ABD başkan adaylarının dış politika yaklaşımları

Trump, güçlü liderleri kendi ülkelerinin CEO’ları gibi gördüğü için onlarla daha kolay iş yapabileceğini düşünüyor. ABD başkanlarının dış politikada artık bir satranç oyuncusu değil, pazarlık ve anlaşma yapan bir kişi olması gerektiğini düşünüyor.

Abone ol

Mehmet Yegin

2016 ABD başkanlık seçimlerinde son dönemece girildi. ABD halkı açısından, adayların başta ekonomi olmak üzere iç politika yaklaşımları önemli. Ancak ABD, sadece kendi topraklarını değil bütün dünyayı etkileme potansiyeline sahip bir devlet. Dolayısıyla dünyanın geri kalanı, seçilecek başkanın ABD’nin dış politikasında nasıl bir çizgi izleyeceği konusuna daha fazla odaklanıyor. Bu çerçevede ABD başkanlık seçiminde adayların dış politika yaklaşımlarını ele alacağız.

OLASI CLINTON ZAFERİNDEN SONRA DIŞ POLİTİKA

Türkiye kamuoyunun daha yakından tanıdığı Hillary Clinton’ın dış politikasının hâlihazırdaki başkan Barack Obama’dan daha sert bir çizgide olduğu görülüyor. Kendi dışişleri bakanlığı dönemiyle halefi John Kerry’nin dönemi arasında yapılacak bir karşılaştırma, Clinton’ın dış politika anlayışı konusunda bir fikir verebilir. Fakat Clinton ve Kerry dönemlerinin karşılaştırmasını tam anlamıyla yapabilmenin mümkün olmadığının da altını çizmek gerekir. Zira her iki dönemde de son sözü söyleyenin Obama olduğunu hatırdan çıkarmamalı. Ancak Clinton’ın dışişleri bakanlığı döneminde Obama’yı Afganistan’da asker artırımına ve Libya’ya müdahaleye ikna etmesiyle birlikte Suriye konusunda uçuşa yasak bölge ilanını desteklemesi önemli veriler. Her hâlükârda, Clinton güç kullanmaya daha fazla eğilimli.

Hillary Clinton’ın bir diğer özelliği Amerikan liderliğine önem vermesi. Geçtiğimiz yıllarda Obama yönetiminin, “geriden yönetme” anlayışı çerçevesinde müttefik ve bazı bölgesel güçlere asıl sorumluluğun bırakıldığı bir yaklaşım benimsediğini gördük. Clinton da müttefiklerle birlikte hareket edilmesi gerektiğini düşünüyor. Fark ise ABD’nin arka koltukta değil sürücü koltuğunda olması gerektiği savı. ABD’nin öncü rol oynaması gerektiğini ifade sadedinde Clinton’ın “Biz Danimarka değiliz” sözü dikkate değer.

Ayrıca Clinton döneminde Rusya ve Çin konusunda da daha sert bir yaklaşım beklenebilir. Clinton, Brookings konuşmasında Rusya’yı “başarabildiği her yerde ve her zaman Amerikan çıkarlarının karşısına çıkan ve ABD’yi engellemeye çalışan bir aktör” olarak tanımladı. Clinton’ın başkan olması durumunda Rusya konusunda daha sert, Güney Çin Denizi’nde daha aktif bir ABD yaklaşımı görülebilir. Clinton, dışişleri bakanlığı döneminde İran’a karşı daha sert bir tutuma sahip olsa da yapılan anlaşma ile ilgili Obama mirasını kabul edecektir. Ancak anlaşma ihlali durumunda askerî müdahaleden kaçınmayacağının da altını çiziyor.

Son olarak, Clinton’ın dış politikasının pragmatizm ile birlikte idealist bir yanının da olduğu söylenebilir. Clinton’ın başkan olduğu bir ABD, pragmatik dış politika tercihleri yapmakla birlikte demokrasi, insan hakları ve kadın hakları konusunda daha yüksek sesle konuşacaktır. Bu çerçevede Clinton’ın, Ortadoğu’da rejim değiştirme operasyonlarına girişmese de insani müdahale konusunda daha aktif olması beklenebilir.

