YAZARLAR

Amirallerin derdi, iktidarın dili

Erdoğan konuşmayı yaptıktan sonra, olağanüstü hareketlilik ve “tepinme hali” neredeyse bıçak gibi kesildi. Apaçık görünen bu durum çok kişinin de dikkatini çekti. Peki ne olmuştu?

104 emekli amiralin bir gece yarısı yayınlanan ortak açıklamaları gündeme düşen “yeni meteor” olarak günlerdir konuşuluyor. Olay hafta sonu yaşanmasına rağmen, bir pazar günü için aşırı yüksek bir resmi hareketlilikle karşılandı. Kuvvet komutanlıklarından tapu dairelerine kadar her nevi kurum, “hükümete bağlılık” duyuruları yayınladı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un açtığı kapıdan giren bütün iktidar mensupları, tepki ve bağlılık yoklamasına adlarını yazdırdılar. Her zaman olduğu gibi, “bu amirallerin apoletlerini sökün, maaşlarını kesin, fırıncılar ekmek bile vermesin” taleplerini, yine Bahçeli dile getirdi. “Fena yaparız, darmadağın ederiz” tehditlerini Süleyman Soylu sıraladı. Hatta sonradan anlattığına göre, bütün gece uyumadan, amirallerin yedi göbek yakınlarına kadar, bir aylık temas ve hareketlerini dökmüşler. Hemen soruşturma başlatıldı, bir grup imzacı amiral gözaltına alındı. Onlar gözaltına alınırken, muhtemelen yargılanmalarına bakacak mahkemeler de, önlerine sanık olarak gelecekler hakkında kınama bildirileri yayınlıyordu.

Elbette böyle bir hareketlilikten sonra, Erdoğan’ın olağanüstü topladığı “danışma heyetinin” çıkışında ne söyleyeceğine herkes dikkat kesildi. Ancak tıpkı kongredeki manifestoda olduğu gibi Erdoğan, epey kalabalık bir kesimi hayli şaşırtan bir konuşma yaptı. 2007’deki, 2010’daki, hatta geçen yıllardaki gibi “bunlaar” diye başlayıp, vesayetten girip darbeden çıkacağı; yüksek perdeden ayar çekip restleşmeyi tırmandıracağı düşünülüyordu. Özellikle muhalefet cephesinin beklentisi, konunu üzerinde “tepinilmesiydi”. Öyle olmadı. Erdoğan Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusunda, neredeyse “vallahi yok öyle şey” sınırına kadar geri çekilmiş göründü. (Biraz sonra değineceğim üzere bıraktığı kapı aralığı da önemliydi) Bildiride dikkat çekilen “sarıklı amiral” meselesini de, “elbette yanlış, zaten soruşturuluyor” diyerek geçiştirdi. Peki mesele neydi? “Önceden çok gördük, talimat verir gibi konuşmuşlar, bir de bunların ailelerinde CHP’liler var, öyleyse darbe iması vardır”. Şimdi soruşturmada hangisinin suç olduğuna karar verilecek, göreceğiz.

Erdoğan bu konuşmayı yaptıktan sonra, olağanüstü hareketlilik ve “tepinme hali” neredeyse bıçak gibi kesildi. Apaçık görünen bu durum çok kişinin de dikkatini çekti. Peki ne olmuştu? Yazılar, değerlendirmeler, kulis bilgileri, dedikodular, spekülasyonlar, tahminler sağanak gibi geldi ardından: Meselenin başından itibaren zaten böyle kurgulanmış olduğu söylendi. Danışıklı dövüş veya oyuna getirilmiş amiraller olduğundan bahsedildi. Tutmayan bir “oyundan”, iş kontrolden çıkmasın diye vazgeçildiği iddia edildi. Alarm düğmesine erken veya yanlış basanlar yüzünden ilk tepkinin abartılı olduğu düşünüldü. Putin’den mesaj geldiği veya AB heyeti ziyaretinin geçmesinin beklendiği fikirleri ileri sürüldü. İstenen gündem ve tartışma yaratıldığı için bir adım geri çekilerek sonra asıl hamlenin yapılacağı vehmedildi. İktidar ittifakında çatlak yaratma için yapılan provokasyondan korkulup geri durulduğu anlatıldı. Restleşme, istenen alınarak ya da istenen verilerek tekrar bağlanmıştır denildi. Bildiri yüzünden bozulan hamle (pazarlık) zamanlamasına ilişkin endişelerin arttığı veya azaldığı değerlendirildi. Daha onlarca cevap.

İşin ilginç tarafı, bazıları daha akla yakın bazıları pek olacak gibi görünmese bile, bu cevapların ayrı ayrı veya hatta hepsinin bir arada kesinlikle olamayacağını söylemek neredeyse imkânsız. Hangi cevabın doğru olduğu, günler, haftalar, belki aylar ve yıllar boyunca tartışılacak, muhtemelen herkesi ikna edecek bir cevap da bulunmayacak. Ancak ortadaki belirsizlik, saçmalık, bir taraftan aşırı kapalılık diğer yandan pornografik alenilik, öyle bir seviyeye varmış durumda ki; en akıl dışı olasılıklar bile müşteri buluyor, olur mu öyle şey demek zorlaşıyor. Böyle bir atmosferin arka planında hemen her ekibin en akıl dışı olasılıklar için zemin yoklaması hatta hamleler yapması da mümkün hale geliyor. En saçma akıl yürütmeler için geliştirilen irrasyonel tutumlar “işte bu” diye karşılanabiliyor. Çünkü çatışma ve pazarlıklar çok kaygan bir zeminde ve çok yüksek seviyelerden açılıyor. Bütün bunların hiç de karışık olmayan çok berrak bir ajandanın dahilinde ilerlediğini söyleyenler de var. Arkasında hem büyük bir deha hem de derin bir kötülük veya hem ağır bir çaresizlik hem de sonsuz güç görenler mevcut.

