YAZARLAR

AKP iktidarından AKP’nin iktidarına: Dördüncü koalisyon

Mevcut iktidar blokunun konfigürasyonunu değiştirebildikçe AKP’nin muhafazakâr demokrasi söylemine duyulan ihtiyacı da o ölçüde azaldı. 2000’lerin ilk çeyreğine yaklaşırken artık, adım adım, AKP’nin eski iktidar blokuyla kurmaya çabaladığı bir modus vivendi’den değil AKP’nin teşkil ettiği bir iktidar blokundan, hayat tarzlarına müdahalesinden, AKP otoriterizminden bahsedilmeye başlandı. Türkiye yeni (ve yeniden) bir faşizme doğru koşar adım gitmeye başladı.

2015 Haziran’ında şekillenmeye başlayan Dördüncü Koalisyon Dönemi, öncesindeki ilk üç koalisyon periyodundan temelde üç noktada farklılaşır:

1- 1961-1965, 1974-1980 ve 1991-2002’deki koalisyon tecrübelerinden farklı olarak içinde halen yaşamakta olduğumuz koalisyon dönemi, ilk olarak, Dördüncü Merkez Sağ Dönemi’nin uzantısı gibidir. İlk üç koalisyonlar döneminde koalisyon hükümetleri, öncesindeki merkez sağ iktidarların yerlerine gelirlerken 2018’deki Cumhur İttifakı ile adı konan son koalisyon, öncesindeki Merkez Sağ İktidarı pekiştirme işlevi taşımaktadır.

2- İçinde bulunduğumuz koalisyon döneminin bir diğer özelliği ise dejure değil defacto bir koalisyon hükümeti olmasıdır. Teknik anlamda 20 Şubat 2018’de kurulan Cumhur İttifakı ile birlikte adı konulur ama bu tarihte yeni bir hükümet göreve gelmez; koalisyon sadece siyasi olarak vardır. Zaten 2018’de de değil 2015 Haziran’ından sonra koalisyon döneminin koşulları belirginleşmiştir.

3- İçinde bulunduğumuz koalisyon dönemin öncesindekilerden bir diğer farkı ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS) adı verilen parlamenter sistemden farklı bir hükümet sistemi içinde operasyonel olmasıdır.

AKP İKTİDARI DÖNEMİ: MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİDEN… 

Kuruluşundan kısa bir süre sonra, 3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında iktidara gelen ve bir parçası olduğu MNP-MSP-Refah-Fazilet-Saadet geleneğinin değil DP-AP-ANAP zincirinin “merkez sağ” geleneğinin devamı olduğunu (olmak istediğini) “Milli Görüş gömleğini çıkartmak” şeklinde dile getiren parti, kendi ideolojik duruşunu “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlıyordu. Parti’nin önemli isimlerinden Yalçın Akdoğan’ın da altını çizdiği gibi “Siyasal bir ideolojisi, çizgisi veya duruşu olmayan bir hareketin tutarlı bir siyaset üretmesi mümkün değildir. Bu yüzden dünya genelinde partilerin sosyalist, sosyal demokrat, liberal, muhafazakâr, milliyetçi gibi akımlardan birisiyle kendisini dile getirdiği görülmektedir. Muhafazakâr demokrat siyaset tarzını da bu çerçevede bir çaba olarak görmek gerekir.”[1] Akdoğan AKP’nin muhafazakâr demokrasi anlayışının temel parametrelerini 10 başlıkta toplar[2]:

1- AK Parti’ye göre toplumsal dönüşüm, her türlü değişimin temelini oluşturur. Değişimden maksat tedrici bir sürecin gerçekleşmesi ve doğal gelişimin sağlanabilmesidir. …

2- AK Parti'ye göre farklılıklar tabii bir durum ve zenginliktir. Toplumsal ve kültürel çeşitlilikler demokratik çoğulculuğun üreteceği tolerans ve hoşgörü zemininde siyasete bir renklilik olarak katılırlar. Katılımcı demokrasi de kendisini bu farklılıklara temsil olanağı sağlayarak ve siyasal sürece katarak geliştirir.

3- ... siyasi iktidarın en temel dayanağı milli iradenin kabulüne mazhar olarak meşruluğunu milletin genel kabulünden almasıdır. Siyasal otoritenin meşruiyetini sağlayan unsurlardan birincisi dayandığı irade, ikincisi ise kendisini ifade ettiği kurumsal kimliğin ortaya koyduğu içeriğin yani kanun, kural ve değerlerin genel kabul görmesi, çağın gereklerine uygun olmasıdır…

4- ...sınırlandırılmayan, keyfiliğe ve hukuksuzluğa olanak sağlayan, katılımı ve temsili önemsemeyen, bireysel ve kolektif hak ve özgürlükleri hiçe sayan totaliter ve otoriter anlayışlar sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanlarıdır. AK Parti her türlü dayatmacı, buyurgan, tektipçi, toplum mühendisliğine dayanan yaklaşımları sağlıklı bir demokratik sistem için engel olarak görür.

