23 yıldır direnen bir yakarış: Kemiklerimizi istiyoruz!

Günleri belirli bir aralığa gelinceye kadar takip ediyor ve sonrasında herkesi kendi yasıyla bırakıyoruz. Özellikle cenazelerde 3'ü, 7'si ve 40'ını takip edip sanki her gün çekilen bir acının varlığından haberdar olmamışçasına kaçıyoruz. Peki, acı, yokluk, toplumsalın en önemli belirtisi olan mücadele ve direnme alanlarındaki varlık hallerinin aslında büyük sayıların ardında kalıyor olması sadece bugünün sorunu mudur?

Abone ol

Hevi Nimet Gatar

27 Mayıs 1995'ten bu yana her Cumartesi Galatasaray Meydanı'nda "Em hestiyên xwe dixwazin!" yani "Kemiklerimizi istiyoruz!" diyerek 700 haftadır bir araya gelen kaybedilenlerin yakınları çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin, anne ve babalarının başlarına ne geldiğini öğrenebilmek için aynı yerde ve aynı saatte oturarak biz buradayız demeyi hiç bir zaman bırakmadılar.

Cumartesi Anneleri, Eugenio Borgna'nın "taşlaşmış varlıklar değiliz, başkalarıyla ilişki içinde olan varlıklarız." sözünü anımsatırcasına hem bir dönemin belleği hem de acının toplumsal hafızası olmuşlardır. Duyguların bedenlerden taşabilen ancak başka bedenlerde de vücut bulduğu noktada toplumsallaşabildiğini kanıtlayan önemli bir hafıza alanı oldu Galatasaray Meydanı. Acı belki de toplumsal bir anlam kazandığı noktada kitlesel eylemi de kendisiyle meşru kılabildi. 90'lardan beri yaşanan katliamların ve kayıpların; özellikle 70'lerde kurulan Kürt Hareketi'nin bu katliamlara sessiz kalmayışı hem bölgede muktedire direniş mekanizmasını güçlü kıldı hem de devletin asimilasyonunun bölge halkı için bir yıkım olduğu gerçeğini gösterdi. Ancak devletin yok edici politikalarına ve eylemlerine karşı var olduğu toplum adına güç olanların korku güçlerine rağmen direnişi dönemin mihenk taşı olduğu kadar önemli de bir hafızası olmuştur.

BELLEĞİN DİRENGENLİĞİNE KARŞI DEVLETİN KATLANILMAZ VARLIĞI

Belleğin direngenliği "Anneliğin terör örgütünce istismar edilmesine, teröre kılıf yapılmasına göz mü yumsaydık?", "Biz bir kandırmacaya son verdik."söylemleriyle yok edilmeye çalışılıyor olsa da; toplumsal hafıza 90'lardaki pratiğini hala canlı tutacak kadar yeni olduğunu meydandaki 700. hafta direnişinde göstermiştir.

Devletin anneliğin nasıl olacağını her yeni günde yeni baştan deklare etmesi bir ilk değildi. Berkin Elvan'ın annesi Gülsüm Elvan için şu sözler söylenmiş: "Çok enteresan, annesi evladımın katili başbakan' diyor. Ben evlada sevgiyi, muhabbeti bilirim ama sizin evladınızın mezarına karanfil ve demir bilyeler atışınızı pek anlayamadım. O demir bilyeleri niçin atıyordu mezarına? Neyin mesajını veriyorsun." ve miting alanındaki kalabalık tarafından anneliği yuhalatılmıştı. İktidar, anneliğin nasıl olması gerektiğini kamusal alanda bir miting esnasında sözlü şiddet eylemleriyle yeni baştan yazmış ve kitlenin acıyı hiçleştiren performansını da salık vermiştir. Kitle psikolojisinin yarattığı ahlak modeliyle de bugün anne profili yeniden sorgulanmaya başlandı; ancak 700 haftadır direnen annelerin ve kayıp yakınlarının soruları devlet eliyle hem yok edildi hem de havuz medyasında "Paçoz" ifadeleriyle değersizleştirilmeye çalışıldı.

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylevin yazarı Etienne de La Boétie, "Kötüler kendi aralarında arkadaş değil, olsa olsa işbirlikçi olabilirler." diyordu. Belki de ilk devletli toplumun varlığından beri bu işbirliğinin arkeolojisini yapabiliriz ancak bu kadar eskiye dayanabilir mi belleğimiz? Dünü unutturmaya çalışan iktidarın 90'lardaki pratiğini Amed'de, Nusaybin'de, Cizre'de her haline tanık olmuşken; Ankara Garı ve HDP'nin Amed Mitingindeki patlama anını ve bu acı eşiklerini unutabilir miyiz? Cevapları alınamayan mahkemelerin ardından muktedirin hala yarına dönük olay kurgusu içerisinde hangi tarihi hatırlayabiliyoruz?

