Alphonso Lingis: İnsan mühendisliği bizi eksikliklerle dolu olduğumuza inandırır

Felsefeyi akademik bağlam dışına çıkararak geniş bir kesimle buluşturmayı başaran filozof Alpohonso Lingis, yazar Jeremy Butman’la günümüz insanının yaşadığı ebedi yoksunluk hissi, kapitalist kültür, benlik, gerçeklik ve yolculukların yaşattığı deneyimler üzerine konuştu.

Fotoğraf: Alphonso Lingis/YouTube
Google Haberlere Abone ol

Jeremy Butman*

Alphonso Lingis, felsefeyi filozof olmayan birinin zihninde canlandırabileceği bir şekilde, yani bilgeliğin aktarımı olarak kaleme alıyor. Felsefi fikirlerini tartışmaktan çok anlatarak, naiflik ya da babacanlık alanına girmeden, akademik literatürün tuzaklarından kaçınıyor. ‘The Community of They Have Nothing in Common’ (Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı /1994), The Imperative (1998) ve ‘Violence and Splendor’ (Şiddet ve İhtişam/2011) gibi kitaplar, yabancılık ve ötekilik ile karşılaşmaları ve kendimize yabancılaşma biçimlerini mercek altına alıyorlar. Bununla birlikte, eserleri dili, bireyselliğin itici güçlerini ve çevremizin bize hükmettiği biçimleri araştırıyor. Stilize edilmiş, kişisel ve tekil haldeki özneleri kişilerarası dramlardan jeopolitik tarihin derinlerine dek varoluş yelpazesinin tamamına değiniyorlar.

Filozof Simon Critchley, Lingis’i, “ABD’nin kıta felsefesindeki yegâne orijinal seslerinden biri” diye nitelendiriyor. Lingis’in düşünce âlemine adanmış bir deneme derlemesinde David Farrell Krell, Lingis’e yönelik tek uygun eleştirinin D.H. Lawrence’ın Walt Whitman hakkındaki kaygılarına benzer olabileceğini yazmış: “Ruhunun, doğal ve kültürel dünyanın her köşesi için kanamasına izin verdi, bedeni evrenin her köşesine ve çatlağına sızdı.”

Lingis, Penn State Üniversitesi’nde fahri felsefe profesörü olarak akademik bir tarzı reddetmesine karşın, aynı zamanda akademinin bir parçası da. 1960’ların sonlarında, Emmanuel Levinas ve Maurice Merleau-Ponty’nin çevirileri, İngilizce konuşulan dünyayı, deneyimin doğasıyla ilgili bir felsefe dalı olan ‘fenomenoloji’ (görüngübilim) alanındaki gelişmelerle tanıştırdı. Levinas’ın ‘Totality and Infinity: An Essay on Exteriority and Otherwise than Being or Beyond Essence’ (Bütünlük ve Sonsuzluk: Dışsallık üzerine Bir Deneme ve Varoluştan Farklılık ve Özün Ötesinde) adlı eserinin çevirisinin yanı sıra Merleau-Ponty’nin ‘The Visible and Invisible’ (Görünür ve Görünmez) çevirisi hâlâ dikkate değer sayıda İngilizce baskılar yapıyor ve lisansüstü felsefe çalışmalarının temelini oluşturuyor.

1980’lerde geleneksel akademik çalışmalarla yolunu ayırdı ve Levinas ve Merleau-Ponty ‘nin temalarını dolambaçlı ve anılara dayanan yansımalarla geliştiren bir dizi kitap yayınlamaya başladı. Hayatı boyunca üretken ve serüvenci bir gezgin oldu ve kitaplarının çoğu, Asya, Afrika ve Güney ve Orta Amerika’ya yaptığı yolculuklarda onu takip ederek, uzaktan bakmanın ötesinde, sorularının yanıtlarını somut koşullar içerisinde keşfetmesine olanak sağladı.

Kitapları kolayca özetlenme imkânı barındırmasa da her pasajı, eserin tamamındaki tatları içerir. Dangerous Emotions (Tehlikeli Duygular/2000) adlı kitabında şunları yazıyor:

“Güneş Kralı’nın sarayındaki kur yapma törenleri ve görgü kuralları, Antarktika’daki İmparator penguenlerinin kur yapma töreninden daha fazla ritüelleştirilmemiş, Ortaçağ Provence’ındaki şövalyelik kuralları, Doğu Afrika savanasındaki impalaların bahar ritüellerinden daha fazla idealize edilmemiştir. Bugün, her şeyin dijital olarak kodlanmış mesajlara, görüntülere ve bir insandan diğerine anında iletilen imgelere indirgendiği internet dünyamızda, diğer hayvanlara olan tutkumuzu, tüm ritüelleri ve büyüleri, ateşli ve alaycı varlığı ile erotizmin törensel aksaklıklarını öğreniyoruz.”

