Akdeniz'de tek başına

Daha bir kriz bitmeden diğerine koşturmak Türkiye’nin dış politikasındaki yükünü tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar artırdı. Hem de inanılmaz bir yalnızlık döneminde. Şu an Türkiye Libya’da savaşa dahil oluyorsa özellikle Doğu Akdeniz ve Ortadoğu politikasının korkunç diplomatik başarısızlığının bedelini ödüyor.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Türkiye Ortadoğu’ya giderek daha fazla giriyor, daha fazla kuvvet kullanmak zorunda kalıyor ve daha çok aktörü karşısına alıyor. Bunun son örneğini Libya sorununda yaşıyoruz. Daha Suriye krizinin nereye doğru evrileceği belli değilken ve Rusya ile İdlib, henüz tam kendisini belli etmeyen İstanbul Kanalı sorunu yanında bir de Libya cephesinde karşı karşıya gelmek, dahası asker göndererek çatışmaya fiilen katılmak son derece riskli hamleler. Daha bir kriz bitmeden diğerine koşturmak Türkiye’nin dış politikasındaki yükünü tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar artırdı. Hem de inanılmaz bir yalnızlık döneminde.

Bu yazıda Türkiye’nin dış politikadaki yalnızlığını, tıkanmışlığını ve dışlanmasını en somut şekilde gösteren ve Libya’ya askeri olarak angaje olmasına yol açan Doğu Akdeniz’deki tarihi başarısızlığının nasıl ortaya çıktığını göstermeye çalışacağım. Burada bölge ülkelerinin Türkiye’nin bozduğu dengeyi kendi lehlerine nasıl adım adım askeri, enerji ve diplomasi gibi alanlarda inşa ettiklerini ve Türkiye’nin bu süreci uzaktan izlemekle yetindiğini, iktidara yakın kesimlerin çok sevdiği deyimle gerçekten kritik bir “oyun bozucu” hamle yapamadığını tartışacağım.

DOĞU AKDENİZ DENGESİ

1950’lerden itibaren Doğu Akdeniz bölgesinde bir denge oluşmaya başlamıştı. Türkiye önceleri kapalı kapılar ardında (1958 anlaşması gibi) 1990’lara gelindiğindeyse artık daha açıktan İsrail’e yakın dururken, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar Araplara yakın duruyorlardı. Türkiye ile Yunanistan arasındaki krizlerde de ABD önleyici ve yatıştırıcı bir rol oynuyordu. Özellikle, toplum ve siyasette Türkiye’dekinden daha güçlü olan Yunan (ve Kıbrıs Rum) solunda Filistin davasına olan sempati ve destek çok daha güçlüydü. 1980’lerde başbakan Andreas Papandreu Filistin halkına desteğini gönderiyor, Atina’da FKÖ temsilcilik açıyordu. 1982 Lübnan işgali sırasında İsrail buradaki Türkiye kökenli solcuları avlarken, Lübnan’dan çekilen Filistinli gerillalar ilk aşamada Kıbrıslı Rumlar tarafından ağırlandılar. Bu denge 2009 “One Minute” ve 2010 Mavi Marmara olayına kadar devam etti. Bundan sonra ise hem bölgede doğal gaz rezervlerinin tespit edilmesi, hem de Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bozulması bu dengeyi alt üst etti.

İSRAİL İLE İYİ İLİŞKİ ŞART MI?

Hemen belirtmek gerekir ki, siyaseten bir hükümet kendi dünya görüşünü dış politikasına yansıtabilir, seçim bildirgesinde açıkladığı ilkeleri uygulamak isteyebilir. Ayrıca etik olarak İsrail’in Filistin konusundaki tutumunu eleştirmek, buna karşı tavır almak ve hatta bazı girişimlerde bulunmak da desteklenebilir. Bu çerçevede İsrail ile diplomatik ilişkilerin düzeyini azaltabilir veya tamamen kesebilir de. Buraya kadar bir sorun yok. Fakat AKP ile ilgili sorun dış politikanın belli bir eksen üzerinde yürümemesi ve hamlelerinin sonuçlarının iyi hesap edilmemesi. Örneğin Erdoğan, dünya görüşüne aykırı bir şekilde İsrail’i ziyaret etti ve 1982 Lübnan işgali sırasında Filistinlilere yönelik ünlü Şabra ve Şatila katliamlarından sorumlu tutulan ve o dönem başbakan olan Arial Şaron ile görüşebilmişti.

