AK Parti, iktidarını AB’yle paylaşmak ister mi?

AK Parti dönemi AB ile yaşanan ciddi gerilimlere de sahne oldu, üyelik yolunda atılan büyük adımlara da. 2005’te katılım müzakerelerini başlatan ve Türkiye’nin üyeliğe hazırlanması için 2011’de ayrı bir Avrupa Birliği Bakanlığı kuran AK Parti’ydi. Ama aynı zamanda birlik üyeleri ve kurumlarıyla restleşen, AB’den kopmaktan bahseden de yine AK Parti...

Abone ol

Elâ Bilgen

Avrupa Birliği’nin (AB), diğer bölgesel ve uluslararası örgütlerden önemli bir farkı var. AB ulus-üstü, yani üyesi olan devletlerden, egemenliklerinin bir bölümünü birlik kurumlarına devretmesini talep eden bir örgüt. Buna rağmen (ayrılma arzusundaki İngiltere dâhil edilmezse) 27 üye ülkeyle oldukça geniş kapsamlı bir yapıya sahip. Bunu başarabilmiş olmasını ise küresel siyasal sistem içinde sahip olduğu meşruiyet gücüne ve küresel ekonomi içindeki büyük payına borçlu. Yani Avrupa Birliği, üyelerinin ve aday ülkelerin hükümetlerine bir yandan önemli bir meşruiyet kaynağı sağlıyor: Hükümetler demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi liberal birlik değerleri sayesinde hem yurttaşlarının hem de dış politikadaki muhataplarının rızasını kazanıyor. Diğer yandan da bu hükümetleri küresel sistem için gerekli/geçerli ekonomik araçlarla donatıyor: Doğrudan mali yardımların yanı sıra iç hukukun liberal ekonomiyle uyumlu biçimde yeniden düzenlenmesini ve ülkenin sermayesi, iş gücü, malları ve pazarının küresel sistemle uyumlu hale getirilmesini sağlıyor. Nitekim Türkiye’nin AB macerasının başlaması da hem tıpkı “muasır medeniyetler” gibi iktidarın kaynağının göksel olandan dünyevi olana, demokrasi ve hukukun üstünlüğü yoluyla yurttaşlara geçirilmesi ihtiyacına, hem de küresel ekonomik sistemden dışlanıp “üçüncü dünya”laşma korkusuna dayanmakta.

O dönemdeki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) ilk başvurunun yapıldığı 31 Temmuz 1959’dan bu yana Türkiye, üyelik yolundaki 59'uncu senesine girmiş bulunuyor. Bu süre boyunca hükümetlerin sağ ya da sol eğilimli olması üyelik hedefinden ciddi bir sapmaya neden olmadı. AB ile ilişkilerde yaşanan gerilimli anlara ve karşılıklı restleşmelere rağmen Türkiye’de iktidarlar kimi zaman demokratikleşme kaygısıyla, kimi zamansa ekonomik çıkarları gözeterek üyelik hedefini ajandalarından eksik etmedi. AK Parti hükümetleri de uzun iktidar dönemi boyunca, Türkiye’deki muktedirlerin bu genel eğiliminin küçük bir modelini sergiledi. AK Parti dönemi AB ile yaşanan ciddi gerilimlere de sahne oldu, üyelik yolunda atılan büyük adımlara da. 2005’te katılım müzakerelerini başlatan ve Türkiye’nin üyeliğe hazırlanması için 2011’de ayrı bir Avrupa Birliği Bakanlığı kuran AK Parti’ydi. Ama aynı zamanda birlik üyeleri ve kurumlarıyla restleşen, AB’den kopmaktan bahseden de yine AK Parti.

2005’te katılım müzakereleri başladığında, görüşmelerin üç temel başlık üzerinden yürütüleceği öngörülmüştü. Bunlardan ilki AB ilkeleri doğrultusunda siyasi reformların gerçekleştirilmesi, ikincisi Türkiye’nin iç hukukunun AB müktesebatıyla/AB hukukuyla uyumlu hâle getirilmesi ve sonuncusu da Türkiye ve AB ülkelerinin kamuoylarının Türkiye’nin AB üyeliği fikrine alıştırılması.

