AKP, kriz ve İslamcılığın tükenişi

Bir uluslararası operasyon varsa ve bu ekonomik kriz ile tetiklenmişse, 2001 krizi, yapısal ekonomik sorunların yanında, buna daha uygun bir tablodur çünkü o dönemde DSP’nin bir iktidar partisi olarak 60 civarında milletvekilinin istifa ederek bölünmesi gibi bir gelişme de krize eşlik etmişti. 2001 krizi için uluslararası boyutu görmezden gelen AKP çevresinin, şimdiki TL devalüasyonunu doğrudan üst akıla bağlaması ilginç doğrusu.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Seçime gidilen süreçte Türk Lirası'nın giderek değersizleşerek fiili bir devalüasyon yaşanması ve buna süregiden ekonomik bozulmanın eşlik etmesi, ekonomide bir krize doğru gidildiği yorumlarına neden oldu. Erdoğan ve ona yakın medyası tahmin edilebileceği gibi bu süreci hızla öznesi belli olmayan bir ekonomik saldırı söylemine çevirdi. Bu yazıda Erdoğan iktidarının üç açıdan genel bir krize girdiğini ve artık iktidarının sonuna geldiğini tartışacağım. Bunlardan ilki ekonomik krizin etkisi, ikincisi Batı ve içerideki güç merkezleriyle varılan uzlaşının radikal bir şekilde değişmiş olması. Üçüncüsü ise Malezya seçimlerinde muhalif güçlerin geniş bir koalisyon aracılığıyla başarılı olmaları ile Suudi Arabistan’daki ılımlı İslam açılımının genelde İslamcı siyasetin gidişatıyla ilgili bir dönüm noktasının parçalarından biri olduğunu savunacağım.

BÜYÜK KOALİSYONUN SONU VE UZATMALAR

Bilindiği gibi AKP, 2000’lerin başında dışarıda ABD, AB ve Körfez ülkeleri, içeride liberaller ile İslamcılar, cemaat ve tarikat olarak Nakşiler ve Gülenciler, sınıfsal olarak da o zamanın koşulları altında kabaca TÜSİAD ile MÜSİAD arasındaki büyük uzlaşının sonucu olarak iktidara geldi. Günümüzde ise bu ittifaktan geriye bir tek Katar kalırken, boşluğu, artık kendisine bile çok faydası dokunmayacak olan MHP ile doldurmaya çalışıyor. Bu süreçte AKP, içinden geldiği İslamcılığı dönüştürecek, bu sırada Türkiye’de aşırı güçlendirilmiş devleti, askeri vesayet dahil olmak üzere liberallerin ve Gülencilerin desteğiyle küreselleşmeye uygun hale getirecek, eş zamanlı olarak bu dönüşümü Ortadoğu’daki İslamcı hareketlere de bir model olarak yansıtacaktı. Bir dönem başarılı gibi görünse de, 2011’deki Arap Baharı'yla birlikte Erdoğan ve AKP, bu politikadan kopup Ortadoğu’da liderlik hevesine kapılınca söz konusu dönüşüme Batı’nın verdiği destek de kesildi. Bir kırılma noktası olarak 2013’ten itibaren Mısır ve Tunus’ta İslamcı hareketlerin farklı şekillerde iktidardan düşürülmesiyle birlikte, AKP iktidarı da Batı sistemi açısından işlevselliğini yitirmeye başladı ve bir tür uzatmaları oynayan bir iktidara dönüştü. Ama bazı gelişmeler Erdoğan’ın iktidar ömrünü uzattı. Bir defa Erdoğan her türlü gelişmeyi kendi lehine dönüştürebilme ve bunu da seçmenine kabul ettirebilme imkan ve kapasitesine sahip olduğunu kanıtladı. İkincisi bu süreçte sağladığı iç siyasal istikrar, neoliberalizme sadakat ve burjuvazinin onun yerine daha iyi bir seçenek üretememesinin de getirdiği avantajı iyi kullandı. Üçüncü olarak da özellikle ana muhalefet partisinin, hem liderlik hem de ideolojik olarak yetersizliği ve AKP’nin hemen her alanda görülen başarısızlıklarına karşın etkili bir alternatif geliştirememesiydi.