Lingis, seksen yedi yaşındayken çalışmalarının daha büyük bir ilgi görmeye başladığına tanık oldu. Son beş yıl içerisinde, 2018 yılında basılan ‘Alphonso Lingis Reader’ da dahil olmak üzere, onun hakkında en az üç kitap yayınlandı. Artık öğretmenlik yapmıyor ama olumlu yaklaşımına sadık kalarak, Kasım 2018’de e-posta yoluyla yapılan bu röportaj gibi, kendisine sunulan herhangi bir projeyi üstlenmeyi kabul etme politikasını hâlâ sürdürüyor.

I. EBEDİ MAHRUMİYET

THE BELIEVER (BLVR): Kitaplarınız anı, epistemolojik analiz, ontolojik meditasyon, antropolojik gözlem ve diğer birçok türden oluşan öğeleri bir araya getiriyor. Genellikle (tekil veya çoğul) birinci kişi ve bazen ikinci kişi bağlamında yazılıyorlar. Bu tarz serbestisini benimsemeye nasıl karar verdiniz ve bununla neyi başarmayı umuyorsunuz?

ALPHONSO LINGIS: Düşüncelerimiz pek çok farklı olayda [ve pek çok düzeyde] ortaya çıkar ve söylemimiz bir içgörüyü (sezgiyi/ç.n.) formüle etmek ve iletmek için pek çok yol sunar. Kişinin paylaşmaya çalıştığı karşılaşma ve içgörü, ideal olarak, anlatı, açıklama veya argüman aracılığıyla uygun kelime dağarcığı, retorik ve açıklamayı teşvik etmelidir. Ben buna kafa yormuyor ve ayrıştırmıyorum. Genellikle, doğru olan netleşene dek çeşitli versiyonlar üzerinde çalışılır. Benim için, belirli bir makalenin neden ve nasıl işlediği üzerine fazla düşünmemek mühimdir; daha sonraki denemeler için bir kalıba dönüşmemesi önemlidir. Umarım bir sonraki makalemin konusu, sezgiyi paylaşmak amacıyla doğru şekilde yazmaya teşvik edecektir.

BLVR: Çalışmalarınızda yinelenen bir anlatıda, felsefe, kültürlerarası bir değer bulma girişimiyle başlıyor. Antik Yunan tüccarları, farklı kültürlerden insanlarla ticaret yapmaya başladıklarında, kendi atalarının bilgeliğine başvurmak yerine, uygulamalarını ve inançlarını akıl aracılığıyla açıklama ihtiyacını fark ettiler. Felsefenin, bu en geniş anlamda, küresel bir topluluğun oluşumuyla ayrılmaz bir biçimde bağlantılı olduğunu düşünüyor musunuz?

AL: Orijinal felsefi uygulama, belirli bir topluluğun otorite figürlerine, geleneklerine, atalarına ya da tanrılarına bağlı olmayan ifadeleri formüle etmekti. Felsefi uygulama, içgörüyle donatılmış herkesin itiraz ve yargısına uygun ifadeler sunar. Bu, içgörüyle donatılmış tüm toplumlara çağrıda bulunan ve hitap eden bir söylemdir. (Immanuel Kant, diğer gezegenlerde de rasyonel içgörüye sahip olabilecek varlıklar bulunduğunu düşünmüştü.) Bu söylemsel uygulama, insan gruplarının susturulmasına, rıza üretimine, baskı ve sömürüye karşı çıkan pratik ve siyasi projeleri zorunlu kılar.