Siyasi reformlar Kopenhag siyasi kriterlerinin (yani hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları ve azınlıkların korunmasının sağlanması) içselleştirilmesi ve istisnasız biçimde uygulanmasını içeriyor. Oldukça tartışmalı olsa da üyelik müzakereleri, AB tarafının Türkiye’nin bu kriterleri yeterli ölçüde karşıladığını kabul etmesiyle başlayabildi. Kamuoylarının karşılıklı olarak Türkiye’nin AB üyeliğine aşina olması da “sivil toplum diyaloğu” kapsamında, Türkiye’de “Avrupa değerleri”nin yaygınlaştırılması için çalışmalar yapan hükmet dışı örgütlere AB mali yardımlarının sunulması ve Türkiyeli ve Avrupalı öğrenciler arasında değişim programlarının uygulanması gibi araçlarla sağlanmaya çalışılıyor. AB müktesebatının benimsenmesi ise birliğin düzenleme konusundaki detaycılığı ve müktesebatın hacmi nedeniyle üstesinden gelmenin güç olduğu bir sürece işaret etmekte. Katılım müzakerelerinin tamamlanması da müktesebatın sınıflandırılmasıyla oluşan toplam 35 faslın uygulamaya geçirilmesine bağlı. Bu fasıllar malların, işçilerin ve sermayenin serbest dolaşımından, rekabet politikasına, vergilendirmeden yargı ve temel haklara, eğitim ve kültürden gümrük birliğine kadar pek çok alanda yapılacak hukuki düzenlemeleri kapsıyor.

Müzakerelerinin başladığı 3 Ekim 2005’ten bu yana toplam 16 fasıl, Türkiye’nin açılış kriterlerini yerine getirebilmesiyle tartışmaya açıldı. Bunlardan ilki 2006’da açılan ve açıldığı gün geçici olarak kapatılmasına karar verilen “Bilim ve Araştırma” faslıydı. Yani AB, bilim ve araştırma konusunda Türkiye’nin AB hedeflerini uygulayabilecek kapasitede olduğuna ve müzakerenin geçici olarak tamamlanmasına karar verdi. Böylece akademi üzerindeki baskıların derin yaralar açtığı ülkede ironik biçimde “Bilim ve Araştırma” faslı, kapatılmasına karar verilen tek fasıl olmayı da başardı.

Son fasılsa (“Mali ve Bütçesel Hükümler” faslı) Aralık 2016’da açıldı. Bunun da dâhil olduğu 15 faslın müzakeresi sürmekte. Ancak fasılların açılıp kapanması AB Konseyi tarafından belirlenen kriterlerin yerine getirilmesinin yanı sıra üye devletlerin oy birliğiyle aldığı kararlara bağlı. Bu da, Türkiye’nin performansı dışında tek tek üye devletlerin Türkiye’ye karşı siyasi tutumlarının da fasıllarla ilgili belirleyici olduğu anlamına geliyor. Altı faslın, Kıbrıs tarafından bloke edilmiş olması da bu durumun örneklerinden biri.

AĞIZ DALAŞINA DİRENEN İLİŞKİLER

Mart 2016’da yapılan AB-Türkiye Mülteci Anlaşması ile bir dizi faslın hızlı biçimde açılması ve Türkiye yurttaşlarına Schengen Bölgesi’nde vize serbestisi sağlanmasının çabuklaştırılması amaçlanmıştı ama Avrupa Parlamentosu, vize serbesti için gereken ünlü 72 kriter yerine getirilmeden konuyu gündeme almayacağını açıklayınca ilişkiler bozulmaya başladı.

