YAZARLAR

Almanya için Yeni Rakı Türkiye için Yeni Anayasa vakti!

Cumhuriyetin yüzüncü yılında “Türkiye hepimizin evi olsun!” demek gerekiyor. Türkiye’nin yüzyıllık tarihinde her kesime adlı adınca seslenerek hiçbir zaman yükseltilmemiş bir vaat bu. Türkiye Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, Lazların, Çerkezlerin, antikapitalist Müslümanların, LGBTİ+ların... ve kadınların da gerçek manada evi olsun. Varsın milyonların zaten hiç bilmediği Gar lokantasında Yeni Rakı keyfi Almanların olsun. Hele bir “Türkiye hepimizin evi olsun..."

Hayda Bre!

Bahisler yukarıdan açıldı. Yeni bir Anayasa referandumunun vakti geldi diyorlar. Dün bir bugün iki neyin vaktiyse artık? Türkiye için referandum vakti: İmsak 06.12. Global dünyada ise Almanya için rakı vakti. Onlar içsin biz burada nostalji hırkamızı sarınıp hıçkıralım. Hıçkırmaya yasak yok nasılsa... Neyse buna da bin şükür ben bu sefer kesin Babayasa referandumu önerirler diye bekliyordum ki henüz eli o kadar artırmadılar. Ama yakındır, imsak vaktinde değil belki ama yatsıya da kalmaz. Yine de başlığa çıkardığıma bakmayın, dayatılmış gündemler bunlar.

Peki buna karşı biz ne yapıyoruz muhalefet olarak? Maalesef bu dayatılmış gündemlere tuhaf bir biçimde dilimiz kayıp duruyor. Sürüklenip gidiyoruz. O kayıp duran dil başımızın belası işte. Tam olarak buradaki sürüklenmeden söz etmiyor olsa da Ulus Baker’in dildeki kaymalar konusunda düşündürücü tespitleri var. Solun faşizme neden direnemediğinin sırlarından birisi diyor Ulus Baker, faşizme çok elverişli bir zemin oluşturan dilsel kaymalardır. Bu bağlamda da belirli veçheleriyle çökmüş olan bir sol dilden, terminolojiyi dönüştürme ihtiyacından ve komik olmamak gerektiğinden söz ediyor. Marksist terminolojiyi ekonomik analiz için kullanalım ama siyasal analiz için yeni kavramlara ihtiyaç var diyor. Tabii muhalefetin bileşenleri arasında sol var mı, gerçek sol bu mu, gerçek sol vardı da biz mi içtik gibi soruların hepsi ayrı birer tartışma konusu. Bu konuda Clubhouse’da bir oda açmayı düşünüyorum. Artık oraya beklerim.

Muhalefetin meselesi sadece dilsel kayma ya da çökme de değil, dilsel ve hatta duygusal bir donma hali. “Tam bağımsız Türkiye” gibi bir donma hali... Evet maalesef hâlâ bu sözü duyuyoruz. Oysa daha evvel de yazmıştım, küresel dünyada “tam bağımsızlık Allaha mahsus.” Ondan da öte şu pandemi ortamında haşa Allah bile dünyayı tam bağımsız biçimde kurtaramaz. Önce Küba’ya güç kuvvet vermesi gerekiyor. Zira yoksul ülkelerin aşı ihtiyacını karşılamak yine Küba’ya düştü ki bu da dünya nüfusunun dörtte üçünü aşılamak demek

Neyse gelelim Türkiye muhalefetinin diline. Artık solculuğunu, sosyal demokratlığını filan tartışmayalım da doğrudan ana muhalefetin dil kaymalarına bir bakalım. Sadece kaymakla da kalmıyor, vurguyu nereye yapacağını bilmeyen, kelimelerinin seçimine özen göstermeyen bir dil söz konusu. Bu kayıp duran dille faşizmin kaç vakit uzağında olduğumuza varın siz karar verin. Örnek istediğinizi sanmıyorum ama Boğaziçili gençlere ve onların ebeveynlerine seslenen Kemal Kılıçdaroğlu’na kulak vermek yeterli. “Çocuklarımıza şiddet uygulanıyor... bizler aklı selim sahibi olmak zorundayız, ‘sağduyuyla’ hareket etmek zorundayız, iktidarın değirmenine su taşımamak zorundayız...” diyor.

