YAZARLAR

Altın Portakal Günlükleri 3: Kurak iklimde bir vaha

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın üçüncü gününde Onur Ünlü’nün “Bomboş” ve Emin Alper’in “Kurak Günler” filmleri seyirciyle buluştu.

Altın Portakal’da ulusal yarışmanın üçüncü gününde izlediğimiz Emin Alper’in “Kurak Günler”i, kendisinden önceki yapımlarla açık bir sıklet farkı olduğunu gösteriyordu. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde ilk kez seyirci karşısına çıkan film, hem prodüksiyon hem de yönetmenlik açısından Emin Alper’in en iyi yapımı bana göre. En iyi filmi mi, bu sorunu yanıtı onun sinemasını takip edenler açısından farklı olacaktır.

Ama aradan birkaç gün daha geçmesi lazım. Çünkü Emin Alper, seyirciyi içine alan temposu yüksek ve sarsıcı bir finalle bitiriyor hikâyesini. Hal böyle olunca yükselen nabzın yeniden normale dönmesi gerekiyor filme biraz mesafe koyup sağlıklı değerlendirebilmek için. Film çıkışında herkesin üzerindeki sarsıcı etkiyi görmek mümkündü. Alper, bir kez daha iyi bildiği mekanlara, coğrafyalara ve insanlara dönüyor. Türkiye’nin herhangi bir yerindeki Yanıklar adlı küçük bozkır kasabasındayız. Belli ki iyi eğitimli, temiz yüzlü savcı Emre bu kasabaya yeni atanmıştır. Bir süre sonra kasaba eşrafının, başta belediye başkanı ve oğlu olmak üzere, etrafını sarıp sarmalamaya başladığını fark eder. Bir yandan yaklaşan belediye başkanlığı seçimleri, diğer yandan kasabanın yıllardır çözülemeyen su problemi ve bunun mahkemeye yansıyan etkileri derken gerilim artar. Üstüne Emre’nin de bir ucundan tanığı olduğu ağır bir suç da işlenince gerilim iyice tırmanır. Tam da bu noktada Murat adlı muhalif bir gazeteci ile yakınlaşmaya başlar Emre. Bu, kasaba muhafazakarlığı ve riyakarlığı için bulunmaz bir fırsata dönüşür.

İlk elden söyleyelim. “Kurak Günler”in açılış sahnesi önümüzdeki yıllarda memleket sinemasının en iyi açılışlarından biri olarak girecektir listelere. Emin Alper daha ilk karede, bizi nasıl bir finalin beklediğini ilan ediyor aslında. O finale gidişteki yolların nasıl döşeneceği daha da merak konusu oluyor. Film uzunca bir süre, polisiye bir izlek takip ediyor. Pekmez’in başına gelenlerin sorumlusunun kim olduğuna dair soruşturma, bir yandan ikiyüzlü kasaba ahlakının kodlarını çözerken, diğer yandan da Emre’nin dilemmalarıyla tanıştırıyor bizi. Alper’in bölümlere ayırarak anlatmayı tercih ettiği hikâyenin ilk parçasındaki yemek sahnesi de bu anlatının şahikası oluyor. Özellikle dişçi Kemal karakterinde Erdem Şenocak’ın komediyi durmadan yükselttiği ve seyircinin filmin içine düştüğü bölüm bu kanımca. Emin Alper, seyirciyi tavlamak için başka küçük numaralar da yapıyor. Örneğin, gazeteci Murat’ın kimi mevzuları “seçimden sonra”ya havale eden yorumlarında, eve fare zehri koymaya gelen çocuğun “öyle diyorlar” diye başlayan konuşmalarında Emin Alper’in alegorik anlatımından uzak Türkiye’nin günlük siyasetine dair doğrudan göndermeler mevcut. Emre’nin ‘felaketine’ giden yol yeterince güçlü kuruluyor ama bu küçük numaralar da seyircinin filme yükselmesinde hayli etkili oluyor bence.

.

Yazının girişinde de söylediğim gibi, “Kurak Günler”i zanaat açısında tartışmaya gerek yok. Usta işi bir yönetim ortaya koyuyor Emin Alper her sahnede. İzlemeyenlerin tadını kaçırmamak için çok fazla detay vermek istemediğim final sahnesinde zirve yapıyor bu. Bu zanaata dair tek bir sahnede aksama var bence. Linççi güruhun savcını evini sardığı sahnenin hem figürasyonun yönetimi hem de futbol tribünlerinden ilhamla yazılmış sloganların bazılarının mevzunun ağırlığını taşıyamadığını düşündüm izlerken. Ama kendi seyir deneyimim açısından söylemeliyim ki, bu sahnenin ardından başlayan final bölümünün şehvetine kapılmamak ve yeniden filmle birlikte yükselmemek mümkün değil. Hazır olamamışlara girmişken, gazeteci Murat karakterinin kılık, kıyafet, saç modeli olarak ana akım televizyon dizisinden yolunu şaşırıp Yanıklar’a düşmüş bir jön gibi çizildiğini düşündüğümü belirteyim. Murat karakteri yakışıklı ve albenili bir erkek hikâyede, buna diyeceğim yok ama filmin görsel dokusunun içinde çok ayrıksı duran bir imaj inşa edilmiş gibi geldi bana.

