Adana Film Festivali günlükleri 1: Sinemaya hasret!

İlk günün son filmi ise Özkan Çelik’in yönettiği “Babamın Kemikleri” oldu. 2014 tarihli korku filmi “Muska” ile olumlu eleştiriler alan Çelik bu kez ‘trajikomik’ bir hikaye ile karşımızda. Filmin sıkıntısı da ‘trajikomik’ tarafında yatıyor. Çünkü bu kavramın iki ucu bir türlü bir araya gelemiyor.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

Film gösterimlerinin 22 Eylül cumartesi günü başladığı Adana Uluslararası Film Festivali’nin en çok merak edilen bölümü olan ulusal film yarışması dün yapılan üç gösterimle başladı. Festivalin ilk günü üç film seyirci karşısındaydı. Günün toplamında üç tane ‘film’ izlemiştik ama açık söylemek gerekirse ortada sinemaya dair bir şey olduğunu söylemek çok zor.

Dört Köşeli Üçgen

Sanatın birçok alanında önemli işlere imza atan Mehmet Güreli’nin 2008 tarihli “Gölge” filminden sonra bir kez daha kamera arkasına geçtiği “Dört Köşeli Üçgen”, Türkiye sinemasına unutulmaz bir karakter hediye edebilirdi hiç kuşku yok ki. Salah Birsel’in aynı adlı romanından uyarlanan filmin, karakterinin sinema için ciddi bir potansiyel taşıdığını söyleyebiliriz ancak hikayenin potansiyeli tartışma konusu. Birbiri ardına bağlanmış skeçler halinde ilerleyen, bütün umudunu kendisine ‘gözlemci’ adını takmış ve çevresi tarafından da öyle kabul gören ana karakterinin orijinalliğine bağlamış senaryonun bütünlüklü bir film inşa etmekten çok uzak olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Kendisine 'gözlemci' diyen birisinin film boyunca defalarca “Ben gözlemciyim” demesi gibi tekrarlar bir yana, bir türlü ete kemiğe büründüremeyen olay örgüsü, deneysel sinemaya meyleden özel bir çabaya da dönüşmeyince ortaya akıp duran görüntüler ve birbiri ardına eklenmiş sahnelerden fazla bir şey çıkmıyor ne yazık ki.

'BUNLAR HEP KOCASIZLIKTAN, BABASIZLIKTAN'

Aydede

Günün diğer iki filmi, “Aydede” ve “Babamın Kemikleri”nin üzerinde ise baba gölgesi dolaşıyordu. Abdurrahman Öner imzalı “Aydede”, babanın cenaze sahnesiyle karşılıyor seyirciyi. Kocası öldükten sonra baba evine dönen Rabia babasını da kaybetmiştir ve oğlu Bekir ile baş başa kalmıştır. Rabia, bir yandan tuhafiyeci dükkanını işletmek, diğer yandan sorunlu bir çocukluk yaşayan Bekir ile ilgilenmek zorundadır. Bir yandan da yeni birisiyle evlenmek ve yalnızlığına son vermek istemektedir. Film ikili bir anlatım tercih ediyor. Rabia’nın hayatına çözüm bulma çabalarını izlerken, paralel hikayede Bekir’in ‘babasızlıktan’ kaynaklı büyüyen sorunlarını takip ediyoruz. Dardenne Kardeşler’in “Bisikletli Çocuk” filminde babasına öfkesi bir türlü dinmeyen Cyril’i ile Kean Loach’ın yeniden aile olmak için annesinin hapisten çıkmasını bekleyen öfkeli delikanlısı Liam’ı fazlasıyla çağrıştıran Bekir karakterinin son 15 dakikaya kadar sürekli birbirini tekrar eden hikayesi filmin en büyük handikapı. Bu durum Rabia’nın hikayesinin detaylandırılmasının ve tamamına ermesinin de önüne geçen yapısal bir sorun olarak dikkat çekiyor. Hal böyle olunca da Ezgi Mola’nın Rabia karakterindeki bütün çabası havada kalıyor. Çünkü film karaktere beklediği hikaye derinliğini ve alanı bir türlü yaratmıyor. Öte yandan filmin genel dilinin de sorunlu olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Nihayetinde “Küçük kasabalarda böyle şeyler oluyor” demek başka, bunu onaylamak başka. Film hem Rabia’nın hem de Bekir’in başına gelen her şeyi “Bunlar hep kocasızlıktan, babasızlıktan” diyerek seyircinin gözüne sokmaya çalışıyor.

BABA: VARLIĞI BİR DERT, YOKLUĞU YARA!

Babamın Kemikleri

İlk günün son filmi ise Özkan Çelik’in yönettiği “Babamın Kemikleri” oldu. 2014 tarihli korku filmi “Muska” ile olumlu eleştiriler alan Çelik bu kez ‘trajikomik’ bir hikaye ile karşımızda. Filmin sıkıntısı da ‘trajikomik’ tarafında yatıyor. Çünkü bu kavramın iki ucu bir türlü bir araya gelemiyor. Film zaman zaman trajik alanlara savrulurken, bir anda komedinin sularında gezmeye başlıyor. Başından geçen kötü bir olay yüzünden küçük yaşta köyünü terk etmek zorunda kalan Ömer, yıllar sonra annesinin vasiyeti üzerine köye dönüp babasının kemiklerini İstanbul’a getirmek zorunda kalır. Arabasıyla çıktığı bu yolculukta, sorunlu olarak gördüğü oğlunu da yanına alacak, hem babasıyla ilgili sorunlu geçmişini hem de oğluyla ilişkisini düzeltmenin yollarını arayacaktır. Bir tür ‘babam ve oğlum’ hikayesi aynı zamanda. Filmin en temel sorunu tutarlı bir dil tutturamamasında yatıyor. İlk yarım saatlik bölümde ciddi, sorunlu bir adam ve aile izliyormuşuz izlenimi uyanıyor. Ömer ile oğlu yola çıktıktan sonra ise film bir anda bütün ciddiyetini üzerinden atarak komedinin sularında gezinmeye başlıyor. Hakkını yemeyelim bu bölümde özellikle Cem Davran’ın maharetini konuşturduğu ve seyirciye kahkahalar attıran sahneler de var. Ancak, Ömer babasıyla ve oğluyla ilgili sorunlarına meyledip derin bir hesaplaşma içine girmişken, hikayedeki ağırlığın bir anda kolay bir espriyle darmadağın edilmesi karakteri ciddiye almakla ilgili sorunlar yaratıyor. Filmin komedi ve dram arasındaki uyumsuzluğu ve gelgitlerine reji yetersizlikleri ve teknik eksiklikler de eklenince bize kalan bir yarım kalmışlık hissi oluyor.

Ulusal yarışmanın ikinci günü olan 26 Eylül Çarşamba günü Halef, Kelebekler, Kaos ve Sibel seyirci karşısına çıkacak. Bu filmleri de yarın değerlendireceğiz.

Tüm yazılarını göster