İsrail ile ilişkilerin seviyesini düşürmeden önce, Türk Dış Politikası derslerinde lisans öğrencilerine anlattığımız bu dengenin bozulacağını öngörüp, örneğin Suriye konusunda daha dikkatli olmak, Yunanistan ile ilişkileri yakın tutmak ve Mısır’da Mursi devrildikten sonra hızla yeni duruma adapte olmak ve Sisi yönetimi ile tekrar bağları kurmak gerekiyordu. Şu an Türkiye Libya’da savaşa dahil oluyorsa, genel olarak dış politikasının ama özellikle Doğu Akdeniz ve Ortadoğu politikasının korkunç diplomatik başarısızlığının bedelini ödüyor.

YUNAN DEVLET AKLI DEVREDE

İsrail, Erdoğan ile ortaya çıkan krize anında tepki vererek, önceleri Türkiye’nin alternatifi olduğunu göstermek istedi. Ama onunla devam edemeyeceğini anlayınca giderek Yunanistan’a daha çok yanaştı. Daha Aralık 2009’da başbakan Yorgo Papandreu İsrail Dışışleri Bakanı Liberman ile görüşürken 2010’da Netanyahu ile Moskova’da bir araya geldi, Netanyau o yıl hemen Atina’yı ziyaret ederek yeni dönemin temelini attı. Her iki taraf neredeyse “şimdiye kadar niye bu kadar uzak kaldık” şeklinde bir tavır içindeydi. Bu ilişkiler daha sonra solcu ve iktidara gelmeden önce İsrail ile askeri ilişkileri keseceğini söyleyen Çipras döneminde de devam etti. Bu noktada Yunan solu içinden eleştiriler gelse de, Yunanistan Türkiye’nin dışlanmışlığının yarattığı fırsatı değerlendirmekten kaçınmadı. Sonuçta Yunanistan tarihi bir fırsat yakalamıştı ve İsrail’in tekrar Türkiye’ye yakınlaşması ihtimaline karşı elini hem çabuk tuttu hem de ilişkileri derinleştirmeye başladı. Türkiye’yi çevreleme fikri, aklı Türkiye’dekinden farklı çalışmayan Yunanistan devlet mentalitesi açısından son derece cazipti. Bu ikili ilişkilere Kıbrıs da dahil edilerek Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail ekseni oluşturuldu ve bu üçlü 2014’ten itibaren üç taraflı görüşme mekanizmasını kurdu. Bir yandan ortak tatbikatlar, öte yandan İsrail’den silah alımı, ayrıca enerji alanında derinleşen işbirliği, ilişkilerin giderek çok boyutlu bir hal almasını sağladı. Hatta, bununla da kalmayıp, bu yakınlığın toplumsal ayağı da oluşturulmaya çalışıldı, iki ülke arasında sivil toplum kuruluşlarının temas ve işbirliği geliştirildi. Dahası, her iki ülkenin ABD’deki lobileri de bu gidişata eklemlenerek işbirliği yolunu açtılar. Daha 2011’de ABD’deki önde gelen Rum ve Yahudi lobileri ortak toplantı düzenlediler ve yine ortak bir grup oluşturarak üç ülkeye periyodik ziyaretler düzenleyerek işbirliğinin güçlenmesi için çalıştılar. En son Temmuz 2019’da bir bildiri yayınlayarak, ABD’nin aşağıda değineceğim, bu yeni eksene verdiği destekten duydukları memnuniyeti dile getirdiler.