Belki de yaşanan tüm bu utanç tabloları ardından ne yazık ki bize de kanıksamak ve kötülüğün sıradanlığını tartışmak kalıyor. Tarihleri kovalamak, olayın vahameti içerisinde parçalanan bedenlerin üzerine yazılacak şiirleri bulmak, şarkılarla gönderme yapmak, ah ve vah'larla yeni bir dilin içerisinde melankoliye dönmek belki de en vahim olan hal... Dahası şaşırmaz oluyoruz bu kadar kötülüğün içerisinde... Taybet Ana'nın cansız bedeninin yedi gün yerde kalışı, Hacı Lokman Birlik'in cansız bedeninin yerde sürüklenişi, Ekin Van'ın cansız bedeninin çıplak bir şekilde teşhir edilmesi, buzdolabında kokmaması için saklanan genç bedenlerin belki de varlık halinin en önemli mefhumuna dair haberleri okuyoruz: cansız beden... Yaşının kaç olduğunu belki de sormaktan öte neler yaşadı ki şu hayat içerisinde diyebildiğimiz bir sürece dahi gelmeden; yarının de ayrı bir yıkım olacağına kendimizi hazırlıyor ve bir de yarına tecelli eden geçmiş tarihlerin ölümlerini arıyoruz. Yarın Turgut Uyar ölmüş olacak belki ancak onun en çok sevdiğim şiiri Yokuş Yola'yı nasıl yazdığını hatırlamak ister misin?

Umut hiç bu kadar kirletilmemişti; çünkü yokluğu kabul etmeden önce akıbetin ne olduğunu öğrenmeyi bekleyen kayıp yakınlarının hikâyelerine tanık olduk. Elbette Metin Altıok'un "Sen bugünden yarına birazcık umut sakla" ve Amed'de sürekli duyduğum "Sonuç ne olursa olsun muhteşem olacak!" sözünü umut tohumu olarak her güne taşıyorum. Gördüğüm bir fotoğraf karesinde muktedire direnen kolların bırakmadığı bir beden ve çekmeye çalışan devletin kolluk güçleri arasındaki amansız direniş. Ancak bu fotoğrafın ardındaki direnişe bakınca Hrant'ın oğlu Arat Dink'in gözaltına alınmaya çalışılırken Ahmet Şık, Garo Paylan, Serpil Kemalbay ve diğer vekillerin direnişine şahit olduk. Boğazı sıkılan ve tartaklanan vekillerin "Ben vekilim!" çığlıklarıyla iktidara karşı halkın temsili olduğunu, burada bunun için yekvücut olduklarını haykırmaları şunu yeniden düşünmeme sebep oldu: muktedirin de yok etmeye ve asimile etmeye çalıştığı bir halk gerçekliği...

KİTLESELLEŞEN SAYI ÖVÜCÜLÜĞÜNE VE AKTİVİZMİNE KARŞI MUKTEDİRİN BİTMEYEN SALDIRISI

Her gün birçok olay oluyor ve bu olaylar dünkü olayı unutturmaya başlıyor. Toplumsal varlıktan bahsedebilmek için belki de bu minvalde hafızanın önemine yeniden değinmek ve belleği oluşturan anları korumak, devamlılığını sağlamak gerekiyor. Toplum ve toplumsal hareketliliğin oluşabilmesi için tutunma noktalarının var olması savaş coğrafyasında, devlet zoruyla boşaltılmış ve göçe zorlanmış bölgelerde olabilmesi amentü gibidir. Ancak metropoller de dahil olmak üzere her gün birçok olay yaşıyor ya da karşılaşılıyoruz ve yaşanan kriz anlarının kronolojisini çıkaramayacak kadar da dünden uzaklaşabiliyoruz. Kronoloji çıkarmak hafıza ile ve mücadelenin istikrarı ile oluyorsa anlamlı oluyor ancak istatistiği ya da büyük rakamları takip etme şimdilerde aktivizmin belki de en önemli çehresi olmaya başlıyor.

Hannah Arendt 'İnsanlık Durumu'nda şunu belirtir: "İstatistiğin yasaları yalnızca büyük sayılar ve uzun dönemler söz konusu olduğunda geçerlidir. Dolayısıyla eylemler ile olaylar istatistikte sadece sapma ya da düzensizlik olarak yer alabilirler. İstatistik bu konuda edimler ve olayların gündelik yaşamda ve tarihte nadiren görüldükleri şeklinde bir meşrulaştırmaya başvurur. Böylelikle gündelik davranışa veya otomatik eğilimlere girmeyen her şey önemsiz sayılıp devre dışı bırakıldığında, tarihte ve politikada anlam arayışını umutsuz bir çabaya dönüştürür." Kısacası şu şekilde belirtmekte fayda var: biyopolitika için önemli bir uzam olan istatistik ki özellikle sayıların yani büyük sayıların sosyal medyada en fazla kullanım biçimlerinde 700'üncü hafta, 80'inci ayında Roboski, açlık grevinde 324'üncü gün, 16 gün süren orman yangını, 103 gün süren operasyonlar, altıncı kez uzatılan OHAL olarak gündem oluyor. Ancak devletinde müdahale sekansı oluşturduğu alanlarda sayıların büyüklüğüne karşı kitlenin devamsızlığı ayrı bir çelişkidir.

