duyan ama iyileşemeyen. İyileşmesi ancak yokluğuyla mümkündür çünkü. Kaybın sahibi olarak vardır artık. Kökensel bir hasretin bölünmüşlüğü ile gidemeyen de kalamayan da odur. Huzursuz eden de olan da odur.

'HER HAKİKAT ARAYIŞI ACI VERİR'

Yaşadığımız coğrafyadan ötürü birçok acıyla yüzleşiyoruz. Edebiyatta "haklılık anlatımı" nasıl olmalı?

Geldik zor soruya. Edward Said "Entelektüel her zaman yalnızlık ile saf tutma arasında bir yerde durur" der. Yazarın hakikat arayışını ve haklılık anlatımını tercih ettiği yalnızlık üzerinden tanımlarsak, bu yalnızlığın siyasal ve sosyolojik yükler, sorumluluklar taşıması kaçınılmazdır. Politik bir tavırdır bu aynı zamanda. Yazarın bu tavrını ve haklılık anlatımını dilin olanaklarını zorlayarak yapması gerekir diye düşünüyorum. Yazar tanıktır çünkü. Tanık olarak yazar, öncelikle mevcut anlatı dilini yabancılayarak yani verili dili, söyleyiş biçimlerini yabancılayarak yazmalıdır.

Acıyı anlatırken kullanılan dilin, tercih edilen biçimlerin aynı zamanda kışkırtıcı öğeler de taşıdığı bir gerçektir. Ölümlerin istatistiki verilerle değerlendirildiği günümüz koşullarını metne aktarırken şiddeti görünür kılarak normalleştirme tuzağına düşebilir çünkü yazar. Her şey bu kadar gürültülü yaşanıyorken susma imkanı sunan dil ve zamanlar kurarak o çok görünür olan o şeyi flulaştırarak belki tuzaktan kurtulabilir. Acıda kalabilmeyi, o arafta yani kalabilmeyi mümkün kılan metinler yazarak.

Şimdi bunları söylerken "Karanlığın Yüreği"ndeki sisli hava geldi aklıma. Sisin yani bir metafor olarak sisin görünürlüğü bulanıklaştırması ve tam da net görünmediği için yeniden bakma imkanı veya zorunluluğu sunması. O belirsizlik, sistir (güncelin anlatımında olmayan o şey) belki de netliği imkanlı kılan. Wilde edebiyat gerçekten daha gerçektir ve gerçek eksiklik duygusuna yol açar, der. Yazar tam da burada belki de bir eksiklik bilgisiyle yazılan ve bu sayede hatırlama olanağı yaratan metinler yazmalıdır.

Belki de kendini tekrarda açığa çıkaran o şeyi söylemeden, uzlaşmayı reddederek, ama umudu da yok etmeden, insan ve dünya nefreti oluşturmadan anlatmayı seçmelidir. Bu zordur ancak en kötü şey en kolayı seçmektir diye düşünüyorum. Anlattığı şeyi dil ile taklit eden metinler yazılmalı belki. Acıya, şiddete maruz kalanı deneyiminin anlatılamazlığında kalan metinler. Her hakikat arayışı, deneyimi acı verir çünkü. Zalimliğin kökeninde kurtarıcı fantezisi yattığı bilinir o zaman bu anlatının dili ve zamanı büyük önem taşır.

Çünkü 20'nci yy. bir anlamdan emin olamama yani çoklu anlamın alanını imkanlı kılar. Bu anlatı zamanında 'şey'i görünür kılan o şeyin yani kötülüğün yeniden idealize edilmesi tehlikesi vardır. Bu tehlikeden ancak alışılmış dili tehdit ederek kurtulabiliriz. Dile gelmeyen, tanıma direnen, okuyanı da metni yeniden yazmaya ya da düşündürmeye zorlayan bir anlatı biçimi belki sözünü ettiğim. Yeni bir dil ancak böyle mümkün olabilir. Dili yüklerden arındırma gayretiyle. Söz ve anlam arasında kalmışlığın tek kurtarıcısı dildir.

Zulmü, şiddeti parçalanmışlığın alanından yüksek edebiyatın alanına taşımak ancak metinle sağlanacak iç görü ile mümkündür. Bunu denemek gerek. Dili dilsizleştirmek belki, belki de tam tersi.

Israrı Kanadında / Figen Alkaç / Doğan Kitap

Kitabınızda sakin bir dille karşı karşıyayız. Yazma sürecinde kimlerden etkilendiniz?

