YAZARLAR

AKP’nin elinden kaçan dava: Kültür ve üniversite

Cumhuriyet ömrümüzün beşte birinde iktidardaydınız. Osmanlı da anlaşılan zaten en çok sizin ecdadınız. Köprü, bina, inşaat alanı, havalimanı, otel kompleksi tutacağınıza azıcık kültür alanı da siz tutaydınız. Sit alanını da eğitim alanını da tabiat alanını da talan ederken “kültür alanını” tutabileceğinizi mi sanmıştınız? Hepsini hâlâ “bizler” tutuyoruz, hem de can havliyle...

Bu hafta yazı yazmayayım demiştim, yoluna koyulması gereken başka işlerim vardı. Fakat AKP ağlarını örüyor. Hâlik şimdilik cezasını filan da vermiyor. Biz balıklar ağlara yakalandığımızla kalıyoruz. Yakalanmayacak gibi de değil zaten. Şimdi de Boğaziçi Üniversitesi'ne kayyum atanması meselesi var gündemimizde. Koskoca üniversitenin kendi kadrolarından bir öğretim üyesi bulma zahmetine hiç girmeden kayyumu atayıverdiler. Olay karşısında başta öğrenciler olmak üzere kararlı bir karşı duruş gösterilince de bu tepkiyi orantısız güç kullanımı ve ağır bir popülizmle savuşturmaya çalışıyorlar. Fetih ve yağma... Olmadı popülizm.

Boğaziçi Üniversitesinin milletin üniversitesi olduğunu ilan ettiler. Kültürel iktidardan anladıkları da bu. Demokratik protesto hakkını kullanıp iki eylem yaptı diye sabahın köründe kapı duvar yıkarak evleri basılan öğrencilere milletin evladı demeyeceksin ama üniversite milletin üniversitesi olacak. Müthiş bir riyakarlık... Burada Hannah Arendt’i anmadan geçemeyeceğim. Riyakarlıkla ilgili şu söyledikleri çok düşündürücüdür gerçekten:

“...riyakârın ifşa edilmesi maskenin ardında hiçbir şey bırakmayacaktı; çünkü riyakâr, öylesine aktörün ta kendisidir ki, maske falan takmaz. Varsayılan rolü oynar gibi yapar ve toplumun oyununa dahil olduğunda ortada herhangi bir oyunculuk kalmaz. Bir diğer deyişle, riyakârı bu kadar tiksinç yapan şey, yalnızca samimiyet değil doğallık da iddia ediyor olmasıdır. Toplumsal alanın yozlaşmasının hem temsilcisi ve hem de failidir ve bu alanın dışında onu bu kadar tehlikeli kılan şey, siyaset oyununda her türlü “maske”yi içgüdüsel olarak takabilmesi, bu oyunun kişileri (dramatis personae) arasından herhangi birini canlandırabilmesi, fakat siyaset oyununun kuralları gereği bu maskeyi hakikati duyuracak bir aygıt olarak değil, aksine bir aldatma aracı olarak kullanacak olmasıdır.” (s. 139). 

Karşı karşıya olduğumuz şey tam da bu. Maskenin ardında bir yüz yok... O bir türlü tatmine ulaşmayan “kültür” hırsını belki de bir “yüz” noksanlığı, yozlaşma içinde yitirilmiş bir “kendilik” ve asla sahip olunamayacak bir şey olarak düşünmemiz gerekiyor artık. Yozlaşmanın hem temsilcisi hem faili olmak ve bunu da dünyaya bir mağduriyet, “milli bir doğallık hâli” olarak pazarlamak böyle bir şey olmalı. Gerçekten de kapanmaz bir kompleks söz konusu burada. Bu öyle açık yüreklilikle ve hakça “sahip olduklarınızı kıskanıyorum” demek gibi bir şey değil. Bunu hepimiz bir diğerimize yeri geldiğinde söyleyebiliriz. Oysa buradaki, muhatabını, “Ben de işçi çocuğuyum, ben de memur çocuğuyum” diye açıklama yapmak zorunda bırakan hadsiz ve sınırsız bir açlık hâli, bir aşağılık kompleksi.

Saldırmaya doyamadıkları o “elit” elitliğini babasının evinden getirmiyor çoğu kez. Boğaziçi Üniversitesi öğretim kadrosunda diyelim ki tablo dışarıdan böyle görünüyor. Fakat “aydın müsveddesi” diye yıllar yılı saldırıp durdukları insanların çoğu, sınırlı imkanlarıyla, kendilerini entelektüel ve kültürel olarak donatmak için çırpınıp duruyor. Resmen göbeği çatlıyor bunun için. Üstelik çoğu kez sadece ve sadece hayatın anlamını bu “donatma” halinde kurmuş olduğu için, başka hiçbir şey için değil.