O da olur, bu da olur, her şey mümkün tabi gibi bir uyanıklık yapıp idare etme niyetinde değilim. Elbette kendi tahminimi söyleyeceğim: Yaşanış biçimi, yerleştirildiği bağlam, verilen tepkiler, aktif aktörler ve yukarıda değindiğim gariplikler, meselenin iç politik yönünün iddia edildiği kadar önde olmadığını düşünmeme neden oluyor. Yine yaşanan tuhaf tepki grafiği ve Erdoğan’ın diğer olaylarda göstermediği bir atiklikte kendi pozisyonu ortaya koymasının da, olayın baştan kontrollü olmasından daha çok, boşa düşürülmek istenen bir hamle (veya pazarlık) riskinin kanıtı sayılabilir. Bu kanaati güçlendiren ve rastlantı sayılamayacak iki noktaya da özel olarak dikkat çekmek gerekir. Biri, Atlantik ittifakının Rusya’yı sıkıştırma konusundaki adımları ve Ukrayna üzerinden ısınmaya başlayan Karadeniz. İkincisi, Erdoğan’ın Montrö konusunda en geriye yaslanmış halde yaptığı konuşmada bile, daha önce de temas ettiği “boğazlardan tam faydalanamıyoruz, daha iyi bir seçenek olana kadar anlaşmaya bağlıyız” kapısını açık tutmak istemesi. “2003 Irak tezkeresi” döneminden itibaren her şeyin pazarlığa tabi olduğu dış politika yaklaşımını mülteci meselesinde de görmüştük. Pazarlık edilebilecek bir şey varsa masaya koy, yoksa hemen üret. 

Bu noktada haddimi aşmayıp uzmanı olmadığım alana daha fazla girmeden, böyle düşünmeme neden olan iç siyaset dinamiklerine de değineyim. Olayın cereyan ediş biçiminin, iktidarın kutuplaştırma ve muhalefeti yönetme yöntemlerindeki tanıdığımız tarzına hiç uymadığını düşünüyorum. İddia edildiği gibi muhalefeti sıkıştırmak, mümkünse darbecilikle etiketlemek ve buradan bir mağduriyet takviyesi yapmak, bir aşamada “ekstra kuş” haline gelmiş olabilir elbette. Ancak, “üzerinde tepinebilmek” için böyle bir fırsatın neden birden çok düşük bir seviyeye indirildiğini, iç politik gerekçelerle açıklamak biraz zor. İşin kontrolden çıkması, çok güçlü karşı bir tepki geleceğinden çekinildiği veya “oyunun tutmaması” hiç gerçekçi açıklamalar gibi durmuyor. Çünkü son yıllarda, aylarda ve haftalarda kontrolden çıkan bir saldırganlıktan kaçınmak şöyle dursun, mümkün olan bütün abartılar fazlasıyla zorlanmakta. Tutmayan oyunlara ısrarla devam konusunda da birden ciddi bir idrak yaşandığına inanmam biraz zor. Çünkü bunlar ikna edici olduğu için yürürlükte değil zaten. Karşı tepki meselesini ise, “nerede görülmüş” diye sorarak geçeyim.

Muhalefetin krizi son derece dağınık karşılama biçimine değinmeden olmaz. Malum Akşener’in “zevzeklik” çıkışı en dikkat çekici hadiseydi. Kılıçdaroğlu ve CHP sözcüleri klasik “gerçek gündem” çıkışıyla yetinmeye çalıştı. DEVA ve Gelecek darbeye geçit yok hattını tutmaya çalıştı. En beklenmedik yerden Saadet Partisi’nden “fikir özgürlüğü” değerlendirmesini duyduk. Uzunca bir süredir yürürlükte olan, ne olduğunu düşünme ihtiyacı duymadan omurilik refleksleriyle “tuzaklardan” atlama ezberinin, ciddi bir siyasi tembellik yarattığı anlaşılıyor. Siyasi pragmatizm adı altında son derece irrasyonel adımlarının, alkışlanmasından fazla etkilenmiş görünüyorlar. Sonuçta, iktidar henüz üzerinde tepinemeden, anlaşılmaz taklalar atarak olay yerinden uzaklaşma çabaları ve erken baraj koyma adına abartılı nitelemeler gündeme geldi. Muhalefette şartlı reflekse dönüşmüş olan “aman fırsat vermeyelim” dertleri, kötü uygulanan ofsayt taktiği gibi sürekli arkaya kaçan rakipten gol yemeye neden oluyor. İçerik ve temel prensipler üzerinden siyaset yapmanın, ideal veya aşırı ahlaki bir tutum olmayıp, çok korunaklı bir pragmatik tutum olduğu görülmeden durum değişmeyecek gibi. 

 
 
 
 
 

Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).