Acımasız, bedbin, lanetli bir ayna: Cioran, Zamana Düşüş

E.M. Cioran'ın kitabı "Zamana Düşüş", Metis Yayıncılık tarafından raflarda yerini aldı. Cioran kitapta, insanın hayat ağacı yerine bilgi ağacının meyvesini yemesi meselesiyle yola koyularak, bu olayın zamana düşmeyi başlattığını, tarihin de bu olayla şekillendiğini vurguluyor.

Abone ol

Bugüne dek birçok kitabı Türkçeye kazandırılan felsefeci ve deneme yazarı Emil Michel Cioran’ın Zamana Düşüş'ü, Haldun Bayrı’nın çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıktı ve Cioran koleksiyonunun son halkasını oluşturdu. Doğrudan “insan”a yönelttiği eleştirileriyle tanınan ve onu kötücül bir bakışla ele alan Cioran, her şeyin başladığı zamana dönüyor: İnsanın yaratılışına ve onun bilgi ağacıyla sınavına.

20. yüzyılın sonunda, 1995 yılında Alzheimer hastalığı sebebiyle hayata veda eden Cioran, akıllara kazınmış bir yazar. Onun metinleri, genellikle “öfke” ve “varoluş” odaklı yaklaşımlarla değerlendirildi. Cioran yurtsuzlukla, aidiyet noksanlığıyla, dünyaya ve insana karşı nefretle özdeşleştirildi. Kimi zaman “lanetli bir filozof” kimi zaman “çok akıllı bir deli” olarak tanımlandı. Henüz gençlik eserlerinde, Sartre’da Camus’da rastladığımız “yabancılaşma” olgusuna rastlanıyordu ve bu metinler, umutsuz bir insanın umutsuz felsefesine işaret ediyordu. “Katlanmak” için yazıyordu Cioran. Onun kalemini hareket ettiren itici kuvvet, “öfke”ydi. Varoluşu sorguladı, bunu yaparken insanın düştüğü her türlü durumla ilgilendi, yaratılıştan sona dek her aşamanın üzerinde incelikle durdu. Birçokları için, bu derinliğin nihilizme varması kaçınılmazdı.

ŞÜPHECİ, ÖFKELİ VE ŞAİRÂNE BİR KALEM

İstikrarlı bir şüphecidir Cioran. Metinleri arasında yolculuğa çıkan her okur, bunun farkına varır. Israrla Tanrı’nın karşısına çıkarır insanı, intiharla özgürleşmeyi teklif eder. Dünya sıkıntısından bir felsefe yaratır ve fikirleri hep bu sıkıntıdan doğar. Okurunu aynı sıkıntıyla kıvranmaya, böylece her şeyi sorgulamaya davet eder. Ki zaten “rahatsız edici” metinlerin peşinde olduğunu kendisi de söyler, öfkeli tavrı da bundandır. Bu rahatsızlık, önce Cioran ve hayat arasındadır, sonra Cioran ve okur arasında. Ve son olarak da okurla hayat arasında bir yüzleşmeye döner. Şüphesiz bu yüzleşme “sarsıcı” bir etkiye sahiptir.

Metinlerinde tekrar eden temaları göz ününde bulundurarak, onu, “varoluşçu” etiketiyle sunmak yahut şüpheci tavrından dolayı doğrudan Sofistlerin kanalına bağlamak, yazarın incelikli tavrına haksızlık olacaktır. Aynı şekilde onu çok katı bir nihilizmle özdeşleştirmek de. Cioran’ı bir kategoriye dahil etmek oldukça zor. Bugüne dek farklı filozoflarla, yazarlarla ortak noktaları arandı. Yazılarındaki referanslara dayanarak özellikle Nietzsche’nin etkisinde olabileceği tartışıldı. Fakat onun intiharı ele alışıyla Sartre, Camus gibi isimlerin intihar ve ölüm karşısındaki tavrı arasında birebir benzerlikler bulmaya çalışmak, beyhude bir çaba. Ya da “dünyaya fırlatılmışlık”, bir nevi terk edilmişlik hususunda onda Heidegger’den izler aramak da öyle. Diğer yandan, onun hayatı boyunca belirli fikirlere körü körüne bağlı olmadığı; örneğin, sezgici tavrıyla bilinen Bergson üzerine lisans tezi hazırladığı ve hayatının sonraki yıllarında Bergson’u “hayatın trajik boyutundan habersiz olmakla” suçlayarak onun çizgisinden ayrıldığı unutulmamalı. Böyle benzetmeler yapmaktan ziyade, Cioran’ı, her şeyin ötesinde, fikirlerini okura “sunuş”undaki başarısıyla değerlendirmek yerinde olacaktır.