Ekonomik ve siyasal küreselleşme, faydalı bir fikrin başkalarının yargısına sunulmaksızın insanlık genelinde iletimini mümkün kılar. Çokuluslu şirketler, ulusal hükümetlerden ya da işçi sendikalarından gelen küçük düzenleme taleplerini yerine getirerek ve çevre koruma hususunda çok az endişe duyarak, kâr oranlarını en yükseğe çıkarmaya çalışır. Servetin sınırlı sayıda kişide toplanması, onlara devasa ölçüde bir siyasal güç sağlar. 2018 yılında yalnızca kırk iki mültimilyarder, dünyanın toplam 7 milyarlık nüfusunun en yoksul yarısının (3,5 milyar insanın) sahip olduğu tüm servete eşit oranda servete sahipti. İletişim teknolojisinin büyük yayılımı, insanları potansiyel olarak gezegen sathında temas haline getirir. Buna karşın, bilginin dağıtımıyla ve pratik projelerle ilgili kararlar, öncelikle çokuluslu şirketlerin yönetim kurulları için ayrılmıştır.

BLVR: Önde gelen Levinas çevirmenlerinden birisiniz ve onun kendi çalışmalarınız üzerindeki etkisi kolayca görülüyor. Levinas’ın “ötekinin indirgenemez ötekiliği” fikri, bazı insanları onu tamamen ciddiye almaktan caydıran ve diğerlerini orantısız bir şekilde ona takıntılı hale getiren bir tür mistik donukluğa sahip. Kendi çalışmanızda, ötekilik fikri de etkin ama dünyevi bir anlam içeriyor. Ötekiyle karşılaşmayı nasıl anlıyorsunuz?

AL: Emmanuel Levinas’ın asıl ve başlıca hamlesi, birinin karşılaştığı ampirik olayda bir zorunluluk bulmaktı. Bu deneyimi iki doğrultuda yorumladı. Gözlerin çıplaklığı, ciltteki kırışıklıklar ve yara izleri, etkileyici jestlerin eli boşluğu, benimle karşı karşıya gelen kişinin muhtaçlığını ve savunmasızlığını sergiler ve bana hitap eder. Birinin dönüp benimle yüzleşmesi, yalnızca onun muhtaçlığını ve savunmasızlığını benim gözlemime maruz bırakmaz, aynı zamanda onları sahip olduğum güçlere yönlendirir. Birinin tökezlediğini ve düştüğünü algılamak, onu tutma gücümü derinden algılatır. Benimle yüzleşmesi, ihtiyaçlarını ve kırılganlığını ortaya koymasıdır; bir diğeri de sonu gelmeyen muhtaçlıktır ve bunlar bana ebedi bir sorumluluk yükler.

Levinas, ‘ayrı bir duruş sergilerken, bana hitap eder ve emir verirken, birisi benden ve dünyadan başka bir ötekiliği sergiliyor’ diyor. Levinas’ın tanrı diye adlandırdığı bir sonsuzluk boyutunda [sonsuzluğu yaratmanın sonsuz eylemi içinde] yer alan ve kendi ihtiyaçlarının ve taleplerinin sonsuzluğunu sergileyen kişi, kesinlikle ötekidir.

Levinas’ın olağanüstü çağrı ve talep deneyimiyle [diğer kişinin kendisine cevap vermem için üzerime yüklediği zorunlulukla] ilgili açıklamasını da değerli buluyor ve genişletiyorum. Başka bir insanın ve aynı zamanda başka bir türün ve hatta ağaçların ve nehirlerin kimliğini algılamak, var olmaları ve bunu sürdürmeleri için neye ihtiyaç duyduklarını algılamaktır. Yalnızca insanlarda değil, petrole bulanmış deniz kuşlarında, açlıktan ölmekte olan geyiklerde, kanalizasyona boğulmuş nehirlerde de bir çağrı ve taleple karşılaşıyorum. İhtiyaçları algılamak, aynı zamanda ihtiyaç duydukları şeyi sağlamak doğrultusunda hangi güç ve kaynaklara sahip olduğumu algılamaktır. İhtiyaç duyulan şey acil olduğunda (bir çocuğu yaklaşan arabalardan kurtararak, ormanda içten içe yanan bir sigara izmaritini ezerek) yapmak zorunda olduğum bir şey vardır ve orada olan ve kaynaklara sahip olan kişi benimdir.

Levinas’ın dediği gibi, benimle yüzleşen başka bir insan, aramızdaki temel ilişki bağımlılık olacak şekilde, ihtiyaçlarının ve taleplerinin sonsuz olmasıyla ayırt edilebilir mi? Bir insanın, bir memelinin, kuşun, balığın ya da ağacın bir ihtiyaçlar demeti değil, bundan ziyade aşırı enerji ve güçlerin bir alanı olduğunu kabul ediyorum. Gençken veya değişken durumlarda dışarıdan yardıma ihtiyaç duyabilirler ama ihtiyaçlarını karşılamam için bana çağrıda bulunduklarında, bu, onların güç ya da sağlıklarını geri kazanabilmeleri ve kendi başlarına hareket edebilmeleri amacını taşır.

