AKP 16 yaşında, 12 Eylül 37 yaşında, 17 Ağustos 18 yaşında

17 Ağustos felaketi ile AKP’nin kuruluşu arasında 2 yıl olması tesadüf değil. Hafta başında 16'ncı yaşını kutlayan AKP, zaten uzun zamandır tıkanmış sistemin depremle birlikte girdiği büyük krizin biçimlendirdiği bir siyasal ürün idi.

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

17 Ağustos depreminin üzerinden 18 yıl geçti. Depremden sonra doğan çocuklar bu sene üniversiteye yazılıyor. Zaten, kolektif ve bilimsel aklın çoktan terk edilmiş olmasının, kayıtsızlığın, belleksizliğin bir sonucu olarak, depremden felakete dönüşen 17 Ağustos, kendisinden edinilmesi beklenen/gereken dersler ve deneyim alınmaksızın, çoktan bir ‘yıldönümü’ne dönüşmüş durumda.

Hatırlayalım…

Türkiye; kendisini yönetenlerin, (biraz bu toplumun fizik yaşama bakışında da mevcut olan) ‘görmezden gelme’, ‘oralı olmama’, ‘işine bakma’ tutumları nedeniyle tam bir felaketin ortasında kalmıştı o gün. Ülkenin sanayi bölgesindeki başlıca kentleri, altyapıda ve neredeyse tüm yaşam alanlarında meydana gelen bir yıkıma maruz kalırken; başta bu kentler olmak üzere, felaketi bir düzeyde yaşayan tüm kuzeybatı bölgelerinde günler süren bir keşmekeş yaşandı. Sağ kurtulanlar, büyük bir belirsizliğin, kaosun ortasında kaldı. Enkaz altlarındaki birçok yaralı umutsuzca yardım bekledi. Evlerinin altında kalarak can veren insanların cenazeleri, günlerce, bazı noktalarda haftalarca çıkarılmayı bekledi. Öyle ki, 19 Ağustos Perşembe günü, depremden üç gün sonra, Sakarya kent merkezi, artık ağır bir ölüm kokusuyla nefes alınamaz haldeydi. Diğer kriz bölgelerinden de aynı haber geliyordu. Bir süpermarketin otoparkına kurdukları derme çatma çadırlara sığınan Sakaryalılardan biri, iki gece önce gerçekten kıyamet koptuğunu zannedip salavat getirerek sokaklarda dolaştığını, böyle yapan başka da pek çok insan gördüğünü anlatmıştı. Ama şimdi, o gece yaşadığı şeyin bir kıyamet olmamasına, tüm yaşamın ilahi bir emirle sona ermemiş olmasına üzülüyordu; içinde kalakaldığı ‘devam eden hayat’, kıyametten daha belirsizdi.

İnsanlar, ‘varsayılan’ devletin aslında ‘var olmadığını’, giderek öfkeye ve ümitsizliğe dönüşecek bir şaşkınlıkla gördüler. Tepeden tırnağa silahlı dev bir güvenlik ağını; çoktan çürümüş hantal bir bürokrasiyi ve gelip geçen, tümü yozlaşmış onca siyasi iktidarı “besleyen” yurttaşlar; bunun karşılığında büyük oranda kaderine terk edilmişti. Görülmemiş bir toplumsal dayanışmaya rağmen yıkım bölgelerindeki insani kriz aylarca, hatta bazı bakımlardan yıllarca sürdü.

Tüm bunlar, kısa sürede siyasal sonuçlara da yol açacaktı. ’28 Şubat süreci’ olarak anılan sistem krizinde devleti elinde tutmayı başaran sivil-asker bürokrasi ile büyük sermayenin siyasi projesi esasen 17 Ağustos’ta çökmüştü. Bunu, 2001’de gelen ekonomik çöküş izledi. Çöken sistemin katlarına, odacıklarına mevzilenmiş, ‘merkez siyaset’ adlı mefhum enkaz altında kaldı.

‘Merkez’ siyaset, tüm klikleri ve kurumlarıyla birlikte öylesine acizdi ki; mevcut iktisadi, toplumsal, siyasi –hatta insani– krizde, tüm toplum nezdinde lekelenmeyen iki seçenek kaldı geriye: Sistemin tüm zamanlardaki düşmanı olan sosyalist sol ile bizzat devlet eliyle taşındığı sistemin dışına yakın zamanda sürülmüş olan İslamcı sağ…

28 Şubat bin yıl sürmeyecekti ama 12 Eylül, 20 küsur yıldır sürüyordu. Bu bitmek bilmez 12 Eylül rejimi altında yok etme amaçlı, acımasız baskılara maruz kalan sol, bir iktidar alternatifi üretecek kadar organize değildi.

