Akademide Kadın Olmak - 4: 'Kadın olarak yeriniz burası değil' artık açıkça söyleniyor

Prof. Dr. Fatmagül Berktay "Akademide Kadın Olmak" yazı dizisinin son konuğu. Berktay'a göre akademi içerisinde 'kadınların çalışmasını olumsuzlayan ifadeleri oldukça tehlikeli.'

Abone ol

Burcu Karakaş

Öğrencisi tarafından öldürülen Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Araştırma Görevlisi Ceren Damar’ın anısına…

Türkiye’de kadın çalışmaları denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olan Prof. Dr. Fatmagül Berktay, “Akademide Kadın Olmak” yazı dizisinin son bölümüne konuk oldu. İstanbul Üniversitesi (İÜ) Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yıllarca öğretim üyeliği yapan, aynı zamanda İÜ Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde başkanlık görevi yürüten Prof. Berktay, kadınların çalışmasını olumsuzlayan ifadeleri oldukça tehlikeli bulduğunu söylüyor.

Akademiye girdiğiniz yıllardan başlayacak olursak, “cinsiyetçilik” kavramının bile kullanılmadığı bir döneme işaret ettiğimizi söyleyebiliriz. Bir kadın olarak adım attığınız akademide o zaman nasıl bir tabloyla karşılaşmıştınız?

Bir kere hakikaten “zamanın ruhu” denilen bir şey var. Üniversiteyi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum, 1970’li yıllar… Dünya kadar insan hakları teorisiyle ilgili ders aldım ama bir kere bile aklıma “İnsanın cinsiyeti nedir” diye sormak gelmedi. Hiçbir hocamız da zaten böyle bir konuyu gündeme getirmedi. Ancak ve ancak aradan 10 yıl geçtikten sonra feminist teoriyle ve hayatta da bir sürü hayal kırıklıklarıyla karşılaştıktan sonra eşitlik ve özgürlükten bahseden çevrelerin o kadar da eşitlikçi olmadıklarını gördüm. Ancak o zaman, “Kadın insan mıdır” sorusunu sordum. Kadının insan olmadığını, insan soyutlamasının arkasında orta sınıftan beyaz bir erkeğin olduğunu süreç içinde öğrendim. O zaman genel bir insan kavramı vardı ve bu kavramın üzerine gidilmiyordu. Ayrıca Türkiye gelenekçi bir toplum, “yaşlı erkek hoca” ayrıcalığı var. Bu ayrıcalıklar da üzerine gidilen bir şey değildi. Böyle bir bilinç olmayınca insan birtakım şeyleri sorgulamıyor.

“Yaşlı erkek hoca” ayrıcalığını biraz açar mısınız?

Türkiye’de akademisyenler arasında usta-çırak ilişkisi vardı. Örneğin, felsefe bölümünde anlatılan bir şeydi: Hoca öğle yemeğine çıkmazsa asistanlar da çıkmaz. Bunu kimse, “Niye ki, ama ben acıktım” diye sorgulamaz! Bunlar sorgulanan şeyler değildi. Statü sahibi, daha yaşlı bir erkekle evlenmek ya da ilişkiye girmek normal sayılan şeyler. Neye takılıp takılmadığımız içinde bulunduğumuz zaman ve onun bilinciyle ilgili bir şey. Bu noktada 80’lerden itibaren yayılan feminist bilinç tayin edici bir rol oynadı. O zaman bile “Kadın-erkek yoktur, insan vardır” söylemiyle karşılaştık. İkincil bir varlık olduğunuzu kabul etmek istemiyorsunuz. Kadınlar için de zor oluyor bu. Birtakım şeyleri halının altına süpürmek daha kolay gelebiliyor. Kadınlar genelde başlarına gelen şeyleri sadece kendilerine oluyormuş gibi yaşarlar. Taciz, tecavüz olayları tarih boyunca hep var ama kadınlar çocukluktan itibaren bundan korunmak için stratejiler geliştiriyorlar. Anneler de kızlarına bunu anlatıyor. “Bağır, herkes duysun” değil, “Aman kendini koru” gibi… 80’lerden itibaren feminist bilinç, “Bağır, herkes duysun”u getirince olay değişmeye başladı. İlk defa konuşulan konulardı. Kadınların “kabahatleri” ya da “uyanık olmamamaları” yüzünden değil, sisteme ilişkin bir şey olduğu bilinci yayıldı.