2001 KRİZİ VE İSLAMCILAR

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Batı sisteminin ve mali sermayenin Türkiye gibi ülkelerde para hareketleri üzerinden piyasa dinamikleriyle oynamaları kategorik olarak mümkündür. Bunu bir ihtimal olarak tamamen dışlamak siyasetin mantığına aykırıdır. Örneğin, ABD ve müttefiklerinin Afganistan, Irak gibi ülkeleri işgal edip, Libya, Suriye gibi ülkeleri bombalayıp, gerektiğinde ağır ekonomik yaptırımlar uygulayıp ama sıcak para hareketleri üzerinden operasyon yapmayacaklarını varsaymak safdillik olurdu. Finans şirketleri piyasa mantığıyla hareket ederler ama uluslararası politika ve stratejik çıkarlar söz konusu olduğunda kısa vadeli kayıplar, sermaye tercih etmese de, pekala mümkündür. Küresel siyaset saf bir şirket mantığıyla yönetilseydi, örneğin ABD’nin, kendi şirketlerinin büyük karlar elde edeceği İran pazarını kaybetmekten kaçınması ve nükleer anlaşmanın iptal edilmemesi gerekirdi. Sorun bunun hangi koşullarda gerçekleştiği ve somut olarak nasıl yaşandığının ortaya konmasıdır. Türkiye’de döviz kurundaki değişimin neden kaynaklandığına ilişkin olarak ne hükümet ne de muhalefet henüz ikna edici bir analiz koyabilmiş değil.

Bu yüzden öncelikle Erdoğan ve çevresinin ekonomik krizle gönderileceği iddiası karşısında en azından 2001 ekonomik krizi karşısında İslamcıların ne yaptığını hatırlamak ve hatırlatmak gerek. Genellikle İslamcılar ve AKP çizgisi, kendilerine iktidar yolunu açan 2001 krizinden bahsetmekten kaçınıyorlar. Erdoğan 2009 krizi sırasında, “2001 krizi Türkiye’nin kötü yönetilmesinin, 2009 mali krizi ise dünyanın kötü yönetilmesinin bir sonucudur” diyerek sorumluluğu doğrudan o dönemin hükümetine yüklüyordu. MÜSİAD eski başkanı ise 2001 krizini 28 Şubat’ın devamı olarak görüyordu. Eğer bir uluslararası operasyon varsa ve bu ekonomik kriz ile tetiklenmişse, 2001 krizi, yapısal ekonomik sorunların yanında, buna daha uygun bir tablodur çünkü o dönemde DSP’nin bir iktidar partisi olarak 60 civarında milletvekilinin istifa ederek bölünmesi gibi bir gelişme de krize eşlik etmişti.

2001 krizi için uluslararası boyutu görmezden gelen AKP çevresinin, şimdiki TL devalüasyonunu doğrudan üst akıla bağlaması ilginç doğrusu.

ÇEMBER DARALIYOR

İslamcılığın küresel kapitalist merkezle yaptığı pazarlığın son direnen aktörü olarak AKP için de çember hem bölgesel gelişmeler, hem ekonomik koşullar, hem de iç siyasal dönüşüm açısından giderek daralıyor. Dış gelişmeler açısından Mısır’da Müslüman Kardeşler'in yasaklanması ve hatta terör örgütü ilan edilmesi, ardından 2016’da Tunus’ta Ennahda’nın siyasal İslamcı bir parti olmadığını ilan etmesi ve geçen yıl Gazze’de Hamas’ın Müslüman Kardeşler'le bağını kestiğini açıklaması İslamcı siyasetin inişinin kurumsal dönemeçleriydi. Buna yakınlarda iki gelişme daha eşlik etti. İlki Vahhabiliğin kalesi Suudi Arabistan’da Selman’ın “ılımlı İslam”a geçileceğini ilan etmesiydi. Daha geniş bir analizi gerektirmekle beraber bu çıkış, Türkiye ya da Tunus’ta olduğu gibi İslamcı hareketlerin iktidara seçimle gelmesi gibi unsurları içeren 2000’lerin başındaki ılımlı İslamcılıktan farklı bir açılım. Örneğin, İslamcı hareketler ile demokratikleşme arasında bir ilişki kurmuyor. Kadınların araba kullanması, futbol maçlarına gidebilmesi gibi toplumsal alandaki kısıtlamaları kaldırıyor, yani toplumsal düzlemde bir ılımlı İslamcılıktan söz ediyor.