Cioran’ın en mühim niteliklerinden biri, üslubunun büyüsü. Şairâne bir anlatım yeteneğine sahip olan Cioran’ı, benzerlerinden ayıran yönü belki de bu. Ağır felsefe metinleri karşısında debelenen okuru onun denemeleri karşısında farklı bir konumda buluyoruz. Onun okuru; dikkat kesilen, her bir cümleyi idrak etmeye çabalayan, yazarla aynı sıkıntıyı hisseden bir okur. Bu noktada Türkçe çevirilerin kalitesini de vurgulamak gerek. Onun özellikle Umutsuzluğun Doruklarında, Çürümenin Kitabı, Var Olma Eğilimi ve Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine gibi eserlerinde, insan olmanın sıkıntısı ve çetrefilli serüveni üzerine fikirlerini görüyoruz. Bu eserler, insanın yüzünü hiçliğe dönmesi, zamanda asılı kalması, bir tür “kayboluş”a sürüklenmesi gibi temalarla örülü. Zamana Düşüş de aynı çizgide ilerlemekte.

Zamana Düşüş, E. M. Cioran, Çevirmen: Haldun Bayrı, 152 syf., Metis Yayıncılık, 2020.

İNSANIN ÜZERİNDEKİ ‘İNSAN’ LANETİ

Zamana Düşüş'te yer alan 9 metin, ilk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünse de aslında bir bütünün parçalarını oluşturuyor. Metinleri özümseyip büyük resmi gördüğümüzde, karşımıza yine “insanın insanca hâlleri” çıkıyor. Cioran, insanın hayat ağacı yerine bilgi ağacının meyvesini yemesi meselesiyle yola koyulmuş. Bu olayın zamana düşmeyi başlattığını, tarihin de bu olayla şekillendiğini vurgulamış. Her zamanki şüpheci tavrıyla modernleşme, ilerleme, uygarlaşma gibi olguları, bilginin ve cehaletin sonuçlarını sorguladıktan sonra çerçeveyi oluşturan asıl meseleye, zamandan düşmeye geliyor sıra. Kitabın en vurucu metinlerinden birinin “Zamandan Düşmek” olduğunu söyleyebilirim.

Vurucu bir ilk cümleyle karşılıyor kitap bizi: “İnsanın her saniye insan olduğunu hatırlaması iyi değil.” (s. 11) Cioran’ın hayaleti aramızda dolaşıyor ve insanı lanetlemeye devam ediyor. Kitabın ilk metni olan “Hayat Ağacı”nda, bunu apaçık görmek mümkün. Hiçbir kriterin olmadığı bir dünyada yaşamayı hayal eden Cioran, insanın üzerindeki laneti başlatan olaya dönüyor, insanın “bilme” arzusuna. Aslında bütün lanetin insanın kendisinden kaynaklandığını bir kez daha vurguluyor: “Eğer insanın içinde en ufak bir ebediyet istidadı olsaydı, bilinmeyene, yeniye, tahlil iştahının getirdiği yıkımlara doğru koşmak yerine, yakınlığı içindeyken inkişaf ettiği Tanrı’yla yetinirdi.” (s. 14)

