Akbelen’de ekokırım ve direniş: Bir kentleşme momenti

Akbelen’de direniş sürüyor; Kaz Dağları'nda ve başka yerlerde de benzer doğa katliamları yoğunlaşarak sürmekte. Eğer gerçekten de bu süreçleri kentleşme bağlantısı ile kavrayacak olursak bu mücadelelerin kentsel ekoloji tabanlı bir muhalefet gündemi olarak yerel seçim süreçlerine eklemlenmesi mümkün olabilir.

Bülent Batuman bbatuman@gmail.com

Mimarlar Odası Muğla Şubesi'ne bağlı Milas Temsilciliği'nden hareket eden servis aracı bizi Akbelen’deki direniş alanının girişinde, polis barikatının karşısında indiriyor. Milas’ın içinde hissettiğimiz yapış yapış sıcağın yerini kırın ağustos sıcağı alıyor. Sıcak bu kez havadan yayılmıyor da topraktan fışkırıyor sanki. Asfaltın iki yanı, Akbelen’in eski ve yeni halini aynı anda görmeye imkân veriyor. Bir yanda, bu coğrafyada görmeye alışkın olduğumuz bir çam ormanı, diğer yanda, küçük bir parçası dışında tarumar olmuş bir eski orman alanı.

Kesilmiş ağaçların çoğunun kökleri henüz yerinde. Bazı yerlerde iş makinaları toprağı alt üst ederek onları da yok etmiş, suçunu gizlemeye çalışır gibi. Asfalt yoldan kesim alanına doğru çıkan bir patika, polis barikatının arkasında uzanıyor. Hem iki yanı bariyerlerle çevrilmiş, hem de jandarmalarla takviye edilmiş. Bayraklar asılı; ağaçlar kesilmesin diye asılmış, asılmışsa da ağaç katliamını engelleyememiş bayraklar. Bayrakla üniformanın karşı karşıya gelişinde -ki bu karşı karşıya gelişi en çok gecekondu yıkımlarından hatırlarız- sıradan bir tuhaflık var. Bu tuhaflık kendini bu kez üniformaların koruması altında patika boyunca yukarı çıkıp kaybolan iş makineleri ile pekiştiriyor. İnsan merak etmekten kendini alamıyor; bu kamyonları, iş makinelerini kullananlar ne hissediyor acaba bu “olağanüstü” iş sahasına giriş yaparken?

5-6 Ağustos hafta sonu Akbelen Direnişi açısından bir kavşaktı. Bir yandan ağaç kesiminin -şimdilik- tamamlanmış olması umut kırıcı bir sıkıntı veriyor. Oysa asıl geri dönüşsüz olan ağaçların kesilmesi değil -zira doğa kendini yenilemekte hep mahir- henüz başlamamış olan maden kazısı. Bu yüzden de mücadele bitmek bir yanda, daha çetin bir safhaya geçiyor. Hele de başka bölgelerde benzer ekokırım süreçleri devam ederken. Bu ekokırım sürecini aynı zamanda bir kentleşme süreci olarak kavramak gerek.

Henri Lefebvre’in daha 1970 yılında “kentsel devrim” kavramıyla tarif ettiği ve “komple kentleşme” olarak nitelediği, kentin bir paradigma olarak tüm yerküreyi belirler hale geldiği savı, bundan 40 yıl sonra Neil Brenner ve Christian Schmid tarafından geliştirilen “gezegensel kentleşme” kavramıyla güncellik kazandı. Bu yaklaşımı takip edersek, bugün ekolojik yıkımı ifade etmek için kullanılan “antroposen” çağını aynı zamanda bir gezegensel kentleşme hali olarak düşünmek gerekli. Fakat buradaki mesele kentin çeperlerini genişleterek kent olmayanı (ve dolayısıyla doğayı) yutması değil. Gezegeni sarmalayan ağlar ve bağlantılar yoluyla kentsel toplumsallığın kent olmayan alanları da kendine eklemlemesi. Böyle baktığımızda da asıl soru, bu eklemlenmenin hangi iktidar mücadelelerinin sonucunda hangi biçimlere kavuşarak gerçekleştiği.

Bir yandan bunları düşünerek direnişin sürdüğü kamp alanını geziyorum. Bu alan hem bariyerlerle kuşatılmış, hem de alanın dışında pek ağaç kalmadığı için sığınılacak yegane gölgelik. Alanın dışında ise, ağaç kesiminin güvenliğini sağlayanların gölgesiz kalmış olması ironik bir görüntü oluşturuyor. Direniş kampının merkezi bir forum alanı; konuşmalar başladığında fark ediyorum ki sanki bütün bir ormanın barındırdığı ağustos böceklerinin hepsi, şu geriye kalan 30-40 ağaca sığınmış. Durmaksızın ve koro halinde çıkardıkları ses, tekdüze biçimde devam edip kulaklarımızı alıştırdığı anda aniden yükselip yoğunlaşıyor, şaşkınlık içinde sese odaklanmamızı sağladığı noktada yine eski düzeyine iniyor. Bu da doğanın protestosu mu acaba?

Akbelen’de yaşanan sürecin yıllara yayılmış olduğunu düşündüğümüzde iki çarpıcı nokta görünür hale geliyor. Bunlardan ilki kuşkusuz ekokırımın kapitalist doğası ve bunun günümüz Türkiye'sinde aldığı fütursuz biçim. Ekokırımın basit yağma niteliğinde olmayıp küresel bir sistemin parçası olarak işlediğini ve dahası Türkiye yerelinde de geniş bir işbirlikçi ağı eliyle gerçekleştiğini Bahadır Özgür’ün Gazete Duvar’da geçtiğimiz günlerde yayınlanan iki yazısından izlemek mümkün. (1)

İkinci nokta ise, devletin tarihsel iskân politikası ile ilgili. Türkiye’de iskân politikalarını “zorla yerleştirmeden yerinden etmeye” uzanan bir süreklilik içinde ele alan Sema Erder’in vurguladığı gibi, son dönemin yerinden etme politikalarını bir iç iskân stratejisi olarak görmek gerek. (2) Kentleşme süreçleri nüfus hareketlerini de içerir ve eğer gezegensel bir kentleşme sürecinden bahsediyorsak doğayı fütursuzca katleden bu kentleşme sürecinin köyleri ve köylüleri de (İkizköy’ün artık Muğla Büyükşehir Belediyesine bağlı bir mahalle olduğunu da gözden kaçırmadan) durmadan yerinden ediyor oluşu sadece anlık bir tepki gibi düşünülmemeli. Aksine, insanların, özellikle de yoksul ve güçsüz görünenlerin kolayca sürülebileceklerine dair bir algıya ve kabule dayanan küstah bir iktidar pratiği bu.

Akbelen’de direniş sürüyor; Kaz Dağları'nda ve başka yerlerde de benzer doğa katliamları yoğunlaşarak sürmekte. Eğer gerçekten de bu süreçleri kentleşme bağlantısı ile kavrayacak olursak bu mücadelelerin kentsel ekoloji tabanlı bir muhalefet gündemi olarak yerel seçim süreçlerine eklemlenmesi mümkün olabilir.

1) https://www.gazeteduvar.com.tr/sermayenin-akbelendeki-besin-zinciri-makale-1630784 

https://www.gazeteduvar.com.tr/komprador-cengiz-pisligi-bize-katma-degeri-ingilize-makale-1631816

2) Sema Erder, Zorla Yerleştirmeden Yerinden Etmeye: Türkiye’de Değişen İskân Politikaları, İstanbul: İletişim, 2018.

Tüm yazılarını göster