Almanya-Türkiye İşgücü Sözleşmesi'nin 60. yılı

“Acaba, işgücü sözleşmesinin mimarlarından Ludwig Erhard ve Anton Sabel eğer hayatta olsalardı, bu sözleşmenin imzalanması için yine ön ayak olurlar mıydı?"

Google Haberlere Abone ol

Alisait Yılkın*

Bilindiği üzere, 2021 yılının 30 Ekim tarihinde, Almanya ile Türkiye arasında yapılan işgücü sözleşmesinin 60.yılı kutlanacak. Bana göre, iki ülke arasında mutabık olunan 12 maddelik bu resmî belgeye, İşgücü Anlaşması yerine İşgücü Sözleşmesi veya İşgücü Kontratı demek daha uygun olacaktır, çünkü bu belgenin içeriğine ve de kullanılan diplomatik dile bakıldığı zaman, bunu açık ve net bir şekilde görmek mümkündür. Ayrıca, bu sözleşmenin imzalandığı tarih, Türkiye’den Almanya’ya doğru olan göç hareketinin başlangıcı olarak kabul edilir. Fakat bu bilgi kısmen de olsa yanlış, çünkü Türkiye’den işgücü göç hareketi, 1961 yılından çok daha önce başlamıştır. 1950’lilerin başında itibaren gayri resmî yollardan da olsa Almanya’ya bir işçi göçü olduğu bilinmektedir. Burada küçük bir dipnot eklemek faydalı olacaktır; Almanya’ya giden bu işgücü göçü ile alakalı ilk bilimsel araştırmayı yapan Nermin Abadan-Unat, “Bu göç hareketinin ilk yıllarında, yetkili insanların, göç konusunda hiçbir fikri yoktu, hatta 'göç' kelimesi bile kullanılmıyordu, çünkü her iki ülkenin, bu göç hareketinden beklentileri taban tabana zıt amaçlar taşımaktaydı” der. Abadan-Unat’ın da dediği gibi, o yıllardaki yazılı ve görsel mecralar tarandığında, bu işgücü göç hareketi, Misafir İşçiler (Gastarbeiter) veya Türk İşçiler (Türkische Arbeiter) olarak tanımlanmaktadır.

Bu yazının odak noktası; iki ülke arasında yapılan bu işgücü sözleşmesi öncesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler ile bu sözleşmenin imzalanmasının ana nedenleri üzerine olacak. Bu yüzden, 1955 ile 1965 yılları arasında, Almanya ile Türkiye’de yaşanan siyasal ve ekonomik duruma yakından bakmak işimizi kolaylaştıracaktır. Örneğin, 1950’li ve 60’li yıllarında, Almanya’nın bir yabancı işgücü göçüne ihtiyacı var mıydı? 2. Dünya Savaşı sonrası yapılan genel seçimlerde iktidar partisi olma başarısını gösteren CDU’nun (Hristiyan Demokrat Partisi) ekonomi Bakanı Ludwig Erhard’ın “sosyal piyasa ekonomisi" fikri, Almanya’da bir ekonomik mucizeye yol açar ve ülke hızla bir kalkınma evresine geçer. Konumuzla direkt bir alakası olması nedeniyle, Ludwig Erhard’in kısa da olsa özgeçmişine bir göz atmak yararlı olacaktır. Ludwig Erhard, 1947-49 yılları arasında, ABD’nin Marshall Ekonomik Yardım Planı’nda ekonomi uzmanı, 1949-1963 yılları arasında Almanya’nın Ekonomi Bakanı, 1963-1966 yılları arasında ise Şansölye Konrad Adenaeur’un istifası sonrasında; 3 yıldan fazla bir süre de Şansölyelik görevinde bulunuyor (1).