Yahu kim hazırlıyor bu metinleri? Vallahi metinlerini ben yazsam uçururum bu CHP’yi. Onu da söyleyeyim. Zaten şu dilin karşısında eli kalem tutan kim yazsa bundan iyi... Allah Allah ya, aylar yıllar sonra muhalefet yeni bir heyecan, yeni bir dip dalgası yaratmışken, kıyıya koşturmuş denizin dalgalarını kürekle geri tepiyor! Kollar çemirlenmiş, paçalar kıvrılmış. Kolay gelsin Kemal Bey! Yani sahiden anlıyorum bu cümlelere böyle sağ yaptıran, dili sağa çektiren düşünceyi, iyi niyeti... Fakat anlamak başka şey, aklım almıyor aslında. Değirmene su taşımayalım ama o yöreye eli boş gitmek de olmaz diye diye, elimizde neyimiz var neyimiz yok dosdoğru AKPMHP değirmenine taşıdık, onlar da öğütüp durdu yıllardır. “Canlı yaşam” değirmende öğütüldü. Su taşısak ne olur, taşımasak ne olur artık? Değirmeni kuran su kanalını da çoktan oraya çekmiş zaten...

İmalı imalı konuşuyorum da anlaşılıyor mu gençler? Sosyal medyada ergen gibi ortaya atarlanıp duran ve kimseyi beğenmeyen "mikemmel” tiplere döndük böyle yaza yaza. Fakat bıçak kemiğe dayandı. Yazmaktan ve konuşmaktan başka yolumuz yok. Kelimelere gerekirse ters takla attırmak zorundayız. Şiir dilin bükülmesidir, sağa çekmesi değil... Henüz vakit varken, gülüm. Maksat Paris yıkılmasın. Bir umudum sende, anlıyor musun? Dilin bütün imkanlarını bütün söz varlığını kullanacağız, harmanlayacağız, potpuri yapacağız. İki “t”li Attila’yı, tek “y”li Süreya’yı, güzelim şapkasıylan Nâzım’ı bir de Ahmet Erhan’ı unutmayacağız... Balık oydu, olta oydu, Erhan olamayandı... Rakı olalım o zaman, mezarına dökülelim...

TÜRKİYE HEPİMİZİN EVİ OLSUN!

Memleketin donmuş politik sahnesinde tam bir kıpırtı yaşanıyor, böyle heyecandan kalbimiz duracak gibi oluyor. Hooop “sağduyu.” Sağın herhangi bir duyusu olsa bu halimiz ne zaten? Yeni bir dil, yeni bir kıpırtı, yepyeni heyecanlar lazım. Çöken dilimizle beraber, evimiz de başımıza yıkılmadan.

Geçekten durum vahim. Muhalefetin yeni bir dilde buluşması şart. Geçen gün Yeri Gelmişken’de söyledim. Eski hatıraları canlandırmakla olmuyor. Demokrasi, özgürlükler, anayasal düzen elden gitti deyip durmakla olmuyor. Bu elden gidişin, Batman’da, Erzurum’da, Hatay’da, Kastamonu’da, Manisa’da, Tekirdağ’da çırpınıp duran yurttaşın derdiyle ve diz boyu sefaletiyle ilişkisini kuran bir dil bulmak lazım. Demokrasi ve özgürlük kaybı herkese büyük bir dert gibi görünmüyor olabilir. Bu kaybın işsizlikle, yoksullukla, aşıyla, pandemiyle ya da deneme tahtasına dönen eğitimle ilişkisini bıkmadan usanmadan ortaya dökmek ve her biriyle ilişkili gerçekçi vaatler oluşturmak lazım.

