ABD sınırına ulaşanlara ne olacak?

2009 darbesi, son birkaç yıldır Güney Amerika sınırlarında Honduraslıların gerçekleştirdiği göçlerdeki artışa ilişkin bir sebep olabilir. Obama yönetimi, bu gelişmelerde kilit bir rol oynadı. Her ne kadar resmi açıklamada Zelaya’nın azledilmesi kınanmış olsa da ABD’nin ülkeye yaptığı büyük yardımları durdurmasını gerektirecek bir darbe olup olmadığı konusunda kelime oyunları oynandı.

Abone ol

Joseph Nevins

Yoksulluk ve şiddetten kaçan ve 7 ilâ 8 bin kişi olduğu tahmin edilen bir kervanın katılımcılarının büyük kısmını teşkil eden Honduraslılar, Amerika’ya ulaşabilme ve sığınmacı olma umuduyla Meksika topraklarından geçiyor.

Başkan Trump, bu kervanı, diğer çirkin nitelemelerinin yanı sıra, Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı “bir saldırı” ve “bir taciz” diyerek nitelendirdi. Trump’ın, göçmenlerin durumunu ve harekete geçme nedenlerini yanlış biçimde tanımlayan ifadeleri, birçok basın kuruluşunu da bu sahte iddiaları çürütmeye yöneltti.

İnsanların bu tür davranışlarına dair ana akım medyada yayınlanan hikâyeler, göçün sebeplerini göçmenlerin kendi ülkelerinde var olan etkenlere indirgiyor. Aslında, göç, çoğunlukla insanların göç ettiği ülkeler ile ulaştıkları ülkeler arasındaki eşitsiz ve sömürgeci bir ilişkinin ortaya çıkardığı bir olgudur.

Göçmenlik ve sınır polisliği konusunda uzun yıllara dayanan araştırmalardan öğrendiğim kadarıyla, Honduras ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkilerin tarihçesi de bu dinamiklerin en önemli örneğini oluşturuyor. Bu durumu doğru algılamak, göç politikasını daha etkili ve aklâki bir duruma getirmek noktasında hayati bir öneme sahiptir.

ABD’NİN NEDEN OLDUĞU GÖÇLER

Bir araştırma vesilesiyle 1987 yılında Honduras’ı ziyaret etmiştim. Comayagua kentinde dolaşırken, birçok insan benim 20’li yaşlarında kısa saçlı beyaz bir ABD askeri olduğumu zannetti. Bunun sebebi, o dönem kullanımda olan Palmerola Hava Üssü’nde yüzlerce ABD askerinin bulunmasıydı. Ülkeye dönüşümden kısa bir süre öncesine dek, askerlerin çoğu, kadın seks işçilerinin bulunduğu bir “kırmızı bölge” olan Comayagua’yı sık sık ziyaret etmekteydi.

ABD’nin Honduras’ta bulunan askeri varlığı ve Honduras’ın Amerika Birleşik Devletleri’ne doğru yönelen göçünün kökleri birbiriyle yakından ilişkili. Bu, 1890’lı yılların sonlarında, ABD merkezli muz şirketlerinin ilk kez orada faaliyet yürütmesiyle başladı. Tarihçi Walter LaFeber’in “Beklenen Devrimler: Orta Amerika’daki Amerika Birleşik Devletleri” adlı eserinde yazdığı üzere, "Amerikan şirketleri demiryolları inşa ettiler, kendi bankacılık sistemlerini kurdular ve hükümet yetkililerine baş döndürücü bir süratle rüşvet dağıttılar.”

Netice itibariyle, Karayip kıyılarını “Honduras’ın tamamını sistematik biçimde New Orleans’a, New York’a ve ardından Boston’a taşınan tek ürünlü bir ekonomi haline getiren yabancıların kontrolündeki bir getto” haline getirdiler.

1914’e geldiğimizde, ABD’nin muz şirketleri yaklaşık 1 milyon hektar büyüklüğündeki Honduras’ın en iyi arazilerini ele geçirdi. Bu holdingler 1920’lerde LaFeber’in ifade ettiği üzere Honduras köylülerinin “ülkelerine ait verimli topraklara erişme umudunu yok eden” bir düzeye varıncaya dek büyüdü. Honduras’ın yerel iş sektörünün zayıf durumunun kolaylaştırdığı bir süreç neticesinde, birkaç yıl içerisinde,  ABD’nin başkenti bu ülkenin bankacılık ve madencilik sektörlerini ele geçirdi. Bu durum, ABD’nin 1907 ve 1911 yıllarında ülkesinin çıkarlarını korumak amacıyla gerçekleştirdiği doğrudan siyasi ve askeri müdahalelerle birleşti.