Bakan Erhard, ortaya çıkan ekonomik kalkınma döneminde, “Alman nüfusunun yüksek işçi talebini karşılamaya yetmeyeceğini düşünüp, ortaya çıkacak bu işgücü açığının yabancı işçilerle kapatılmasını” ve “Alman orta sınıfı, diğer ülkelerdeki orta sınıfa destek oluyor” sloganı ile yabancı işçi getirilmesi fikrini ortaya atıyor. Fakat Alman kamuoyu, muhalefet partileri, Alman İsçi Sendika Birlikleri, hatta içinde yer aldığı kabine üyeleri bile bakan Erhard’in bu önerisine şiddetle karşı çıkıyor. Örneğin, 1957 ile 1967 yılları arasında Alman İş ve İşçi Bulma Kurumu (Bundesagentür für Arbeit) Müdürlüğü görevinde bulunan ve bu sözleşmenin hazırlık aşamasında yer alan Anton Sabel “sözleşmenin imzalandığı tarihte, Almanya’nın bir işçi açığı sorunu olmadığını ve neden böyle bir karar alındığını kendisinin de bilmediğini” söyler. Gazeteci ve yazar Halit Çelikbudak’a göre, Anton Sabel ile detaylı bir röportaj vs. yapılmadığı için bu sözleşmenin arkasında yatan ana nedenleri ilk elden öğrenme şansımız bulunmuyor.(2) Bana göre, eldeki bilgiler ışığında Almanya’nın, Türkiye ile bu işgücü sözleşmesini yaptığı dönemde bir işgücü açığı sıkıntısının olmadığını söylemek mümkündür. Çünkü, İtalya ve Yunanistan’dan gelen işçiler sayesinde Almanya’da fazla bir işgücü açığı yoktu. Peki Almanya neden Türkiye ile böyle bir sözleşme yapma gereği duydu? Bana göre, bunun 4 tane temel nedeni var:

1- Türkiye’den gayri resmi yollardan getirilen kalifiyeli veya kalifiyesiz işgücü göçünü kontrol altına almak, yani Türkiye’den Almanya’ya gelen ve giden insan sayısını belirlemek ve ortaya çıkan sorunların çözümü için nihai hedefler koymak.

2- Alman işgücü piyasasında, İtalyan ve Yunan işgücü tekelini kırmak veya dengelemek.

3- Bence, en önemli neden, Ludwig Erhard’in Türkiye ile yakın mesaisi (Marshal Ekonomik Yardım Planı). Örneğin, o dönem Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalışan Atilla Sönmez, 2010 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan anı türü kitabında, Ludwig Erhard’in 1959 yılında Türkiye’ye yaptığı bir resmi ziyarette, “Türkiye’nin bir ekonomik kalkınma planı yapması gerektiğini ve ortaya çıkacak işgücü fazlalığını da Almanya tarafından alınacağını söylediğini” aktarır.

4-Türkiye’yi Batı İttifakı içerisinde tutma isteği. Bilindiği üzere, bu sözleşmenin hazırlık aşamasından yaklaşık 6 ay önce, Türkiye’de askeri bir darbe olmuş ve askerlerin kontrolünde olan bir hükümet kurulmuştu.

Bana göre, Almanya’nın beklentilerinden birçoğu gerçekleşmemiştir. Örneğin, bu işgücü kontratının yapılmasının ana nedenlerinden birisi olan, Almanya’ya gelen ve giden Türk nüfusunu kontrol amacı taşıyan bu sözleşme sonrası, Almanya’daki Türkiye kökenlilerin sayısı 1960’lı yıllarda binler, günümüzde ise milyonlar ile ifade edilmektedir.