Toplum dediğin donmuş bir resim değil, siyasi iktidar onu donmuş bir resim gibi tasavvur edelim istiyor. Anlam ve ifade çoğulluğunun üstüne kamyonla hafriyat boşaltıp kapatmak istiyor. Yüz yıldır aynı yalan dolanla, aynı yıkılan ya da satılan cami retoriğiyle toplumu aşağılıyor ve yine de seçim kazanıyor diye bu retoriğin üstünlüğünü kabullenemeyiz. Muhalefet de aynı küçümsemeyi her türlü sürdürdüğü için kazanıyor asıl. Oysa muhalefet dilinin toplumu bütün canlılığıyla, kıpır kıpırlığıyla, heyecanı ve isyanıyla sımsıkı kavraması, o heyecanı ortak bir ufka yönlendirmesi gerekiyor.

Muhalefet partilerinin bilhassa CHP ve İYİ Parti’nin bir dip dalga olarak alttan alta akıp duran, yüzeye vurmak için bir çıkış kollayan toplumsal cesareti ve her daim orada duran dönüşüm yeteneğini görmesi şart. Yepyeni vaatlere ve bu vaatleri inandırıcı kılacak pratiklere ihtiyaç var. Toplum tahayyülünün yenilenmesi ve toplumu sürüklenip duran bir “kitle” olarak görmekten vazgeçilmesi gerekiyor. Orada oturmuş HDP’yi dışlayacak bir ittifak kurulması için bekleyen geniş bir muhalif kitle yok. Öyle olsa, CHP’den kopan ve koptuğu anda da partisini zayıf karnı bu diye HDP’den vurarak AKPMHP kurtlar sofrasında meze yapmaya kalkan sekter ulusalcıların biri bugüne kadar bir fark yaratırdı.

HDP ile yan yana gelmekten korkan bir muhalif taban yok. Muhalefet vaatsizlikten korkuyor. Yersiz yurtsuzluktan korkuyor. Bekir Ağırdır’ın dediği gibi ona yer göstermek, bir ev işaret etmek gerekiyor. Birlikte ortak bir ufka yönelmek...

HDP boğazına çöken ceberutluğa, haksızlığa, zulme ve her şeye rağmen, hâlâ bir dil ortaklığı, ana eksenleri çok kaymayan bir dil seviyesi tutturuyor. Tutturabiliyor. Ben buna şaşırıyorum! Her partide olduğu gibi orada da zaman zaman hoşumuza gitmeyen çatlak sesler, aykırı imgeler olabilir. Olacaktır. Ülkenin üçüncü büyük partisi ne de olsa. Diğer partilerden beklenmeyen olgunluk, özeleştiri ve tutarlılık her daim ve her koşulda HDP’den bekleniyor. Eğer bu beklentinin ezme ezilme ilişkilerini, inkar ve sömürü düzenini epeyce içselleştirmiş olmamızla bir ilişkisi yoksa (ki olmadığını düşünmek istiyorum), HDP’nin siyasette çıtayı bir hayli yükseltmiş olmasıyla bir ilişkisi var demektir. Değil mi ya? Elbette HDP ile bir arada durulacak ve birlikte bir ev kurulacak, başka yolu yok.

Hatta ben artık bu “ev” metaforunun dosdoğru Türkiye’yi işaret etmesi gerektiğini düşünüyorum. Cumhuriyetin yüzüncü yılında “Türkiye hepimizin evi olsun!” demek gerekiyor. Türkiye’nin yüzyıllık tarihinde her kesime adlı adınca seslenerek hiçbir zaman yükseltilmemiş bir vaat bu. Türkiye Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, Lazların, Çerkezlerin, antikapitalist Müslümanların, LGBTİ+ların... ve kadınların da gerçek manada evi olsun.

Vakit o vakit

Muhalefet birleşsin

Türkiye hepimizin evi olsun!

Varsın milyonların zaten hiç bilmediği Gar lokantasında Yeni Rakı keyfi Almanların olsun... Hele bir “Türkiye hepimizin evi olsun,” herkes kendi sofrasını istediği gibi, istediği yerde gönlünce huzur ve güven içinde kurar zaten... Hıçkıracaksak bu hayal karşısında hıçkıralım... Henüz vakit varken, gülüm... Ülke yanıp yıkılmadan...

 

 
 
 

Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.