Cioran, insanın kariyerinin bir bilgelik ihlaliyle, Yaratıcı’nın bize pay ettiği “cehalet yeteneği”ne bir sadakatsizlikle başladığını söylüyor. Kendimizi bilip insan olduğumuzu anlar anlamaz devliği hedeflediğimizi ve olduğumuzdan büyük görünmek istediğimizi de ekliyor. Bunların sonucu olarak insan, başlangıcın hakkını veremediği gibi geleceğe koşmaya devam eder. Bu bir kaçıştır. Başka biri olmayı arzular fakat bu kendi aleyhine işleyen bir süreçtir. Hakiki masumiyeti teğet geçmiştir insan, bunun pişmanlığını içinde taşır: “Aceleciliğimize ve zamanla yarışmamıza rağmen, bilgi ağacının olduğu cennetin değil de Âdem’in ihlalinin karşılığı olarak yolu “iki taraflı keskin kılıçlı” melekler tarafından korunan hayat ağacının olduğu o hakiki cennet görüntüsünün yer ettiği hafızamızın derinliklerinden peyda olan çağrıları bastıramayız.” (s. 25)

İnsanın “zafer” olarak gördüğü her türlü başarıyı hedef alıyor Cioran. Aslında başarısız bir varlık olarak gördüğü insanın “dağları ben yarattım” tavrını yerle bir ediyor. İnsan üretimi olan uygarlığı, onun karşısında yer alan barbarlığı, bu kavramların şüphe ile ilişkisini ve tarih çizgisindeki rolünü -yine bir şekilde “bilgi/bilme” odağında sorguladıktan sonra “hastalık” kavramının üzerinde duruyor. Yazarın “Hastalık Üzerine” bölümündeki fikirleri oldukça dikkat çekici. “Bilinç” kavramını öne çıkaran Cioran, afiyetimiz yerinde olduğu sürece var olmadığımızı, daha doğrusu var olduğumuzun farkında olmadığımızı iddia ediyor. Çünkü hastalığın her bir türü, sıhhatin hiçliğini, varlıktan habersizliğini özler: “Ölümle gerçekten yüzleşenler -ki hakikatte nadirdirler- “sağlığın mahzurları”nı anlamış olup, sağlığını muhafaza etmek ya da ona yeniden kavuşmak için tedbirler almaya burun kıvıranlardır. Çırpınıp didinen ve buna boyun eğecek zamanları olmadığı için ölümden kurtulacaklarını zanneden ötekilerin aksine, kendilerini tatlı tatlı ölmeye bırakırlar.” (s. 95) “Acı”yı hazzın önünde tutan yazar, gerçekdışı acının olmadığını, hatta dünya var olmasa bile acının var olacağını söylüyor. Biz insanların ise, acının hiçbir yararı olmadığı kanıtlansa dahi onda bir yarar bulacağını ifade ediyor. Çünkü acı olmasa hepimiz birer “hayalet” olurduk.

Cioran hastalık, acı ve ölüm üzerine fikirlerini kaydetmesinin hemen ardından Tolstoy için de bir bölüm kaleme almış. “Korkuların En Eskisi” başlığını taşıyan bu bölümde, “Tabiat yalnızca ölümü akla getirmekten muaf tuttuklarına cömert davranmıştır” (s. 105) diye söze başlayan yazar, ölmenin normal fakat ölüm üzerinde fazla düşünmenin anormal olduğunu vurgulamış. Bahsi geçen “korkuların en eskisi”, ölüm korkusu. Tolstoy’un sanatının bu kaygıyı hiç yaşamamış olanları hedef alarak “Demek ki böyle ölünüyormuş” dedirten can çekişmelerle örülü olduğunu vurgulayan Cioran, İvan İlyiç’in hastalığını örnek vererek fikrini temellendirmiş. Burada mühim olan Tolstoy’un, yarattığı bir karakter olan İlyiç’in acısını nasıl yansıttığı. Gizli, inatçı, ısrarlı, gizemli bir acı bu. Cioran, bağlamdan sapmadan, Tolstoy’un sanatı kadar kendisi hakkında da fikir beyan etmiş: “İvan İlyiç ona acımalarını, halinden anlamalarını istiyordu; kahramanından da sefil olan Tolstoy ise, yuvasından düşmüş bir kuş yavrusuna benzetiyordu kendini!” (s. 110) Bu bölümün sonunda, hayatının son dönemini manevi bir arayışla geçiren ve gittikçe yalnızlaşan Tolstoy ile hasta ve muhtaç olan Dostoyevski arasında yaptığı karşılaştırma da dikkate değer.