Yine de, Suudilerdeki toplumsal düzeydeki ılımlılaşma bile AKP’nin İslamcılaşma çabaları için giderek ters yönde bir örnek olacak.

İkincisi ve daha önemlisi Malezya’da geçmişte ülkeyi İslam devleti ilan eden 60 yıllık iktidar koalisyonunun seçimleri kaybetmesiydi. Bunun Türkiye için iki açıdan önemi var. İlki İslamcı bir iktidarın çok uzun yıllar sonra etkili bir muhalefet koalisyonuyla, seçim sistemini değiştirme, medyaya baskı uygulama gibi anti-demokratik çabalarına karşın seçimle iktidardan indirilebilmesiydi. İkincisiyse, bu süreçte sosyal demokratlarla, 1980’lerde Türkiye’de olduğu gibi İslamcılığı başlatan bir ismin, Mahathir Muhammed’in, 15 yıl aradan sonra tekrar siyasete dönerek muhalefetin başına geçmesiydi. Muhalefet içinde İslamcı figürlerin bulunması, İslamcı iktidarların kurdukları siyasal hegemonya aracılığıyla, muhalefeti şeytanlaştırmanın önüne geçmesi açısından çok kritik bir rol oynuyor. Bu türden muhalefet cephesini genişletmenin bir örneği de Türkiye seçimlerinde yaşanıyor. Aslında Gül seçeneği hayata geçseydi, Malezya örneğine daha yakın bir gelişme olacaktı ama o seçenek haklı olarak tepki görünce, Saadet ile CHP aynı koalisyonun parçası oldu. Mahathir başa geçince ilk işi hapisteki koalisyon ortaklarından Enver İbrahim’i hapisten çıkarmak oldu. Türkiye’de de eğer süreç olası bir muhalefet zaferiyle sonuçlanırsa, Malezya örneği büyük bir olasılıkla bu konuda da tekrar edecek.

İçeride de Erdoğan, geçmiş seçimlerdeki Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin cılız muhalefetinden farklı olarak M. İnce, M. Akşener ve T. Karamollaoğlu’ndan oluşan yeni, daha canlı ve muhalefete ilk kez umut veren bir koalisyonla karşı karşıya. Eğer Demirtaş dışarıda olsaydı Erdoğan çok daha zor durumda kalacaktı.

TERMİNAL DÖNEMİ

Seçimle iktidara gelen İslamcı hareketler gerek çok uzun yıllar iktidar yüzü görmemiş olma, giderse bir daha gelemeyeceğini düşünme, rant dağıtımına tam alışmışken bundan mahrum kalma, muhalefette olmanın pekala demokrasinin bir gereği olduğunu kabullenememe gibi nedenlerle iktidarı bırakma konusunda isteksiz olabiliyorlar. Ama artık 2000’lerdeki hem iç hem dış siyasal ortam tam tersi bir yöne doğru gidiyor. AKP’nin üzerinde yükseldiği bölgesel dalga ve ideolojik zemin kayıyor. Erdoğan ve AKP ellerindeki bütün imkanları kullanıp seçimi kazansalar da, bu siyaseten elde edilen başarı, ideolojisi yani İslamcılık çökmüş, ekonomik açıdan sınırlarına ulaşmış, iç ve dış müttefiklerini kaybetmiş bir iktidar modeli olarak yine kaybetmiş olacak.

Tüm yazılarını göster