II. “ÖRTÜLÜ-EROTİK, DURAĞAN-PATLAYICI VE SİHİRLİ-KOŞULLU”

BLVR: Birçok kez, benliğin, “Yaşamak ne kadar güzel!” nidasına tutulup kaldığı yorumunu yaptınız. Ayrıca bedenlerimizin “dünyanın eksenlerine gömülü” olduğunu ve insanlık durumuyla ilgili tanımlarınızda herhangi bir hiyerarşi dayatmaksızın biyolojik, psikolojik, manevi ve kültürel fenomenleri bütünleştirdiğinizi yazdınız. Yaşamın güzelliğini ilan eden ‘ben’ kimdir ve bu ‘ben’in dünya üzerinde ne ölçüde gücü vardır?

AL: Hayatın içduyusunda bir iyilik ve coşku, fazla enerjilerin kabarması hissi vardır. Ve yeşeren tarlaların ve ormanların, yeni doğan kuzuların ve kuşların görüntüsü, içimizdeki mutluluğa eşlik eder.

‘Ben’ olmanın güçlü duygusu, bağlılıkta ortaya çıkar. “Çalışacağım ve tıp fakültesine girmek için gereken notları alacağım.” “Seninle havaalanında buluşacağım.” “Ben senin kardeşinim ve seninle ilgileneceğim.” Burada ‘ben’ bir güç ve geleceği düzeltmek için ileriye sıçrayan, karşımıza çıkabilecek olası durumlar ve engellerin üzerinden atlayan bir coşku hali biçiminde ortaya çıkar.

Birinin geleceğini öngörememe ve düzeltememe durumu, kişide hiç kimse ya da hiçbir şey olma duygusu yaratır. Baskı ve sıkışma bunu üretmeyi amaçlar. Hastalık bunu sağlayabilir. Hayatın iyiliği duygusu, depresyonda ve intihar eğilimi söz konusuyken ortadan kaybolur.

BLVR: Çalışmanızdaki ‘haz’ fikri, bana James Baldwin’in ‘The Fire Next Time’ adlı kitabının sonunda yazdığı bir şeyi hatırlatıyor: Amerikalılar, özellikle de beyaz Amerikalılar, şehvetli dünya ile iletişimi ve “kendi hayatlarının çeşmesinde kendilerini yenileme” yeteneğini kaybettiler. Kitaplarınızın dünyası şehvetli, erotik ve kutsanmış bir dünya. Amerika ya da Batı dünyası konusunda Baldwin’e katılıyor musunuz? Çalışmanızda bir tür müdahale var mı? Kültürel düzeyde duygusallık ve kutsamayı ne ateşleyebilir ve neyin değişmesi gerekir?

AL: Her endüstrinin daha fazla üretmek ve rekabeti en iyi şekilde sürdürmek zorunda olduğu bir ekonomide, her endüstri, tüketicileri giderek daha fazla mala ihtiyaç duyduklarına ikna etmek için insan mühendisliğini devreye sokar. İnsan mühendisliği, bizi eksikliklerle dolu, bir şeylerden mahrum ve boş olduğumuza inandırır.

Andy Couturier (A Different Kind of Luxury: Japanese Lessons in Simple Living and Inner Abundance-2010) adlı çalışmasında, asgari miktarda parayla yaşayan on bir Japon erkek ve kadını ziyarete gitti. Kendilerine dağlık arazilerde yaşayacak yerler bulmuşlardı; beslenmek ve pazarda satmak için yiyecekler yetiştirdiler; ihtiyaç duydukları şeyleri kazanmak için çömlek yapıp sattılar. Günün her saatini okumak, yazmak, müzik yapmak, bir şeyler yetiştirmek, yemek yapmak, meditasyon yapmak gibi kendi isteklerini gerçekleştirerek geçirdiler. Haftada kırk saatlerini kendilerine emredilen şeyi yaparak harcamadılar. Couturier, onların lüks hayatlar yaşadıklarını aktardıklarını fark etti.