VE ABD DE DAHİL OLDU

ABD Türkiye’nin iniş çıkışlı dış politika çizgisini ve İsrail ile ilişkilerinin gelişimini uzun süre takip edip doğrudan bir taraf olmadı. Hatta, Obama döneminde Türkiye İsrail ikili ilişkilerin düzelmesi için epey çaba harcadı. Ama Doğu Akdeniz siyasetinde Türkiye ile işbirliği imkanlarını sınırlı gören ve S-400 füze alımı gibi sorunların da etkisiyle, ABD giderek Yunanistan-İsrail-Kıbrıs eksenine dümen kırmaya başladı ve en sonunda 2019’da tavrını açık belli ederek bu bölgede çok açıktan Türkiye’nin karşısında yer almaya başladı. Öncelikle Yunanistan’ın ABD ilişkilerinin yeni bir evreye taşındığını belirtmek gerek. ABD, Yunanistan ve İsrail Akdeniz’de ortak tatbikat düzenlemeye başladılar ve buna Kıbrıs Rum Kesimi de davet edildi. Örneğin, Nisan 2019’daki tatbikata ABD, İtalya, Kıbrıs, İsrail katılırken, nedense Türkiye’nin son dönem Ortadoğu’daki en büyük rakibi sayılan Birleşik Arap Emirlikleri davet edildi ve tabii Türkiye dışarıda bırakılarak bir mesaj verilmiş oldu. Girit’teki ABD üssü 6. Filo için kullanılırken, ABD Gümülcine’deki limanı Romanya ve Bulgaristan’daki üslerine lojistik destek için kullanma imkanı elde etti. Nisan 2019’da ise ABD Kongresi, bipartisan yani iki partinin de desteğiyle, aslında çok önemli bir kırılma noktası teşkil etmesi ve tartışılması gereken bir karar aldı ve ABD, Yunanistan ve Kıbrıs arasındaki işbirliğine destek olunması gerektiğini, hem Yunanistan’a askeri yardım sağlanacağını ve en önemlisi Rum kesimine uygulanan silah ambargosunun kaldırılacağını açıkladı. Ekim ayında ise Yunanistan ve ABD artık yenilenmeye ihtiyaç duymayacakları bir güvenlik anlaşması imzaladılar. Uygulamada da Dışişleri Bakanı Pompeo Mart 2019’da yapılan Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail arasındaki üçlü görüşmenin altıncı ayağına katılarak bu yeni eksene verdiği desteği gösterdi.

Bu gelişmeler Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki dışlanma sürecinin yalnızca Yunanistan’ın merkezinde olduğu diplomatik ayağını oluşturuyor. Bunun yine Atina’ın merkezinde bulunduğu, Yunanistan-Kıbrıs-Mısır ekseni boyutu var. Ayrıca, deniz yetki alanlarının paylaşımı ve enerji boyutları da var ki, bunların neredeyse her biri ayrı bir yazıyı gerektiriyor ve araya daha önemli bir konu girmezse belki bundan sonraki yazının konusu oluşturur.

Sonuçta Türkiye aynı anda bölge ülkelerini, küresel enerji şirketlerini ve ABD ve Rusya gibi küresel güçleri, AB ve tek tek AB üyelerini bu bölgede karşısına aldı. Oysa dikkat edilirse, hiçbir bölge içi ve bölge dışı aktör bu geniş ve çok fazla konunun iç içe geçtiği coğrafyada tek başına siyaset yürütmüyor. Türkiye’nin bu şekilde acemice yürütmeye çalıştığı “müttefiksiz” siyaset sınırına dayanmış durumda. İşte bu kendi yanlış politikalarıyla yarattığı tıkanmayı kırmak için bula bula Libya’da son derece eğreti durumdaki Trablus hükümetiyle anlaşma yapmayı bulabildi. Bu anlaşmayı da sanki dünya dengelerini değiştirmiş gibi bir havada sundu ve geçmiş sorumluluğunu unutturmak için muhalefeti ve özellikle asker göndermeyi eleştirenleri, Türkiye’nin önünü kesmeye çalışmakla suçlamaya başladı. Bu AKP’yi aşan bir konu ve bu dışlanmışlığın bazı boyutlarında geri dönüş çok zor olacak. Öyle ki, konunun bundan sonraki kuşakları etkileyecek yönleri olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Bu tabloya bir de Libya’da Hafter’in kazanıp ülkeye hakim olması ihtimali eklenirse, dışlanmışlık ve izolasyonu kırmak iyice imkansız hale gelecek.

Tüm yazılarını göster