İslamcı sağ, bir yandan iyi tertiplenmiş bir imaj çalışması, diğer yandan özellikle Batı’dan alınmış dış destekle, toplumdaki büyük hoşnutsuzluğun yarattığı dalganın üstüne çıkmayı başardı. Dışına itildiği sistemi yavaş yavaş ele geçirdi ve onu dönüştürmeye başladı. Ve tabii bu esnada kendisi de ‘değişime’ uğradı.

Deprem ile Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşları arasında 2 yıl olması tesadüf değil. Hafta başında 16. yaşını kutlayan AKP, zaten uzun zamandır tıkanmış sistemin depremle birlikte girdiği büyük krizin biçimlendirdiği bir siyasal ürün idi. Enkaza terk edilmiş bir topluma; demokrasi, şeffaflık, Avrupa kriterleri vaat ediyordu. Vaatlerle onları dile getirenler arasındaki açık uyumsuzluk da yeterince görülemedi; çünkü bir bakıma rakipsizlerdi. Solun darbe marifetiyle ezilmesinin yanında, tüm ‘sistem içi’ muhaliflerinin de yüzeysel, sembolik, kağşamış bir ‘devlet elden gidiyor’ ezberine saplanıp kalması önlerini açmış; vaatleriyle varlıkları arasındaki çelişkiyi duyulur şekilde dile getirecek kimse kalmamıştı.

Bu fırsatlar denizi, 16. yaşını kutlarken, 15 yıldır iktidarda olan bir AKP yarattı. Aradaki ‘olaylar’ malum.

Ancak o AKP, 16 yıl sonra, bizzat kendi kuruluşundakine benzer bir siyasal sıkışmışlığın içinde görünüyor. 16 yaş, onu kağıt üzerinde “genç” bir parti gibi gösterse de gerçekte yıpranmış ve yaşlanmış; hatta biraz ileri giderek söylersek, kuruluş fonksiyonu düşünüldüğünde ‘ölmüş’ bir parti AKP... Özellikle son dört yıldır, bir siyasal parti olmaktan çok, Erdoğan’ın seçim makinesine dönüşen bir ‘kitle örgütü’ görünümünde. Bir süredir her fırsatta, ‘metal yorgunluğu’, ‘yolunu kaybedenler’, ‘köklü değişim’ gibi parolalarla yolları döşenen tasfiye, belli ki AKP’nin aldığı bu son şekle uygun bir yapılanmayı hedefliyor. Artık tüm siyasal varlığı bir kişide toplanmış olan iktidar, devamlılığını sağlayabilmek için kazanması gereken seçimlerde yüksek performans gösterecek bir makineye dönüşümünü tamamlamak istiyor AKP’nin…

Böylesi bir anda, bu dönüşümün yarattığı ve giderek daha çok yaratacağı kırılganlığın farkında olan ‘eski’ ve ‘yeni’ yüzler de, yeni siyasal olanaklar tespit ediyorlar besbelli. AKP içine yönelik tartışmaların, bizzat iktidar cenahında, daha önce görülmemiş bir yoğunluğa erişmesi, Abdullah Gül başta olmak üzere bazı isimler üzerinden yürütülen nabız yoklamalar ve elbette, sağda Akşener-Özdağ öncülüğünde kurulacak partinin yol açtığı, ‘çıplak gözle görünen’ rahatsızlık; bir yandan tasfiyeyi çabuk çabuk bitirip AKP’nin dönüşümü işini hızlıca tamamlama sabırsızlığına bir yandan da potansiyel tüm ‘siyasal seçenek’lere karşı hırçınlığa yol açıyor.

Kendisine gösterilen tahammülsüzlüğün nihayetinde hiçbir işe yaramadığını görmemiş gibi, kendisi dışındaki güçlere tehdit, tecrit ve yok sayma ile yöneliyor iktidar.

17 Ağustos yıkımının üzerinden 18 yıl geçtikten sonra; biraz da bu yıkımın yol açtığı toplumsal dalgaya binerek sistemi ele geçiren siyasal gücün; felaketin gösterdiği hiçbir dersi almadığını görüyoruz: Kürt sorunu, demokrasi, sosyal adalet, hukuk gibi konularda, zahiren, 16 Ağustos 1999’daki koşulların bile gerisine düşmüş; üstüne toplumsal barışı oldukça hasar görmüş bir ülke…

Bu 18/16 yıllık tabloyu en kestirmeden özetleyen şeylerden biri de, 1999 depreminin ardından İstanbul’da ‘Afet Acil Eylemi Planı’ çerçevesinde belirlenen 493 alandan geriye sadece 77 toplanma alanı kalmış olmasıdır belki.

Hem ‘12 Eylül’ hem de ölümcül bir vurdumduymazlığın temsili anlamında ’17 Ağustos’ yaşıyor…

Tüm yazılarını göster