Peki, yazarlar ne yapabilir? Bolluğu kutlayın. [Alman filozof] Karim Benammar, bütün ihtiyaçlarımızın ötesine varan bir bolluk içinde yaşadığımızı bizlere göstermek amacıyla yazar. Arka bahçemizde bitki, böcek ve kuş yaşamının bolluğu, güzellik, mucizeler ve muammaların kaynağıdır. Sahip olduğumuz enerjilerin bolluğu bizi hayrete düşürmeli, mutlu olmalı ve büyülenmeliyiz. Duyarlılıkların ve enerjilerin bolluğu, insanları bizim hakkımızda eğlendirmemizi, onları desteklememizi ve güçlendirmemizi, yolları onlara sıkıntı verdiğinde kendilerine eşlik etmemizi gerektirir.

Birçok eşya, bize sadece tanımadığımız yollarla muhtaçlık hissi yaşatıyor ama bazı ürünler bolluğa açılıyor. Günümüzün iletişim teknolojileri, kitap ve filmlerin muazzam bolluğunu, en büyük düşünürlerin ve kaşiflerin ve en komik maceraperestlerin, en coşkulu hayalperestlerin eserlerini kullanıma sunuyor.

BLVR: ‘Dangerous Emotions’ adlı kitabınızda, önce zamanın felaketvâri bir olayla görünür hale geldiğini yazıyorsunuz: Geçmiş kapandığında gelecek belirsiz kalır, iş dünyası tarumar olur ve bütün amaçlarımızı kaybederiz. Felaketlerin yaşanma sıklığının önümüzdeki yüzyılda artacağına dair bir öngörüde bulunmak için aralarında küresel ısı artışının da bulunduğu birçok neden söz konusu. Peki, bir dünya sürekli bir felaket durumunda var olabilir mi ve felaketler sıradanlaşırsa zaman nasıl işleyebilir?

AL: Bu soru hakkında konuşabilmek için daha fazla çalışmam gerekecek. Artık, küresel kapitalist endüstriler eliyle yaratılan ve beraberinde felaketler getiren doğa ve iklim krizinin üzerimize çöktüğünü görüyoruz. Antropolog Eduardo Viveiros de Castro, 2014’te yaptığı “Ontolojik Kurttan Kim Korkar?” adlı konferansında şunları söylüyordu:

“Önümüzdeki kasvetli on yıllarda, ‘bildiğimiz haliyle’ dünyanın sona ermesinin ayrı bir ihtimal olduğuna inanıyorum. Ve bu zaman geldiğinde (bence zaten geldi), dünyası uzun zaman önce sona eren insanlardan öğreneceğimiz çok şey olacak: Dünyası beş yüzyıl önce sona eren Amerikan yerlilerini düşünün; nüfusları, 150 yıl içinde, Kolomb öncesi nüfusun yüzde 5’i gibi bir sayıya düştü ve yine de varlıklarını sürdürmeyi başardılar ve artık kendi dünyaları olmayan bir dünyada yaşamayı öğrendiler. Yakında hepimiz Amerikan yerlisi olacağız. Kıyametle ilgili meselelerde bize neler öğretebileceklerini bir görelim.”

BLVR: En son çalışmanızda, şiddete eşlik eden güzelliği ve şiddetin insani kırılganlığı nasıl ortaya çıkardığını yazdınız. Şiddete karşı insani dürtü nedir, haz ile nasıl bağlantılıdır ve eğer varlığımızın yapısal bir yönü gibi görünüyorsa, bu dürtüyü ne ölçüde zapt etmeyi ya da yönlendirmeyi umabiliriz?

AL: Bana öyle geliyor ki, insanlardaki şiddeti evrimsel psikolojiyle açıklamaya yönelik girişimler henüz verimli değil. Yırtıcı türler de dahil olmak üzere, her türün kendi türüyle iyi geçinmek doğrultusunda baskın bir eğilim taşıdığını gözlemliyoruz.

Sosyopatoloji hakkında son araştırmalar, erkeklerin yüzde 3’ünün ve kadınların yüzde 1’inin antisosyal kişilik bozukluğundan (ASPD) etkilendiğini öngörüyor. Araştırmacılar, genetik bir faktör ve aynı zamanda hormonal ve nörotransmitter anormallikler tespit ettiler. Aile ve sosyal çevre de antisosyal davranışların gelişmesine katkıda bulunuyor.