Sizin de feminist bilinç edinmenizle akademide karşılaştığınız olaylara ilişkin ayırdına vardığınız meseleler oldu mu?

Bilgi üretimi benim için çok önemliydi, bilgi sever olduğumu düşünüyorum. Bilgi peşinde koşmak, evet, ama bir yandan da o bilginin aslında erkeklere ait bir alan olduğunu hep hissediyorsun. Sana onu hep hissettirirler. Bu kelimelerle denmese bile, “Akıllısın hoşsun ama teoriyle uğraşma”, “Daha kadınlara uygun şeyler yap”, “Buradasın ama senin yerin aslında burası değil” duygusunu hissettirirler. Kadının bedenle özdeşleştirilmesi meselesiyle ilgili olduğunu sonradan kavradım ben. Kadın olarak hep daha çok çalışmak zorunda kalırsın bu yüzden.

'AMA FATMANUR HOCAM O SİZİN HOBİNİZ!'

Siz de hep daha çok çalışmak zorunda kaldınız mı?

Hep daha çok çalışmak ve hep daha çok şey bildiğimi ispat etmek zorunda kaldım. Öyle olduğunu düşünüyorum. Neden bu kadar çok çalıştım! (gülüyor) Üstelik bir yandan da feminist teoriyle uğraştığım için onu da meşrulaştırmak gerekti bir anlamda… “Ben kendi alanımda sizin bildiğiniz her şeyi biliyorum, üstüne bir de bunu biliyorum”. Bunu bir şekilde yerleştirmeye çalıştım çünkü gettolaştırma eğilimi vardı. “Sen kadın meselesini biliyorsun sadece” demek vardı. İlk başlarda bölüm kurulunda kimin hangi dersi vereceğinin tartışıldığı bir zaman, bölümde üç ders ve kadın çalışmalarında bir ders verdiğimi söylediğimde, “Ama Fatmanur hocam, o sizin hobiniz” gibi şeyler duydum. Öyle bakılıyordu. Giderek değişti tabii bu. Aklı ve vicdanı olan erkek hocalarımız da epey şey öğrendiler, açıkça da söylüyorlar ve ben de bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Birtakım şeylerin kamusallaşması mücadele meselesi oldu. Feminist kadın hocaların olması, öğrencilerin açılmasını getirdi. Bu da çok önemli.

İstanbul Üniversitesi’nde uzun yıllar Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin başkanlığını yürüttünüz. Türkiye’de üniversite bünyesinde bir kadın merkezinin başkanlığını yapmak nasıldı? Bu merkezin üniversite atmosferini etkilediğini gözlemlediniz mi?

Sosyal bilimlerde çok önemli bir değişiklik yaptı. Kadın çalışmaları tamamen sorgulayıcı ve dönüştürücü alanlardı. Bu sonuçta davranışa da yansıyor. Nitekim öğrencilerimiz birçok ağlar kurdu, bunların gökten düşmediğini düşünüyorum. Hepsi bir bütün: Toplumsal hareketle teorik gelişme birbirini tamamlayan şeyler. Akademik feminizm dediğimiz şey bence esas olarak toplumsal hareketten kaynaklandı, karşılığında toplumsal hareketi de besledi. Tam da bu nedenle bu alanın ve kurumların evcilleştirilmesi çabasını görüyorum. “Sizin yeriniz burası değil”i bize hep hissettirirlerdi ama bu açıkça söylenmezdi. Kadın akademisyenlerin oranı hiç düşük değildi. Şimdi en korkutucu olan açıkça dekanlar, bölüm başkanlarının “Kadınların dışarıda çalışmasını doğru bulmuyorum” gibi ifadelerinin olması. Eskiden bunu duymazdınız, çeşitli biçimlerde hissettirilirdi. Bunun söylenebildiği bir iklim var, bu çok tehlikeli. Giderek kadınların akademiye girmesini bilinçli olarak engelleyebilecek bir şey bu.