Filme mesafe koyanların büyük kısmının argümanı, kimi anları ‘gerçekçi’ bulmamaları. Bir savcıya yönelmiş şiddet ve final sahnesi vb. Hikâyeye yalnızca bu gözle bakarsanız haklı sorular bunlar. Ama kanımca ikili bir anlatı inşa ediyor yönetmen Emre karakteri üzerinde. İlki, gayet gerçekçi bir kasaba haletiruhiyesi inşa etmek. Hakime hanımdan, emniyet müdürüne bürokrasiyi, kasaba eşrafını bu hattın üzerinde oldukça gerçekçi bir biçimde inşa ediyor. İkinci olarak ise Pekmez’in başına gelenlerden kimin sorumlu olduğuna dair polisiye gizemin ve Emre için sürecin muğlaklığının üzerine inşa edilen ‘gerçek üstü’ daha ‘fantastik’ bir anlatı. Bu ikisini kimi zaman birbirinin içine giriyor. Emin Alper finale doğru giderken, hayatın rutin akışıyla uyumlu bir ‘gerçeklik’ hissini bir yana bırakarak, ‘gerçek üstü’ bir noktaya doğru çekiyor hikâyeyi. Burası artık ‘mantığın’ dışarıda kaldığı bir karanlık alana dönüşüyor ve yaşanan, yaşanabilecek her şey makbul hale geliyor!

.

Yine de şöyle bir soru geliyor akıllara. Emin Alper, Emre’nin karşısındaki topluluğu açık bir biçimde bu ülke taşrasına on yıllardır hükmeden bir politik hattın, siyasi fikrin temsilcileri olarak kodluyor. Ve yaptıkları her şeyi, bilerek ya da bilmeyerek bu siyasal fikrin kanatları altında gerçekleştirdiklerini hissettiriyor. Haliyle onların motivasyonunu anlayabiliyoruz. Ama böylesi sert bir politik hatta karşı Emre’nin motivasyonunu anlamak biraz zorlaşıyor. Tek başına ‘hukuk insanı’ olmakla, ahlakla, erdemle açıklanabilecek bir durum değil bu. Emre bir kahraman değil, zaafları ve zayıflıkları var ama bunlara rağmen ‘yel değirmenlerine kafa tutarken’ gücünü nereden alıyor? Emin Alper’in savcı Emre’ye politik bir altyapı yüklememesi anlaşılabilir ama hikâyenin ayağının gerçeğe bastığı yerleri biraz akamete uğratıyor bu tercih.

İstanbul Film Festivali’nde “Mukavemet” ile izleyip beğendiğimiz Selahattin Paşalı’ya ayrı bir not düşerek bitirelim. Genç oyuncu burada da bütün yükünü sırtlıyor filmin. Üstelik çok katmanlı, derinlikli ve zor bir rolün altından kalkıyor. Sinemaya çok yakışan bir hali tavrı var. Umarım daha çok görürüz perdede.

Ezcümle, memleket sinemasının kurak bir iklimden geçtiği son yıllardan “Kurak Günler” bir vaha olarak biraz ferahlatıyor içimizi.

Günün bir diğer filmi ise Onur Ünlü’nün yazıp yönettiği “Bomboş”tu. İstanbul’da yaşayan ve bir süre sonra yalnızlıktan mustarip olduğunu fark ettiğimiz beyaz yakalı Günel, şirket etkinliğinin parçası olarak Kıbrıs tatili kazanır. Şirket’in kiraladığı bir villada “sekiz gece dokuz gün” tatil. Bir yandan da apartmandaki yan komşusu Nazlı’ya dair hayaller kurmaktadır. Kıbrıs’ta ilk Şefik adlı bir adamla tanışır. Şefik yan villada yaşamaktadır. Ama bir süre sonra Günel’i şüpheler sarar bu gizemli adama dair.

.

İyi bir vaatle başlıyor film. Onur Ünlü sinemasının alametifarikası absürt anlarla açılıyor ve ilerliyor. Kıbrıs bölümünde de bu biraz daha katmanlanıyor. Ancak, hikâye ortaya konup da artık başka yerlere doğru gitmesi gerektiğini hissettirdiğinde aksamaya başlıyor her şey. Tuhaf bir döngüye giriyor hikâye ve kara komedinin merak unsurları kaybolduğu gibi komedi de küfre dayanmaya başlıyor. Katilin kim olduğunu anladığımız gibi, Günel’in gönül işlerinde de İstanbul’un bir tekrarını yaşayacağını da fark ediyoruz. Hal böyle olunca uzamaya, sarkmaya başlıyor film. Serkan Keskin, çok iyi bir oyuncu. Onur Ünlü ile de aralarında bir uyum var belli ki. Ama kişisel bir gözlem olarak şunu söylemeden geçmeyeyim: Keskin’in her Ünlü filminde giderek aynı karakteri canlandırdığını ve bunun onu yelpazesini daralttığını gözlemliyorum.