Araştırmalar, şiddetin açığa çıktığı ve patlak verdiği yapısal durumlara ve kurumlara yönlendirilmeli. Bu tür durumlarda, şiddetin, normların, paradigmaların, ideallerin ve putlaştırılan kişilerin ayrılmaz bir parçası olduğu ölçüde karmaşık bir araştırma gerçekleştirilmesi gerekir. Kimi çalışmalar, CEO’ların yüzde 21’inin ASPD’den mustarip olduğunu gösteriyor. Aile üyeleri arasında, yetişkinlerin ve hatta çocukların şiddet eğilimli ve hatta katil olmasına yol açan ailevi tutumlar ve ilişkiler mevcuttur. Michel Foucault, okulları, fabrikaları, orduları, hapishaneleri, hastaneleri ve huzurevlerini ‘disiplin takımadaları’ diye nitelendiriyordu; bu alanlar, aynı zamanda hizaya soktukları ve ezdikleri şiddeti bizzat kışkırtırlar. Foucault, cezaevlerinin suçluları ıslah etmediğini, bunun yerine tespit edilen, gözetim altında tutulan ve nüfusun alt gruplarını kontrol etmek için kullanılan suçlu bir nüfus ürettiğini gösterdi. Norman Mailer şunları söylüyor:

“Gerçek şu ki, hapishaneye yalnızca gençlerin en kötüleri değil, aynı zamanda en iyileri, yani yoksulların en gururlu, en cesur, en gözüpek, en girişimci ve en yenilmez olanları da gönderilir... Yanıt, en azından suça olumlu bir deneyimmiş gibi çekilen tüm genç suçlular açısından, Fransız Yabancı Lejyonu ile dış ülkelere giden gemiler arasındaki olağanüstü uzantılar arasında bir yerde yatıyor olabilir; çünkü bu daha heyecan verici, daha anlamlı, daha gizemli, daha aşkın ve bildikleri diğer deneyimlerden çok daha mistiktir. [Mailer’ın ‘Jack Abbott’s In the Belly of the Beast’ adlı öyküsünün girişinden.]

Bir felaketin açığa çıkardığı şiddet, daima onu yücelten zafer alaylarını, sanatçıları ve dinleri kendisine çekti; ancak ben, açgözlülüğün, nefretin ve savaşlarda yaşanan katliamların da nasıl karanlığa gömüldüğünü ve ihtişamın yeni toplu kutlamalara (Rio de Janeiro Karnavalı, Hagen Dağı Festivali) nasıl göç ettiğini sergileyen az sayıdaki çalışmayla ilgileniyordum. André Breton, “Sarsıcı güzellik, örtülü-erotik, durağan-patlayıcı ya da sihirli-koşullu olmayacak” diye duyurmuştu.

III. “GİTMEMEK, GERÇEKLİĞİ GÖZDEN GEÇİRMEKTİR”

BLVR: Bazı filozoflar, ‘mekânı’ fetişleştirmeye ve özellikle de konut ve bina yoluyla, mekânların ontolojik ve etik bütünlüğünü uzamsal bir ızgaradaki kesitlerden ziyade, ikame ve inşa yoluyla geliştirmeye ihtiyaç duymaya başladılar. Kitaplarınız, yoğun bir şekilde bir yerden diğerine (Hindistan, Tayland, Nikaragua, Peru) sıçrayan kapsamlı seyahatlerinize dayanıyor ve seyahatin, evde bulduğumuzdan daha derin bir gerçekliği ortaya çıkardığını yazdınız. Yolcunun uzamı, yerel bir eve ya da homojen matematiksel bir uzama kıyasla nasıl durmaktadır? Eğer mümkünse, seyahatte bulunan gerçeklik, yaşam tarzımıza nasıl bilgi sağlayabilir?

AL: Socrates’ten Thomas Aquinas’a varıncaya kadar metafizikçiler, bu dünyanın bizim gerçek yuvamız olmadığı inancını yaydılar. On dokuzuncu yüzyılda, ‘yabancılaşma’ kavramı, psikolojik ve sosyal sıkıntıları teşhis etme işlevi gördü. Martin Heidegger, yabancılaşmamanın, dünyadaki yuvamıza sahip olmanın ne anlama geldiğini olumlu bir biçimde tasvir etmek üzere yola çıktı; o, dünyada olmanın, dünyada yaşamak olduğunu ilan etti. Daha sonra bu fikri geliştirdi ve dünyada yaşamanın bir ev inşa etmek ve toprağı sürmek, ölümlüler ve ölümsüzlerle ilgilenmek olduğunu dile getirdi. Emmanuel Levinas, içinde yaşadığımız uzamın, pratik alanın yollarda, kaynaklarda, uygulamalarda ve engellerde açıldığı bir ana üs olduğunu söyledi. Ana üs, aletlerin ve kaynakların eşyalara dönüştüğü, özlerinin hazzımızı devam ettirdiği bir huzur bölgesidir. Gilles Deleuze ve Félix Guattari, ana üssü ‘yoğunlaşmış güçler bölgesi’ biçiminde ve dış bölgeleri 'ritmik nakaratlar halinde düzenlenmiş’ diyerek tanımlarlar; aynı zamanda hareketleri, kişinin yaşadığı toprakların ötesine geçen göçebe hareketler olarak görürler.