Barış imzacısı akademisyenlere “Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız, karanlık. Aydın falan değilsiniz. Sizler ne Güneydoğu’yu, ne Doğu’yu buraların adresini bilemeyecek kadar karanlıksınız ve cahilsiniz. Ama oraları bizler kendi evimizin yolu, adresi gibi çok iyi biliriz” dendiği zaman, kim bilir kaçımızın “Evim orada benim evim! Ömrümün yarısı orada geçti, nerenin yolunu bilmiyorum?” diye çığlık atası gelmişti... Muhalif akademik camiaya baktıklarında gördükleri ve yüz katı imkana sahip oldukları halde bir türlü edinemedikleri “elit hâl” için biz hiçbir şey yapamayız. Boğaziçi Üniversitesi de öğrencisiyle, çalışanları ve öğretim kadrosuyla elit görünüyorsa elittir, evet. Siz de az biraz “elit” olun ya, bunca para, bunca imkan, bunca el koyma... Kendi kültür hırsınızın hakkını kendiniz verin. Kimse başkasının hırsını ve iddiasını gerçekleştiremez. Hele ki “kültür” adına bir iddianın ancak ve ancak en basit gündelik hayat ilişkilerinden ve işlerinden başlayarak ve kendine sunulan her imkanı layığınca kullanmaya çabalayarak gerçekleştirildiği düşünülürse.

Kendini “donatmak” dediğim şey bu. Kültürün hangi anlamı benimsenirse benimsensin, hiç kimse gasp ederek, el koyarak, üstelik bir de hor görerek “kültürlenemez.” Gerçi benim “kültürlenme” diye bir kavrayışım da yok. Fakat sahip olamadıkları kültürel iktidardan da gına geldi, ancak böyle açıklayabiliyor insan. Yirmi yıldır her tür iktidarı elinde tutan, evlatlarını yurtdışı eğitim de dahil olmak üzere bu iktidardan her türlü yararlandıran bir zümre, kültür alanının iktidarını başkaları elinde tutuyor diye etmediğini bırakmıyor. Kültür alanında dışlayıcı bir iktidar kurduğu söylenen aynı kuşaklardan yayıncılar, sinemacılar, akademisyenler, edebiyatçılar ve medya çalışanlarına filan bakın hangisi daha büyük imkanlarla erişmiş oraya? Hangisi sizin kadar desteklenmiş? Cumhuriyet ömrümüzün beşte birinde iktidardaydınız. Osmanlı da anlaşılan zaten en çok sizin ecdadınız. Köprü, bina, inşaat alanı, havalimanı, otel kompleksi tutacağınıza azıcık kültür alanı da siz tutaydınız. Sit alanını da eğitim alanını da tabiat alanını da talan ederken “kültür alanını” tutabileceğinizi mi sanmıştınız? Hepsini hâlâ “bizler” tutuyoruz, hem de can havliyle...

AKP kültür davasını ne tiyatro tasfiyesiyle ne üniversite tasfiyesiyle kazanamadı, kazanamayacak. Boğaziçi öğrencilerinin onurlu direnişi de bunu gösteriyor. Bunu gösteren başka pek çok şey de var. Tasfiyeler feci biçimde ters tepti. “Dava” bir kez daha ellerinden kaçtı. İhraç ettikleri “aydın müsveddeleri”nden biri olarak anlatmak zorundayım. Çünkü dün ben bu yazıyı yazarken 6 Ocak’tı...

Bundan tam dört yıl evvel, bir gece vakti Ankara Üniversitesi mensubu sekiz arkadaşımla birlikte meslekten ve kamu görevinden çıkarıldık. İbişler eliyle. Adları asla unutulmasın. Aynı gün Ege Üniversitesinden Mardin Artuklu Üniversitesine kadar pek çok başka üniversiteden de barış imzacıları ihraç edildi. Bir ay sonra Ankara Üniversitesi bu kez “büyük tasfiye”sini gerçekleştirdi. Farklı fakültelerden 100’ü aşkın akademisyen ihraç edildi. İhraçlardan önce kendi kampüslerimizde kendi dersliklerimizde işimize gücümüze bakıyor, dersimizi yapıyorduk. Peki şimdi ne oldu derseniz? Atıldığımız gün söylediğimiz gibi “Bize her yer üniversite” oldu. Sadece Türkiye’nin her köşesi değil, dünyanın her köşesi desek yeridir. Böyle olmasaydı iyiydi tabii.

