90'lı yıllardan kıyıda köşede kalmış filmler

Öncelikle bahsettiğimiz her film bir başyapıt veya sinema tarihine geçecek bir yapım değil. Hatta listede olan bazı filmler sinemaseverlere çok özelliği olmayan yapımlar gibi de gelebilir. Seçtiğimiz filmler daha çok türünün parlak, en azından ortalamanın üstünde yer alan yapımlardan oluşuyor. Bu filmler, bizce son yıllarda gördüğümüz az sayıdaki iyi örnekleri arasında kendilerine yer bulmalıydılar

Abone ol

DUVAR - Bizce hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğümüz veya fazla ses getirmemiş olan filmlerden derleğimiz bu ufak listeden bahsetmeden önce birkaç noktayı açıklamak istiyoruz.

Öncelikle bahsettiğimiz her film bir başyapıt veya sinema tarihine geçecek bir yapım değil. Hatta listede olan bazı filmler sinemaseverlere çok özelliği olmayan yapımlar gibi de gelebilir. Seçtiğimiz filmler daha çok türünün parlak, en azından ortalamanın üstünde yer alan yapımlardan oluşuyor. Bu filmler, bizce son yıllarda gördüğümüz az sayıdaki iyi örnekleri arasında kendilerine yer bulmalıydılar. Biraz göz ardı edilmeleri sadece seyircilerin beğenisinden değil, kötü dağıtım, başarısız reklam veya yanlış gösterim tarihi gibi teknik konulardan da kaynaklanıyor olabilir.

Üstelik söz konusu filmlerin bazıları önemli yönetmenler (Cronenberg, Soderbergh..) tarafından çekildi ve belli ölçülerde ilgi çekti ancak bizce yine de hak ettiği ilgiyi görmedi ve sonradan gelen, aynı sularda gezen filmler, daha iyi reklamlarla, çok daha fazla ses getirdi, çok daha fazla konuşuldu.

Bu filmlerden bazıları ise oldukça çok sayıda seyirciyi cezbetti ama bu kez de gişedeki başarıları genelde oynayan oyuncuların (iyi performans gösterseler de!) popülerliğinden kaynaklandı.

Acaba seçtiğimiz filmlerin genelde 90’lı yılların başından veya ortalarından olması sadece tesadüf eseri mi? Tartışmaya açık bir konu…

NO MERCY (1989)

Richard Gere ve Kim Basinger’ın başrollerini paylaştığı bu polisiye-gerilim filmi belki türünde bir çığır açmadı ancak senaryo, atmosfer ve oyunculuk açısından birçok benzer örneğinden daha başarılı olduğunu düşünüyoruz. Bir Chicago polisinin New Orleans’tan gelen bir kiralık katilin peşine düşmesini anlatan film, karamsar havası, tedirgin edici temposu ve o zamanlar çekiciliği tartışılmaz olan Kim Basinger’ın varlığıyla, ülkemizde daha çok televizyonlarda yayınlanınca ilgi gördü. Film, bizce yıllar sonra aynı ikilinin oynadığı (reklamı çok daha iyi yapılmış!) ‘Final Analysis’ filminden daha üstün bir polisiye film örneğiydi.

POİNT BREAK (1991)

Kathryn Bigelow’un yarattığı bu aksiyon-suç filmi hiçbir şekilde gözden kaçmadı ancak bizce yapımın çarpıcı bazı yönleri filmin asıl değerini gölgeledi. Bir polis elemanın, seri soygunlar yapan bir çetenin içine sızmasını anlatan film, başarılı aksiyon sahneleriyle yine o zamanlar ciddi bir hayran kitlesi olan Patrick Swayze ve Keanu Reeves ( gerçi Reeves’in halen hayranları vardır’!) performanslarıyla büyük bir beğeni kazandı. Nerdeyse bütün bir jenerasyonu sörfçü ( bilindiği gibi soyguncular aynı zamanda usta sörfçülerdi!) olmaya imrendiren bu filme, karşımıza çıkan birçok benzeri ve bizce tam bir felaket olan remake ile karşılaştırdığımızda, sadece basit bir aksiyon yapımı dememiz biraz haksızlık olur. Film türünde önemli bir iz bıraktı ve hala esintilerini bazı başka yapımlarda görüyoruz.

THREESOME (1994)

Bu film de ilk bakışta sempatik bir romantik komedi gibi görünebilir ancak bizce bu yapım, diyaloglarının düzeyi, anlattığı hikaye ve oyunculuk performanslarıyla benzerlerinden açık bir şekilde öne çıkıyordu. Aynı odayı paylaşmak zorunda kalan birisi kız, ikisi oğlan üç öğrencinin öyküsü sadece aşk konusunu değil, karakter farklılığı, cinselliğin keşfi, yalan, aşk-şehvet ayrımı gibi çok önemli temaları ustaca harmanlıyor, bunları çok iyi yazılmış diyalog ve olaylar örgüsüyle seyirciye naklediyordu. Ana karakterlerin hepsi ustaca çizilmişti ve değişik yüzlerini film boyunca birbirlerine gösteriyorlardı. Uzun zamandır kısırlık çeken romantik komedilerin, bizce 90’lı yıllardaki zirvelerinden biriydi.