'KADININ AKADEMİDEN DIŞLANMA SÜRECİ BAŞLADI, DİKKATLİ OLUNMALI'

Son olarak karşılaştığımız, “Yükseköğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi”nin revize edileceğine kadar giden haberlerden tutun da, genel olarak “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramından rahatsızlık duyulduğunu görüyoruz. Bu tartışmaları nasıl okuyorsunuz?

Doğuştan gelen verili kimliklerin değişmez olduğunu, “Kadın anneliğe yatkındır, ev içinde oturması gerekir” ve “Erkek kamusal alana aittir, aklı temsil eder” ayrımının yeniden dini bir kisve altında piyasaya sürülmesi. Bu yeni bir şey değil, bütün Batı felsefesi buna dayanıyor. İstanbul Üniversitesi’nde felsefe bölümünde asistanlığa başladığımda aynı zamanda kadın çalışmalarında ders veriyordum. “Siz akıllı bir insansınız, yazık oluyor size. Niye bu konularla uğraşıyorsunuz?” cümlelerini duyduğumu hatırlıyorum. Bilmiyorlardı, cahillikle de ilgili bir şey. Bu algı giderek değişmeye başlamıştı ki şimdi yeniden itibarsızlaştırılması söz konusu. Toplumsal cinsiyet eşitliği aynılık talebi değildir. Kim ister erkeğe benzemek! (gülüyor) Tam tersine, çağdaş feminizm farklılığın tanınmasını yerleştirmek istedi. Farklılığın yasalarda da dikkate alınmasını istedi. Eşitlik savunusu yapmak lazım ama eşitliğin aynılık olmadığının da altını çizmek lazım.

Hem akademiye hem de kadın çalışmalarına emek veren biri olarak, akademide cinsiyetçilikle mücadele konusunda neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz?

Genel olarak bilginin itibarsızlaştırılması, üniversitenin itibarsızlaştırılması söz konusu. Buna karşı mücadele etmek çok önem kazanıyor bir kere. Toplumsal cinsiyet eşitliği derslerinin birinci sınıfta zorunlu olarak herkese okutulması gerekiyor ama biz bunları savunurken tam tersi oldu. İsmin bile ortadan kalkması isteniyor. Kadınları kategorik olarak dışlama çabası, kadın asistan alınmaması, var olan kadın akademisyenlerin atılmaya çalışılması, bilginin itibarsızlaştırılması, cahilliğin övülmesi… Bunlar hep birbirini tamamlıyor. “Pembe otobüs olsun” gibi, “Pembe üniversite olsun”a da gidilebilir. Başka toplumsal çerçevelerde sadece kadınların olduğu yerler güçlendiren yerlerdir ama bizde tecrite götürebilir. “Kadınları almak istemiyoruz” lafı bu kadar net söyleniyorsa, bu çok büyük bir sorun. Nitelikli iş gücünden hemen her yerde kadınlar çıkarılıyor. Kadınların nitelikli işlerde çalışmasını erkekler istemiyor. İktidar da istemiyor. Üniversite eski itibarını yitirse de bilgi üretilen bir yer. Buralardan kadınların dışlanma sürecinin başladığını düşünüyorum. Buna karşı dikkatli olmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Akademide Kadın Olmak-2: 'Mobbinge dayanamayınca intihar girişiminde bulundum'

Akademide Kadın Olmak - 3: Dekanın beni üniversiteden gönderme gerekçesi... 'Hafif bir kadın'