TRUMP'IN DIŞ POLİTİKA YAKLAŞIMLARI

Trump’ın siyasi geçmişi olmadığı için dış politikasının olmadığı yönünde yorumlar yapılsa da olaylara yaklaşımı dış politikada ne yapacağına dair önemli sinyaller veriyor. Trump’ın dış politika anlayışı, bir iş adamının tecrübelerini dış politikaya uyarlama çabası olarak tanımlanabilir. Açıkçası “The America We Deserve (Hak Ettiğimiz Amerika)” adlı kitabında ifade ettiği şekliyle Trump, ABD başkanlarının dış politikada artık bir satranç oyuncusu değil, pazarlık ve anlaşma yapan bir kişi olması gerektiğini düşünüyor. Bu nedenle başkanın nerede sert olması gerektiğini, nerede blöf yapacağını ve nerede geri çekileceğini bilmesi gerektiğini savunuyor. Trump’a göre, asıl mesele, bu müzakereleri istediklerini almadan bitirmemek.

Trump’ın ticaret ve müzakere anlayışı dış politika konusundaki pek çok yaklaşımını etkiliyor. Mesela Trump, birçok analistin üzerinde ittifak ettiği şekliyle güçlü liderleri kendi ülkelerinin CEO’ları gibi gördüğü için onlarla daha kolay iş yapabileceğini düşünüyor. Yine bir güvenlik konusu olan, ABD askerlerinin Avrupa ve Asya’daki müttefikleri koruması meselelerini ekonomik maliyet açısından ele alıyor. Trump’a göre Avrupa’daki NATO askerlerini çekmek ABD’ye milyon dolarlar kazandırabilir. Yine bu paralelde Trump, Güney Kore ve Japonya’nın herhangi bir ödeme yapmadan ABD askerleri güvencesinde olmasının iktisadi açıdan sürdürülebilir olmadığını düşünüyor. Trump’ın bu konudaki duruşu Cumhuriyetçi çizgideki adayların ABD’nin müttefiklerine güven veren bir ülke olması gerektiğini savunan yaklaşımından ciddi bir şekilde ayrılıyor. Son olarak, Trump iş adamı yaklaşımı ile ABD’nin Çin’e karşı ekonomik araçları kullanarak daha ikna edici olacağını düşünüyor. Trump’a göre ne Çin ile askerî olarak karşı karşıya gelmek ne de Çin’i sisteme adapte etmeye çalışmak ABD’nin çıkarlarına uygun. Ancak ABD’ye sattığı ürünlere vergi konarak Çin’in yola getirilebileceğini düşünüyor. Bekleneni yapmaması durumunda vergi artırımıyla cezalandırma da Trump’ın Çin’e yaklaşımı içerisinde.

Tufts Üniversitesi Profesörü Daniel Drezner’a göre Trump, dış politikada temelde realist yaklaşımı benimsemesine rağmen realistler onu desteklemeye cesaret edemiyor. Trump, güç merkezli bir yaklaşım geliştiriyor ve yukarıda da belirtildiği üzere devletlerin, liderlerinin arkasındaki üniter yapılar olduğunu düşünüyor. Bununla birlikte ideolojiyi bir yük olarak görüyor ve bu bağlamda öne çıkan ‘demokrasi promosyonu’ veya ‘insani müdahale’ gibi konulara önem vermiyor. Ayrıca işkenceyle sorgulamayı, etik değerleri bir kenara bırakarak doğru bulabiliyor ve hatta daha ağır işkence yöntemlerinin uygulanmasını destekliyor. Ancak benzerliklerine rağmen önde gelen realistlerden Stephen Walt, realist yaklaşımı entelektüel olarak anlamaktan uzak olduğu ve realist yaklaşımlardan çok, kalıplaşmış sözleri tekrarladığı iddiasıyla Trump’ın realist olduğunu reddediyor ve tabii ki bir realist olarak peşine takılmayı da.

Sonuç olarak, iki başkan adayının dış politika yaklaşımları birbirinden oldukça farklı. Bu çerçevede kimin kazanacağı dünya politikasının yönü açısından büyük önem taşıyor. Özellikle büyük güçlerin arasındaki dengelerin nasıl kurulacağı bağlamında dünya siyasetinin bir geçiş döneminde bulunduğu bir dönemde bu farklılıkların tarihin yönü açısından kritik etkileri bulunacaktır.