Yazma sürecindense okuma ve düşünme sürecinde etkilendiğim yazarlar pek çoktur. Ve iyi ki de öyledir. Bir edebi metni okurken bir cümle yeter bana çoğu kez. Sığarım içine. Tüm gün belki de uzun zamanlar düşünürüm o cümleyi. O cümleyi birileriyle den önce kızımla, eşimle ve iyi yazar, sevgili arkadaşım Birgül Oğuz'la paylaşacağım için, cümleyi konuşacağım için mutlu olurum. Beni ilk ele veren gözlerim olur. Başka türlü parlar, ışık doldurur içine. Bu yüzden cümlenin bendeki etkisi hiç geçmesin isterim. Gerçekten. Abartıyorum sanılabilir ama benim bir cümleye sığdığımı beni tanıyanlar bilir.

Kimleri okuduğumu söyleyeyim. Kendi çağdaşlarımın okuruyumdur. İsim söylemeyeyim. Fakat Murathan Mungan'dan mülhem bir ifadeyle söylersem, 'yazdıklarıyla herkesi kendine borçlu kılan tüm iyi yazarların' müptelasıyımdır.

'ÖTEKİ' ERKEK BEDENİNDE SEMBOLLEŞTİRİLİYOR' 

İlk öykü kitabınız Bela Davulları'nda kadın karakterleri anlatmıştınız. Son kitabınız 'Israrı Kanadında'da ise anlatıcı karakterler erkekler. Bu durumun özel bir nedeni var mı? Tematik bütünlükte nelere dikkat ettiniz?

Evet bu durumun özel nedenleri var. Öncelikle Bela Davulları'nda kadınları anlattım çünkü kadının kadına çektirdiği, kadının kadını algılama biçimi, kadının komşuyu, yabancıyı, ötekiyi gösterme biçimini yani o grift, anlaşılması, çözümlenmesi zor olan şeyi, ilişkileri aktarmaya çalıştım. Ayrıca ilk kitap olması nedeniyle kısmenden fazla biyografik özellikler içermesi kadını anlatmaya yöneltti beni.

Kadınlık ve kadın olma hali, kadının bu toplumsal ve politik arenada bir iç çevrim kurarak yarattığı enerjisi ve özellikle de çocuklardaki etkileri üzerinde durdum. Bu yansımanın erkek çocuklardaki tezahürü kışkırtılmış bir erkeklik olarak oluşur kanaatindeyim. "Paşam", "aslanım", "yiğidim"le büyütülmüş erkekliğin büyük sevicisi olan anne, yani kadındır.

Kışkırtılmış iktidar özneyi, kötülüğü gördüğümüz cinsiyet kadındır. Bütün bu fenalığa, birbirinin arkasından konuşmaya, samimiyetsizliğe bir çok ötekinin Rum'un, Çingene'nin, Murtetlerin beraber yaşadığı çocukluğumun Milas'ında tanık oldum. "Birbirlerini öldürmeye kurşunu yok" deyiminin inanılmaz sık söylendiği bir coğrafyada büyüdüm. Bu gerçekleşemeyen öldürmenin şiddeti söz ile açık edilir ve küfür anında ortaya çıkan kimliklerin huzursuzluğu kol gezer mahallede.

İşte o mahalleler kadınla vardır. Çünkü mahalle, komşu kadının yurdudur. Süleyman amcanın bir öfke anında "Kürtlerin Süleyman" olduğu, Nurten teyzenin "pis Ermeni dönmesi olduğu" bilgisi çocuğa ilkin anneden geçer. Kadınlarda vücuda gelmiş erkek iktidar dilinin taşıyıcısı olur ev gezmeleri. Bu dil annesi tarafından çok sevilen oğulda daha bir palazlanır. Annenin arzusunu eksiksiz olarak yansıttığı yahut gerçekleştirdiği sürece her zaman şefkatle kucaklanacağını bilir çünkü oğul. Kadının iktidar hırsı ve arzusu karşılandığı müddetçe, oğul her zaman gücü temsil edecek ve sonrasında hükmettiği yine başka bir kadın olacaktır.

Bela Davulları / Figen Alkaç / Yitik Ülke Yayınları

Israrı Kanadında'da erkek kahramanları tercih ettim çünkü, ötekileştirmenin erkek bedeni üzerinden kurgulanan, yaratılan bir şey, bir politik yadsıma hali olarak kurulduğunu düşünüyorum. Soykırımları ihmal ederek konuştuğumun altını çizmek isterim.Erkek bedeninde sembolleştiriliyor ötekileştirme. Çünkü iktidarın tüm aygıtlarını kullanma yetisi erkeğin elinde ve bu bir olanak olarak sunulur erkeğe. İktidarın kırılması, iktidarın yok sayılması, babasız, eşsiz, erkeksiz bırakma ile sembolleşir ötekilik.