Bu tür gelişmeler, Honduras’ın yönetici sınıfının destek alabilmek için Washington’a bağımlı olmasına yol açtı. Bu egemen sınıfın merkezi bir bileşeni Honduras ordusuydu ve öyle olmayı sürdürdü. 1960’ların ortasına geldiğimizde, LaFeber’in ifadesiyle, ülkenin “-şekillenmesinde Washington’un önemli bir rol oynadığı- en gelişmiş politik kurumu” haline geldi.

REAGAN DÖNEMİ

Bu durum, özellikle de 1980’li yıllarda Ronald Reagan’ın başkanlığı sırasında belirginleşti. O dönemlerde ABD’nin siyasi ve askeri politikası o denli etkiliydi ki, birçok kişi Orta Amerika ülkesini “ABD Honduras’ı” ve “Pentagon Cumhuriyeti” diye anmaktaydı.

Komşu Nikaragua’daki Sandinista hükümetini devirme ve bölgenin sol hareketlerini “geriletme” çabalarının bir parçası olarak, Reagan yönetimi Honduras’ta “geçici olmak kaydıyla” yüzlerce ABD askeri konuşlandırdı. Bunun da ötesinde, Honduras topraklarında Nikaragualı “kontra” isyancılarını eğitip destek verirken askeri yardımları büyük oranda artırdı ve ülkeye silah satışı gerçekleştirdi.

Reagan yıllarında da çok sayıda Honduras-ABD ortak askeri üs ve tesisinin inşasına tanık olduk. Buna karşılık, siyasi baskı da gittikçe arttı. Yaşanan siyasi suikastların, “kayıpların” ve yasadışı göz altıların sayısında büyük bir artış gerçekleşti.

Reagan yönetimi de Honduras ekonomisinin yeniden yapılandırılmasında büyük bir rol oynadı. Bunu, üretilen malların ihraç edilmesi üzerinde yoğunlaşıp ülke içi ekonomik reformları şiddetli biçimde zorlayarak yaptı. Aynı zamanda Honduras’ın büyük oranda bağlı olduğu küresel kahve ticareti üzerindeki devlet denetiminin kaldırılmasına ve istikrarsızlaştırılmasına da yol açtı. Böylesi değişimler, Honduras’ı küresel sermayenin çıkarlarına daha elverişli bir hale getirdi. Geleneksel tarım yöntemlerine zarar verdiler ve zaten yetersiz olan sosyal güvenlik sistemini daha da zayıflattılar.

ABD’nin Honduras’ta onlarca yıl süren bu tutumu, 1990’larda Birleşik Devletlere doğru gözle görülür biçimde artmaya başlayan Honduras göçüne de zemin hazırladı.

Honduras, Reagan sonrası dönemde, ağır bir askeri yönetim altında, büyük insan hakları ihlallerinin ve yaygın haldeki yoksulluğun yaşandığı bir ülke olarak kaldı. Buna karşın, birbirini takip eden hükümetler ve tabandan gelen baskılar neticesinde, demokratik güçler için liberalleşme yönünde bir hareket alanı oluştu.

Mesela, 2006 yılında liberal bir reformist olan Manuel Zelaya’nın başkanlığa seçilmesine katkı sağladılar. Zelaya, asgari ücretin yükseltilmesi gibi ilerici yaklaşımlara liderlik etti. Bunun dışında, askeri bir yönetim sırasında hazırlanan anayasanın yerini alacak bir kurucu meclisin oluşturulmasına olanak sağlamak amacıyla bir plebisit (halk oylaması) düzenlemeye çalıştı. Ne var ki, bu çabalar ülke oligarşisinin öfkesini üzerine çekti ve Haziran 2009’da ordunun darbe yapmasına vesile oldu.