ZAMANA DÜŞMEK VE ZAMANDAN DÜŞMEK

“Zaman”, bugüne dek birçok farklı disiplinin araştırma konusu oldu. Bu disiplinlerden biri de şüphesiz ki felsefe. Elle tutulur gözle görülür değilse de “hissedilir” olan zaman üzerine kafa yoran Aristoteles, Augustinus, Kindi, Bergson gibi düşünürlerin fikirlerinden bahsetmek mümkün. Diğer yandan fiziğin ve metafiziğin zaman üzerindeki dikkati, aşikâr. Bu dikkat, özellikle son yıllarda sinema sektörü üzerinde de oldukça etkili. Cioran ise, zamanın “bilinmek için değil yaşanmak için yapılmış” (s. 138) olduğunu söylüyor.

Yazar, başlangıç ve son arasında bir yolculuğa çıkarıyor okurunu. Bu yolculuğu, insanın doğum ve ölüm arasındaki serüvenini “zaman” odaklı değerlendirme çabasının bir ürünü olarak değerlendirebiliriz. Cioran’ın bahsettiği zamana düşüş, insanın bilgi ağacının meyvesini yemesiyle başlar. Bu olay, tarihi başlatır; böylece insan bugün vardığı noktada, her şeyi bu olaya borçludur. Cioran bu borcu olumlamaz, aksine insanı başarısız bir varlık olarak görür. Bazı ifadelerinde kendisini “insan” türünden soyutladığını görmek mümkün. Öfkeli olduğu kadar yabancılaşmıştır da: “Başkaları zamana düşer; bense zamandan düştüm.” (s. 136)

Zamanın kanından çekildiğini söylüyor Cioran, damarlarında akan hiçbir ân olmadığından söz ediyor. Zaman onun için donup kalmış, bir kutup kanına dönüşmüştür artık. Ki Cioran’a göre insan, hayat karşısında “askıda”dır zaten. Bu ifadeler Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.” dizelerini anımsatıyor. Hatta Bursa’da Zaman şiirinde zamanı billur bir avizeye benzetip “ânı durdurma/dondurma” arzusunu. Yahut Faust’un “Dur gitme! Ne kadar güzelsin!” demeyi hayal ettiği, donup kalacak, hiç gitmeyecek olan o mutluluk ânını...

Yazar, her ne kadar bilinemeyeceğine inansa da zaman üzerine düşünmeyi ihmal etmediğini, hatta bilincinin merkezini işgal eden meselenin “zaman” olduğunu belirtmiş. Zamana düşmek ve zamandan düşmek arasındaki farkı, yazarın kendi ifadeleriyle açıklayalım. Zamana düşüş, insanın hakiki ebediyeti “mahvetmesiyle” başlar. Tarih de böylece var olur. Cioran, tarihi, “düşüş ve intibak süreci” olarak tanımlamakta, ebediyetten düşmek ile zamana düşmeyi eş tutmakta. Fakat, yazara göre, insanı tehdit eden yeni bir düşüş söz konusu: Zamandan düşmek.

“...zamandan düşmek ise tarihten düşmektir; askıya alınma halidir; atıllığa ve donukluğa, durgunluğun mutlağına gömülmektir; bizzat kelam da sövmeye veya yakarmaya tırmanamadığından, oraya gömülür. Eli kulağında olsa da olmasa da, bu düşüş mümkündür, hatta kaçınılmazdır. İnsanın hissesine düşen bu olduğunda tarihsel bir hayvan olmaktan da çıkacaktır. Hakiki ebediyeti, ilk mutluluğunu hatırlayamayacak derecede unutmuş olduğu için de o zaman, bakışlarını başka yere çevirecektir; geçici evrene, kovulmuş olacağı o cennetin ikincisine...” (s. 141)

Zamana Düşüş, Cioran’ın insan, varoluş, yok oluş, tarih, uygarlık, bilgelik, kuşkuculuk gibi birçok konu üzerine fikirlerini, elbette yine “Cioran’ca” beyan ettiği derinlikli bir kitap. Okurlarını hayatla, insan olmakla, ölümle burun buruna getiren bir ayna niteliğinde. Acımasız, bedbin, lanetli bir ayna bu. Fakat, “başka türlü düşünmenin” mümkün olduğunu hepimizin yüzüne çarpıyor.