Şimdi bir de Türkiye tarafına bakalım. Bu işgücü kontratının imzalandığı tarihte, sanayisi ve ekonomisi yeterince gelişmemiş ve yeniden demokratik rejime dönüş çabaları içerisinde olan bir Türkiye karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, sözleşmenin imzalandığı tarihten 15 gün önce, Yüksek Seçim Kurulu verilerine göre, yapılan serbest genel seçimlerde, TBMM’nin 450 milletvekili için yarışan partilerden, CHP yüzde 36,7 (173) AP (Demokrat Parti’nin devamı veya mirasçısı) yüzde 34,8 (158) CKMP yüzde 13,9 (54) ve YTP yüzde 13,7 (65) oranında bir oy almıştı fakat; seçimlere katılan partilerden hiçbirinin mutlak bir çoğunluğu sağlayamaması nedeniyle, Türkiye’de CHP ile AP arasında ilk koalisyon hükümeti kuruldu. Türkiye’nin Almanya’nın talebine olumlu cevap vermesi ve sözleşmenin hazırlık aşamasında fazla bir talepte bulunmadan, bu sözleşemeye taraf olmasının arkasında yatan nedenlere baktığımız zaman, bunun 3 temel nedene dayandığını söyleyebiliriz:

1- İşgücü piyasasında fazla olan işgücü fazlalığını Almanya’ya göndererek, işsiz insan sayısını azaltmak.

2-Bu işçilerin Türkiye’ye göndereceği döviz tasarruflarından yararlanmak. Çünkü o yıllarda Türkiye’ye gelen bir döviz girdisi neredeyse yok. Kısacası, bir ihracat yok.

3-Yurtdışına giden ve daha sonra geri dönen bu işçilerin kazanacağı bilgi ve tecrübeler ile Türkiye ekonomisinin hızlı bir atılım evresine geçeceğinin düşünülmesi.

Bana göre, Türkiye’nin beklediği veya umduğu sonuçlardan sadece 2. madde gerçekleşmiştir. Örneğin, 1964 yılında yurtdışından Türkiye’ye gönderilen döviz miktarı 45 milyon dolar, 1970’lerin sonlarına doğru ise; yaklaşık 1,5 milyar dolara ulaşılmıştır. Sözleşmenin imzalanma sureci; eldeki kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla, süreç 1961 yılının şubat ayında Almanya tarafından başlatıldı. Alman Çalışma Bakanlığı; Dışişleri, İçişleri ve de İş ve İşçi Bulma Kurumu'nun görüşünü aldıktan sonra, Türkiye’nin Bonn Büyükelçiliği üzerinden bir nota teatisiyle sözleşme taslağı iletilir ve acil olarak bir geri dönüş beklendiği belirtilir. Almanya tarafından hazırlanan ve Türkiye’ye sunulan bu sözleşme, Türkiye’nin bazı ufak tefek ekleme veya çıkarmaları sonunda nihai şeklini alır. Bu sözleşme, 25. Türkiye Hükümeti olarak bilinen, Temsilciler Meclisi Çalışma Bakanı Cahit Talas tarafından imzalanır. Almanya’nın özel ricası ile sözleşme kamuoyuna duyurulmadan sessiz sedasız yürürlüğe konur. Örneğin; hem Alman hem de Türk tarafı bu sözleşmeyi resmî gazetelerinde yayınlamaz. Bu sözleşmenin detaylarına baktığımız zaman, 12 maddeden oluştuğunu görmekteyiz. Burada, bu 12 maddenin tamamına değinmek gerekli olmayabilir ama 1964 yılında yapılan eklemeler ile günümüze kadar Almanya’da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hayatlarını etkilemesi nedeniyle sadece 3 maddeye yakından bakmak yeterli olacaktır.

1- 1964 yılında, bu işgücü kontratının 2. maddesine yapılan ekleme:

Her iki hükümetçe faydalı bulunduğu takdirde, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti Almanya’daki işçilerinin hak ve menfaatlerini korumakla vazifeli olmak üzere Almanya’ya memurlar gönderebilecektir. Yetkili Alman makamları Türk memurlarının vazifelerini gereği şekilde yerine getirmelerinde istenilen yakınlığı göstereceklerdir.