UNDERNEATH (1995)

Usta yönetmen Steven Soderbergh’in çektiği bu başarılı kara film örneği, ilginç bir şekilde biraz göz ardı edildi. Soderbergh o dönem bu filmini, kendisi adına klasik film tarzına bir vedası olarak görüyordu (sonra çektiği ‘Schizopolis’ daha deneysel bir filmdi) ve hem biçim, hem de senaryo açısından sağlam bir ‘film noir’ yaratmıştı. Zamanında borç batağına saplandığı için kaçtığı kasabasına dönen bir adamın tekrar suç ortamına dönüşünü anlatan bu film, paralel bir şekilde gösterdiği üç zaman dilimiyle, çok başarılı kurgusuyla ve sürpriz finaliyle seyirciyi içine çekiyor, onunla istediği gibi oynuyor ve beklenmedik gelişmeleriyle şaşkına çeviriyordu. Filmin havasına tam uyan Peter Gallagher’ın performansı da görülmeye değerdi.

BUTTERFLY KİSS (1995)

O dönem kariyerinin başında olan İngiliz Yönetmen Michael Winterbottom, daha bu ilk uzun metrajıyla ne kadar vurucu, hüzünlü ve sürükleyici bir sineması olacağının sinyalini veriyordu. Butterfly Kiss biri çekingen diğeri saldırgan iki dengesini kaybetmiş kadının aşk-nefret bağlamında ilerleyen yolculuklarını anlatıyordu. Film birçok yönüyle, bildiğimiz ‘road movie’ kalıplarının dışına çıkıyordu ve Winterbottom’un kariyerinin sonrasında sık sık başvurduğu gibi seyirciyi bir hüzün, şiddet ve şefkat (!) ortamının tam ortasına koyuyordu. Başrolleri paylaşan iki kadın oyuncunun (özellikle Amanda Plummer’ın) performansları ve Cranberies’in şarkıları filmin kasvetli havasına tabiri caizse, cuk oturuyordu. Dediğimiz gibi, film üzücü, yıpratıcı, rahatsız edici ama çok güzeldi!

THE LAST SUPPER (1995)

Stacy Title’ın yönettiği bu bağımsız film, birkaç kapalı mekan içinde geçen, zekice yazılmış bir kara mizah örneğiydi. Beraber yaşayan beş gencin tesadüfen yemeğe davet ettikleri bir adam azılı bir neo-nazi çıkıyor, gençler onu kazara öldürüyordu. Sonrasında ise bunu bir görev haline getirip her hafta yemeğe ortadan kalkması gerektiğini düşündükleri aşırı fikirli, kötücül ( homofobik bir rahip, tecavüzü savunan bir maço vb.), insanları çağırıyorlardı. Cameron Diaz dışında ana oyuncu kadrosunda ünlü bir isim barındırmayan film, harika replikleri, zeki buluşları ve ince mizahıyla seyirciyi gerçekten etkiliyordu. Konuk oyuncu gibi görünen bazı ünlü isimler filme bir hoş bir renk katıyordu ve filmdeki kara mizah her zaman üst seviyede ve ilginç sosyal, politik mesajlar taşıyan nitelikteydi.

EXistenZ (1999)

David Cronenberg’in bu filmi, tabii ki çok kıyıda köşede kalmış bir film sayılmaz çünkü hatırı sayılır bir kitleye ulaştı ve filmin oyuncu kadrosu ilgisiz kalınmayacak isimler barındırıyordu. Biz yine de bu filmin biraz hakkının yendiğinin düşünenlerdeniz. Yönetmen Cronenberg bu filmde artık çağımızda giderek daha çok hayatımıza giren sanal gerçeklik olayını bizce muhteşem bir şekilde inceliyordu ve bu tahlili başarılı bir finale bağlıyordu. Bu filmin sonrasında gelen Matrix üçlemesi (ki bu üçlemenin özellikle ilkini başarılı buluruz) ve benzerleri, genel hatlarıyla aynı konuyu işlemelerine rağmen çok daha büyük bir başarı kazandılar ve sanki bu pencereyi ilk kez açan filmler olarak değerlendirildiler. Oysa bizce bunu Cronenberg çok daha önceden usulca ama daha derinden yapmıştı. Filmin son repliği zaten her şeyi açıklıyordu ‘ Bir dakika!.. Söyleyin bana… Hala oyunda mıyız?’…