DARBE SONRASI HONDURAS

Diğer tüm gelişmelerin ötesinde, 2009 darbesi, son birkaç yıldır Güney Amerika sınırlarında Honduraslıların gerçekleştirdiği göçlerdeki artışa ilişkin bir sebep olabilir. Obama yönetimi, bu gelişmelerde kilit bir rol oynadı. Her ne kadar resmi açıklamada Zelaya’nın azledilmesi kınanmış olsa da ABD’nin ülkeye yaptığı büyük yardımları durdurmasını gerektirecek bir darbe olup olmadığı konusunda kelime oyunları oynandı.

Özellikle de Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, birbiriyle çelişen mesajlar gönderdi ve Zelaya’nın iktidara dönüşünü engellemeye çabaladı. Bu tavır, Amerika kıtasında Karayipler de dahil olmak üzere 35 üye ülkeden oluşan ve önde gelen yarı küresel bir siyasi oluşum olan Amerikan Devletleri Örgütü’nün beklentilerine de aykırıydı. Darbenin birkaç ay sonrasında, Clinton, darbe sonrası hükümeti meşrulaştırmayı hedefleyen son derece tartışmalı bir seçime destek sundu.

ABD ile Honduras arasındaki güçlü askeri ilişki sürüyor: Yüzlerce Amerikan askeri uyuşturucuyla savaş ve insani yardım sağlama gerekçesiyle eski adı Palmerola olan Soto Cano Hava Üssü’ne yerleştirildi.

Tarihçi Dana Frank, darbe sonrasında şunları yazıyordu: “Honduras’taki yozlaşmış yönetimin bir kesimi, hükümetin en tepesinden aşağıya doğru açık ceza kontrolünü serbest bıraktı.” Trump yönetimi de 2017’nin Aralık ayında büyük usulsüzlükler, sahtekârlıklar ve şiddetle yürütülen bir sürecin ardından, Başkan Juan Orlando Hernandez’in yeniden seçilmiş olmasını tanıdı. Bu durum, Washington’ın, Honduras’ta egemen olan seçkinler ABD’nin ekonomik ve jeopolitik çıkarları doğrultusunda hizmet ettiği sürece, Honduras’taki resmi yolsuzlukları görmezden gelme doğrultusunda uzun zamandır süren hevesinin devam ettiğini gösteriyor.

Organize suç örgütleri, uyuşturucu kaçakçıları ve ülkenin polisi oldukça derin bağlarla iç içe geçmiş durumda. Sık sık gerçekleşen politik temelli cinayetler nadiren cezalandırılıyor. Uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan Global Witness (Küresel Tanıklık) örgütü, 2017 yılında Honduras’ın çevre aktivistleri açısından dünyadaki en ölümcül ülke olduğunu açıkladı.

Bir zamanlar inanılmaz düzeyde yüksek olan cinayet oranları son birkaç yılda azalsa bile, çoğu gencin göç etmeyi sürdürmesi, yasadışı çetelerinin hâlâ kentlerin mahallerinde bir salgın gibi varlığını koruduğunun bir göstergesi.

Darbe sonrası hükümetler bu zaman zarfında ülkedeki yetersiz sosyal güvenlik sistemini baltalayan ve sosyoekonomik eşitsizliği büyük oranda artırarak hayatı çekilmez hale getiren ve giderek denetimsizleşen serbest piyasa kapitalizmini de yoğunlaştırdı. Mesela, Honduras’ta hükümetin sağlık ve eğitim harcamaları azaldı. Aynı esnada, ülkedeki yoksulluk oranı da gözle görülür biçimde arttı. Bu gerçekler, birçok insanı göç etmeye iten ve gittikçe artan baskıları daha da büyütüyor.

Peki, şu anda kuzeye doğru ilerleyen binlerce insana ne olacak? Yakın geçmiş bizim için bir göstergeyse, büyük ihtimalle çoğu insan Meksika’da kalacak.

Sonuç olarak, Trump yönetiminin ABD’nin güney sınırına ulaşan insanlara ne yapacağı belirsiz. Her ne olursa olsun, bu göçün sebeplerini şekillendirmede oynadığı rol, Amerika Birleşik Devletleri’nin, üretilmesine yardım ettiği hâkim politikaların yarattığı yıkım süreçlerinden kaçan insanlara karşı sorumluluğuna dair ahlaki soruları gündeme taşıyor.

Yazının aslı theconversation'da yayınlanmıştır. (Çeviren Tarkan Tufan)