Bu eklemeye istinaden, Türkiye, Almanya’ya her yıl düzenli bir şekilde öğretmen ve din görevlileri göndermektedir. Öte yandan, bu durum Alman kamuoyunda çokça tartışılan bir konu olmaktadır, çünkü gönderilen bu devlet memurlarının, Türkiye adına casusluk faaliyetlerinde bulunduğu veya Almanya’da kalıcı olarak yerleşen Türkiye kökenli insanların, Alman toplumuna uyum sağlamalarının önünde bir engel oluşturduğu iddia edilmektedir. Gelen bu devlet memurların bir casusluk faaliyeti hakkında bir yorumda bulunmam imkânsız ama benim kendi gözlem ve araştırmalarımdan çıkardığım kadarıyla, Türkiye’den gönderilen devlet memurlarının, Almanya’da yaşayan Türk Toplumu‘na fazla bir katkısı olmamaktadır, çünkü gönderilen bu memurların hem kısa bir süre için görevlendirilmiş olması hem de Almanca dil becerisi ve de Alman toplumu hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmamaları nedeniyle artık Almanya’da yerleşik olan Türkleri zaman zaman olumsuz yönde etkilediklerini söylemek mümkündür.

2- Sözleşme aracılığıyla Almanya’ya gelen işçilerin Almanya’da kalma süreleri (9. madde) 2 yıl ile sınırlı iken; 1964 yılında yapılan düzenleme ile Almanya’da kalma süre kısıtlaması kaldırılmıştır. Bu durum, Almanya’ya belli bir süre için giden işçilerin kalıcı olarak yerleşmelerinin önünü açmış ve ardından aile birleşimi ile Almanya’da bulunan Türk nüfusunun hızla artmasına neden olmuştur. Örneğin, 1960’ların ortalarında binler ile ifade edilen bu nüfus, şu an 3 milyona ulaşmıştır.

3- Türkiye, işbu anlaşmaya istinaden, Almanya’ya giden işçileri formalitesiz olarak her an geri alacak, dönüş için gerekli seyahat vesikalarını verecek ve lüzumlu transit vizelerini temin edeceklerdir (10. Madde). Almanya’nın İtalya ve Yunanistan ile yapmış olduğu işgücü sözleşmelerinde bu veya buna benzer bir madde bulunmaz iken; Türkiye ile yapılan sözleşmede böyle bir madde bulunması diplomasi adabında çokça karşılaşılan bir durum değildi. Almanya, bu maddeyi dayanak göstererek, çeşitli suçlara karıştığı iddiası ile birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını sınır dışı etmiştir. Bu konuda akademik araştırmalar yapan Dr. Nilay Kılınç'a göre, “Türkiye’ye gönderilen bu insanların büyük bir bölümü, hayatlarını Türkiye’de sürdürmekte zorluklar yaşamakta ve Almanya’da kalan aile bireylerini ziyaret etmelerinin de önü kesilmektedir”(3).

Sonuç yerine; Almanya’da yaşayan Türkiye kökenliler üzerine araştırmalar yapan bir araştırmacı olarak, zaman zaman kendime şu soruyu sormaktayım: “Acaba, bu işgücü sözleşmesinin mimarlarından olan Ludwig Erhard ile Anton Sabel, bu göç hareketinin sonuçları hakkında ne düşünüyordu? Eğer hayatta olsalardı, bu sözleşmenin imzalanması için yine ön ayak olurlar mıydı?" Esasında, bu sorunun çok da adil bir soru olmadığının farkındayım, çünkü doğası gereği göç hareketinden, hiçbir zaman beklenen veya planlanan sonuçları almak mümkün olmamaktadır. İsviçreli yazar ve mimar Max Frisch’a atfedilen “Biz işçi istedik; ama onlar insan gönderdi” sözü esasında her şeyi açıklamaktadır çünkü, işin içine insan faktörü girdiğinde planlanan ve ümit edilen durumları kontrol etmek imkânsız bir hal almaktadır.

*Akademisyen

1- https://www.ludwig-erhard.de/wp-content/uploads/Biographie.pdf 
2- http://celikbudak.com/halit-celikbudak/192.html 
3- https://www2.helsinki.fi/en/helsinki-institute-of-urban-and-regional-studies/nilay-kilinc