Bir vakitler Nazilerden kaçarak genç Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak üzere başka ülkelere sığınan akademisyenler gibi, Türkiyeli barış imzacısı akademisyenler de bugün Kanada’dan ABD ve Almanya’ya birçok ülkeye dağıldı. Çünkü “adanmış” biçimde mesleklerimizi yapmamızın karşılığı, ağır ceza mahkemeleri ve kanımızda duş almak isteyen “mafyanın” önüne türlü hakaretle atılmak oldu... Burada kalanlarımız da elbette koca bir ülkeyi kampüse çevirdi. Bir an bir dakika durmadık. “Tuttuğumuz” akademik ve kültürel alanları misliyle genişlettik. Davanız elinizden kaçtı. Geçmiş olsun.

Kültür demişken bir örnek vereyim. Ankara Dayanışma Akademisi olarak Duvar Medya Vakfı desteğiyle önceki gün başlattığımız “Kültürel Çalışmalar” programına 500’e yakın katılımcı kayıt yaptı. Orada sürdüreceğim bir zoomline (buyrun size yeni bir kelime) atölyeye tam 323 kişi kayıt yaptırmış! Üniversiteden henüz kendi adlarına bir ders açamadan atılmış olan genç akademisyen arkadaşlarımın atölyelerine de çok büyük bir ilgi söz konusu. Aynı programda yer alan meslektaşım Nur Betül Çelik’in atölyesini dün biraz izleme şansım oldu. Bence bu atölyelerde görülmemiş bir şey yaşanıyor. Bir kısmı pandeminin etkisi olsa da tamamı böyle açıklanamaz. Aynı anda 110 katılımcı bu atölyeye gönüllü olarak katılmıştı. Kayıt sayısı bundan çok daha fazlaymış zaten. Nur Betül’ün -meslekten ihraç edilmemiş olsa- yalnızca Ankara Üniversitesi öğrencilerinin katılma şansı bulacağı programını şimdi sadece Türkiye’den değil başka ülkelerden katılımcılar da izleyebiliyor. Her kuşaktan, her meslekten, her yaştan katılımcı... İlk kez karşılaştığımız pek çok ismin yanında, sendikal mücadeleye yıllarını vermiş demiryollarından emekli sahaf arkadaşımız da oradaydı, sivil toplum aktivisti arkadaşlarımız, eski öğrenciler ve meslektaşlarımız da...

İhracımızın hemen sonrasında kurduğumuz ve neredeyse tüm kadrosu ihraç edilmiş akademisyenlerden oluşan İnsan Hakları Okulu da “elden kaçan” davaya diğer bir örnektir. Uzaktan eğitim veren okulumuzu, insan hakları alanında yaratılmış akademik birikimi sivil topluma taşımak amacıyla kurduk. Pandemi öncesinde online iken şimdi zoomline olduk... Üç yılda 6 bin katılımcı programımıza başvurdu. Yüzlerce katılımcı onlarca farklı atölyeyi izledi. Konferanslar, yaz okulları, sempozyumlar düzenledik. Güncel siyasete de Youtube kanalımızdan yetiştik. Bambaşka müthiş bir örnek de Mersin’den ihraç sonrasının mucizesi Kültürhane’den. Barış imzacısı ihraç akademisyenlerin kurduğu Kültürhane’de yüz nesne etrafında Cumuriyet’in yüz senelik tarihi yazılıyor. #100sene100nesne. Tarih yazımının en güncel, en kolektif yöntemlerini hayata geçirerek yazılacak bu tarih... Buraya sığdıramayacağım ne çok örnek var. İzmir’de, İstanbul’da, Dersim’de barış imzacıları başka bir üniversite anlayışını da ilmek ilmek yeniden örüyor. Eksiği gediği yok mu? Elbette var. Hep olacak. Bu yüzden de ilmek ilmek örüyoruz işte. Kazma kürekle değil. Hatalı ilmeği sökmek kolaydır.

Kültür, polis eşliğinde kapı baca kırarak ele geçirilemez. Geçiremeyeceksiniz! AKP’nin elinden kaçan davadır kültür...

Yazılacak çok şey var. Boğaziçi Üniversitesinin yanındayız. Bilhassa direnen öğrencilerin... Zafer direnen öğrencinin olacak. Ama zoom’da ama sokakta. Bugün muhalefet eden herkesi ama herkesi terörist olarak yaftalama iktidarı sizde. Başka da bir iktidarınız yok. O yaftalarınızın altından akademisyenler de siyasetçiler de öğrenciler de medya çalışanları da pırıl pırıl parıldıyor. Oysa sizin maskelerinizin altında bırakın parıldamayı bir yüzünüz bile yok.

 


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.