Belli günlerin tarihlerini atarak anma seanslarıyla lanetliyor ve bu dekadansı gördüğümüzü sosyal medyadan duyurarak belirtiyoruz. Günleri belirli bir aralığa gelinceye kadar takip ediyor ve sonrasında herkesi kendi yasıyla bırakıyoruz. Özellikle cenazelerde 3'ü, 7'si ve 40'ını takip edip sanki her gün çekilen bir acının varlığından haberdar olmamışçasına kaçıyoruz. Peki, acı, yokluk, toplumsalın en önemli belirtisi olan mücadele ve direnme alanlarındaki varlık hallerinin aslında büyük sayıların ardında kalıyor olması sadece bugünün sorunu mudur?

Küçük Prens'te geçen şu pasaj da bu minvalde önemlidir: "Büyükler sayılara bayılırlar. Onlara yeni tanıştığınız bir arkadaşınızdan bahsettiğinizde asla ana konularla ilgilenmezler: "Ses tonu nasıl?", "En sevdiği oyun ne?", "Kelebek koleksiyonu var mı?" diye sormazlar. Bunların yerine, "Kaç yaşında?", "Kaç tane kardeşi var?", "Kaç kilo?", "Babası ne kadar kazanıyor?" diye sorarlar. Ancak sayılarla tanıyabileceklerini sanırlar arkadaşınızı." Dünde kalan olaya yabancılaşarak ve gelecek günlerin içerisinde acı duruklarını sayarak (ki bu da sosyal medyada seri halde yayılan fotoğraf üstü ah, vah cümleleriyle ajite edilen bir momente dönüşmeye başladı) geçen sayılara tutunma hali kitlesel bir aktivizmi de doğurmaya başlıyor. Ezcümle, 700'üncü haftada herkesin katılmaya çalıştığı Cumartesi Anneleri'nin eylemi devletin sayılara verdiği önemi bir kez daha kanıtlarken bu sayıların bizler için de önem arz etmesi direnme eşiğini kıran bir eylemselliğe dönüştü. 700'üncü haftaya verdiğimiz önem neden 699'uncu hafta da yoktu? Cizre, Sur ve Nusaybin'de devlet eliyle katliamlar gerçekleşirken savaşın kaçıncı gününde acaba haberdar olabildik? Açlık grevine başlayan Semih Özakça ve Nuriye Gülmen'i kaçıncı günde tanımaya başladık? Dersimde ormanlar yakılırken neden beşinci günde varlık göstermeye başladık? Yanan canlıların fotoğraflarıyla hatırlamak/hatırlatmak belki de devletin sayılara verdiği önemin bize de zuhur etmiş olduğunu gösteriyor; çünkü hatırlamak ve farkında olmak eylemi kendini kadükleştiren bir hal almaya başlıyor. Eylemin aktifliğini alandaki sesten, bedenden, tutmaya çalışan kollardan ve en önemlisi "Em lî vir in!" yani "Ben buradayım!" demekle olabildiğini kabul etmemiz gerekiyor.

700'üncü haftanın engellenmesi üzerine sosyal medyadaki sayı aktivistlerinin "700 haftadır kemiklerini istiyorlar!", "Anneleri görünce biz burada kahroluyoruz !" gibi söylemlerle sosyal medyayı esir alan fakat acının öznesi dahi olmayan bireylerin sınır sayılardaki varlık göstergeleri tıpkı Hannah Arendt'in devlet istatistikle ilgilenir söylemini yeniden düşündürüyor. Galatasaray Meydanı'nın 100'üncü günde, 200'üncü günde velhasıl sınır günlerde değil de her an varlığın tezahür edeceği bir alan olması bu mücadelenin önemli bir eşik ve bellek olduğunu yeniden muktedire gösterecektir. Sadî-yi Şîrâzî'nin şu sözlerini son olarak anımsamakta fayda var: "Akıl sahipleri edep sayar susmayı. Ama konuşmaya çalış gerektiğinde. Zarar verir iki şey akla; konuşulacak zamanda susmak; susulacak zamanda konuşmak." Direnme alanları ve mihenk taşı olabilecek belleğin temsilcileri asla yalnız bırakılamayacak kadar değerli olmalı. 700'üncü hafta kadar 701'inci haftanın de önemini bilerek; 1 Eylül Cumartesi günü aynı yerde ve aynı saatte...

Not: Yazıda emeği geçen Adem Yıldırım'a teşekkür ederim.