Deleuze ve Guattari, bir kişinin evinde saklanan fotoğraflar, sanat ve zanaat eserleri, hediyelik eşyalar ve anılarla geri dönen ayrılışlardan bahseder. Rehber kitaplardan seçilen rotalara, internetten seçilen otellere başvurabiliriz ve bu yolla görülecek şeyler önceden bilinebilir. Bu uygulamalar, doğasını değiştirmeksizin ev bölgesini, yerel uzamı genişletir.

Diğer yandan, Baudelaire’in dile getirdiği gibi, bir yerden ayrılmak uğruna gerçekleştirilen ayrılışlar da vardır. Bunlar, bir insan tahmin edemeyeceği bir şeye maruz kaldığında ya da bununla karşılaştığında meydana gelirler ve bu yalnızca yaşandığı yerde, yani uzak bir yerde gerçekleşebilir. Walt Whitman’ın ifadesiyle, insan her şeyi “tutkulu ayrılık öpücükleriyle” selamlar. Benimseme ve bağlılıklardan ayrılışta ve kaygı ve coşkunlukta vahşi bir heyecan vardır; sahipsiz, gizemli ve yüce, asla tekrarlanmayacak olaylar karşısında kendi kendini boşaltır.

BLVR: Maceraperest bir seyahat, egonun hoşgörüsü, dünyanın reddi ya da temelde emperyalizm ve sömürgecilikle ilişkili bir ayrıcalık gibi görünebilir. Çalışmanızda, bundan ziyade insani bağlantıya giden bir yol ve dünyevi zenginliğin ortaya konuşu olarak görülüyor. Seyahat tabii ki yaşam için kullanılan bir mecaz ve kutlama ile sömürü arasındaki bu ince çizgi, bu şemaya uygun gibi görünüyor. Bunu göz önünde bulundurarak, neleri bir seyyahın sorumlulukları olarak görürsünüz?

AL: 1971 yılında, Batı Pakistan’la Bangladeş arasında yaşanan kurtuluş savaşı esnasında Kalküta’daydım. Şehirde savaştan kaçan on binlerce mülteci vardı; herkes onları her yerde görebilirdi. Kalküta’da iki ay kaldım. Ayrılmadan önceki gece, şehirde son bir yürüyüşe çıktım. Yağmur çiseliyordu. Otelimin bulunduğu cadde boyunca mülteciler, bir aradaki aileler, binalara sokulmuş halde, giysilerle, kağıtlarla, karton kutularla üzerlerini örterek uyumaya çalışıyordu. Yirmi dakika sonra, gözleri dolu ve sarsılmış bir halde otelime döndüm. Küçük çocukları yanıma almayı düşündüm. Fakat orası bir oteldi. O gece ben bir yatakta uyurken, duvarın diğer tarafında yerlerde uyuyan insanlar olduğunu biliyordum. Sonra ülkeme ve üniversiteme döndüm ve anılar soldu. Bunun hakkında ne söyleyeceğimi hiç bilemedim. Oteldeki o yatakta uyumak hususunda kendimi iyi hissetmiyordum ama dışarda, sokakta olduklarını bilirken, artık 13.000 mil ötedeki bir yatakta uymam hiçbir şeyi değiştirmez.

Neden mi Kalküta’ya, Haiti’ye ya da Nijer’e gitmeliyiz? Çünkü gitmemek, gerçekliği gözden kaçırmaktır. İnsanın, bir insanın diğerini masum sanmasına neden olan rasyonalizasyonlara karşı mücadele etmesi gereklidir.

*Yazar Jeremy Butman, New York’un Queens bölgesinde yaşıyor ve St. John Üniversitesi’nde felsefe öğretiyor.


Yazının orjinali Believer Mag sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)