O dönemde Avrupa Parlamentosu Başkanı olan Martin Schulz, seçimlerden hemen önce Almanya’yla girilen üyelik tartışmalarında da Almanya’nın başbakan adayı olarak yine baş rollerdeydi. Birkaç hafta önce iki başbakan adayı Merkel ve Schulz’un canlı yayın kapışmasında Almanya’nın Türkiye politikası gündeme gelince iki ülke arasında yeni bir tartışma alevlenmişti. Zira Schulz, başbakan seçilmesi halinde AB’ye, Türkiye ile müzakereleri kesmesi tavsiyesinde bulunacağını söylemiş, Merkel de rakibine ayak uydurarak müzakerelerin kesilmesi konusunu AB gündemine getirmek istediğini ifade etmişti. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan’sa AB’yi, Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirmemekle suçladı. Her geçen gün yeni bir açıklamayla harlanan tartışma 24 Eylül’deki Almanya seçimlerine dek sürdü. Bununla birlikte siyasi liderler sert mesajlarına rağmen satır aralarında, ilişkilerin kesilmesini arzu etmediklerini belirtiyorlardı. Örneğin hem Erdoğan, hem de AB Bakanı Ömer Çelik Almanya ile AB’yi ayrı tutmaya, Almanya’yla yaşanan krizi AB düzeyine taşımamaya gayret etmekteydi.

Türkiye tarafında olduğu gibi AB tarafında da birbiriyle çelişebilen ifadelerin aynı anda tartışılıyor olması tesadüf değildi. Gazetelerde Merkel’in Türkiye’ye karşı yumuşak davranmakla suçlanmasının ve Türkiye’ye karşı tehditkâr davranmakla eleştirilmesinin aynı anda haber olabilmesinin sebebi politikacıların söylemleriyle uygulamaları arasındaki geleneksel farklılıklardı. Seçim dönemlerinde ya da örneğin Türkiye açısından Kıbrıs, Almanya açısından göç sorunu gibi ulusal hassasiyetlerin söz konusu olduğu dış politika meselelerinde, iç kamuoyunu kazanma amacıyla yapılan sert ve saldırgan yorumlara ihtiyatlı yaklaşmak gerek. Nitekim 16 Nisan referandumu öncesinde Almanya ile başlayıp seçimlere hazırlanan Hollanda ile krize dönüşen restleşme, bu defa da seçim arifesindeki Almanya’yla krize doğru tırmandı. Ancak aralarında derin ekonomik bağlar bulunan Hollanda ve Türkiye’nin, bugün ilişkilerine normal seyrinde devam ettiği gibi 24 Eylül’ün ardından da milliyetçi çıkışlara rağmen Almanya’yla bir yumuşama evresine girilmesi kaçınılmaz görünüyor.

AK Parti hükümeti, Avrupa’dan sağlanan ekonomik avantajları terk edemeyeceği için ve iktidarını göklerden gelen kararlara dayandırmakla ülkenin yarısını kendinden uzaklaştırdığını görüp “AB değerlerini” her ihtimale karşı yedekte tutmak istediği için üyelik hedefinden vazgeçmiş değil.

AB ise artık 1960’lardaki AB’den oldukça farklı. O dönemde tarihsel bir “öteki” ve “Müslüman” olan ama verimli bir pazar olarak SSCB nüfuzundan korunması gereken Türkiye, gönülsüzce yakınlarda tutuluyordu. Ulus-devletlerin zayıflaması, 2008 kriziyle birlikte küresel sermayedarların sıradan insanlara refah sağlamak konusundaki inandırıcılıklarını yitirmesi ve ABD hegemonyasının aşınması sonucu kıtada oluşan güç boşluğuyla birlikte Avrupa Birliği de yapısal bir dönüşümün içine girdi. Bugün artık Türkiye, iktidarı altına aldıklarının uyruğunu ve dinini önemsemeyen bir imparatorluğun kapsayıcılığıyla birliğe dâhil edilmek isteniyor. Böyle bir durumda açılan ya da açılamayan fasıllar, Türkiye’nin insan hakları karnesi ve mültecilerin durumu da tali meseleler olmaktan öteye gidemiyor.

Birikim yazarı