Ermeni neneleri görüyoruz ama dedeleri göremiyoruz örneğin. O dedelerin hikayelerini yine kadınlardan duyuyoruz. Yukarıda da bahsettiğim gibi 'söz'ün temsili kadında daha hızlı cereyan ediyor çünkü. Ötekileştirme mekanizması içinde kadının bir eriyiğe dönüşme, dönüştürme imkanı var ve bu durumun yani eriyik olmanın, erkeğin bedeninde mümkün olamayacağı algısı yaygın. Nedeni de yine iktidarın gücünün bedeninin erkek olmasından ötürü.

Erkeğin de dönüşümü, eriyik olması mümkün olabiliyor ancak istisnaidir bu. Bu nedenle ötekiyi, kaybı ve telafisi mümkün olmayanı erkek kahramanlar üzerinden yazmaya çalıştım. Lakin bu kitapta da yine kadınlar var. Kahraman değiller. Tıpkı hayatta olduğu gibi. Erkeğin erkeklik böbürünün altında yatan nedenleri, oğlan anası olarak var olduğu için toplumsal statü kazanan kadının kışkırttığı erkekliği konuşmak için erkek kahramanlar seçtim. İktidar mekanizmasını çalıştıran zihin evreninin asıl kışkırtıcı öznesidir kadın. Bu sayede kendini yeniden meşrulaştırma imkanı yakalayandır.

"Kadınlar kendi bedenlerini bile erkeğin bakışına maruz kalarak kültürel olarak nesnelleştirirler" der Beauvoir. Buradan bakıldığında kadının bu tarz davranışları gayet anlaşılırdır. Kendini tanımlamak için ihtiyaç duydukları özneyi görünür kıldıklarında ancak görünür olacaklardır. Bir kadın olarak bunları söylediğim için yanlış anlaşılabilirim ama bu böyle. Ama "sağ kalma hilesiyle uğraşma zorunluluğu duyan" erkek kahramanları seçmem de tesadüf değil.

'ŞİİR, BİR DİL GELME OLANAĞI'

Anlatımınızda şiirsel bir ritm var. Disiplinler arası etkileşim ile ilgili ne söylemek istersiniz?

Disiplinler arası etkileşim dendiğinde aslında şiiri hiç düşünmem. Çünkü şiir bir anlatı olanağı değil, bir dile gelme olanağıdır. Memet Fuat'ın romancılara ve öykücülere olan sıkı şiir okuru olma tembihini ben de hep aklımda tutmuşumdur.

Şiir, işte o imkansız olanı söyleyen şey olarak şiir. Diğer anlatılar daha imkanlıdır çünkü. Evet disiplinler arası etkileşim meselesi vardır. Bu durum günümüz edebiyatında 'metinlerarasılığa' evrilerek yeni anlatı olanaklarını yaratmıştır. Bir çok anlatı tekniği bu yüzden melezdir.

Ama şiir biricikliğini ve metne olan o mesafeli büyüsünü korumaktadır. Bizi, yani şair olmayanları hep merak koridorunda tutarak hem de...

Israrı Kanadında, "Güvercin Tedirginliği"ni sarıp sarmalamak istercesine bir dünya hayaliyle yazılıyor. Tek bir cümle ile özetlersek, Israrı Kanadında'nın derdi neydi?

Şimdiden önce mazi vardı ve cümleler ve söz, yaralar vardı emanet, cesaret etmek için acıda kalarak belki biraz olsun sağaltmak kendimi, tek başıma taşıyamadığım cümleleri birileriyle paylaşmak ve yeniden hayata sığmaya çalışmayı deneyimlemek. Israrı Kanadında'nın derdi buydu belki.

Bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?

Okumak, dahil olmak, tanık olduklarımın sorumluluğunu hiç unutmamak, bir cümleden bazen ürkmek, bazen ona saklanmak, bilerek bazen 'kasten zamansız' olmayı seçmek, sonra zamana yeniden yeltenmek, yeniden denemek, Milas'lı biri olarak ağır taşralı yürüyüşümü sürdürmekte ısrar etmek. Kelimeleri onları daha iyi bilmezden gelebilmek için yeniden okumak. Kaygılarımı ihmal etmeden yaşamak. Bu.