5- … hukuk devletinin gereği siyasal iktidarı ve tüm kurumları yasal çerçeve ile sınırlamaktır. Ayrıca devletin ideolojik bir tercihle kendisini dogmatik bir alana hapsetmesi de savunulmaması gereken bir durumdur…

6- ...bireysel özgürlüğün tam olarak tesis edilebilmesi bireyi soyut, silik ve devlet karşısında korumasız kılmak değil, onu toplumsal alan içinde sivil ve sosyal oluşumlarla teçhiz etmekten geçmektedir…

7- demokratik siyaset zemini her türlü sorunun aktarıldığı, tüm toplumsal taleplerin yansıtıldığı ve doğru ile yanlışın kendisini test ederek düzeltebilecekleri bir zemindir. Türkiye toplumundaki farklılık ve çeşitlilikler de çoğulcu demokrasiyi zenginleştirecek unsurlardır…

8- AK Parti de insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde bireysel tercih ve kabullerin korunması gerektiğini saklı tutarak, aile kurumunu sarsacak uygulamalar konusunda hassasiyet gösterilmesi ve bebeklerin anne karnındayken bile haklarının korunması gerektiğine inanmaktadır…

9- …radikal söylem ve üslup Türkiye siyasetine bir fayda sağlamamıştır; Türk siyasetinin çatışma, kamplaşma ve kutuplaşma yerine uzlaşı, bütünleşme ve hoşgörü üzerine kurulması gerekir ve ılımlılık toplumun genel bir talebidir…

10- …idealizm ile realizm arasında denge kurulmalıdır, insanların zihinlerinde bazı ütopyalara sahip olmaları doğaldır, ancak bunlara ulaşmak için belli (dayatmacı) yöntemleri mutlaklaştırmaları ve kendi doğrularını başkalarına dayatmaları doğru değildir.

Ahmet Yıldız[3], “Geçmiş siyasi çizgisini reddederek gelen ve bunu ‘değiştim’ sözüyle ifade eden siyasi bir liderin muhafazakârlıkta karar kılmasının ve liderliğini yaptığı, Cumhuriyet tarihinin çok partili dönemdeki en radikal reformlarına imza atan siyasi partisinin, ‘yeni muhafazakâr demokratlık’ta demir atmasının beraberinde getirdiği ironi, herhalde Türk siyasetinin sui generislerinden biri olmaya adaydır. ‘Muhafaza etmeyi’ temel değer olarak benimseyen bir öğretinin ‘değişimi’ pratik düzlemde şiarlaştıran bir siyasi partiye ideoloji olarak seçilmesi, son tahlilde Türkiye siyasetinin temel belirleyicisi olmaya devam eden Kemalist obskurantizmin dayattığı takiyyeci sinikliğin yeni bir tezahürü” olduğunun altını çizer.

Ülkü Doğanay[4] ise AKP’nin kendini “Türkiye'de daha önce bir araya getirilmemiş iki kavramdan” hareketle tanımladığını ve muhafazakâr demokratlığın “…ne anlama geldiğini açıklarken, yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana tanıdığımız, ancak sol politikaların eylemlilik alanı içinde gelişen kimi kavramları ödünç aldı[ğını]” belirtmektedir. Muhafazakâr demokrasi kavramının aynı zamanda partinin geçmişiyle arasına mesafe koymasına da hizmet ettiğini belirten Doğanay “Bu mesafe[nin], bir yönüyle partinin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılan Refah Partisi, Saadet Partisi, Fazilet Partisi çizgisinden ayrılarak sistemle barışık bir konuma yerleşme yöneliminin ifadesi” olduğunun da altını çizer.

MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİDEN YILDIZLI FAŞİZME 

AKP’nin elinde muhafazakâr demokrasi, mevcut rejim ile kendisi arasında "katılımcılık", "çokkültürlülük" ve "müzakere" gibi kavramlar dolayımıyla kurduğu bir modus vivendi teşkil ediyordu. Mevcut iktidar blokunun konfigürasyonunu değiştirebildikçe AKP’nin muhafazakâr demokrasi söylemine duyulan ihtiyacı da o ölçüde azaldı. 2000’lerin ilk çeyreğine yaklaşırken artık, adım adım, AKP’nin eski iktidar blokuyla kurmaya çabaladığı bir modus vivendi’den değil AKP’nin teşkil ettiği bir iktidar blokundan, hayat tarzlarına müdahalesinden, AKP otoriterizminden bahsedilmeye başlandı. Rekabetçi otoriterlik, ya da Korkut Boratav’ın tabiriyle Türkiye’nin Faşizmleri’ne geçiş de bu kertenin akabinde inşa edilmeye başlandı. Türkiye yeni (ve yeniden) bir faşizme doğru koşar adım gitmeye başladı.[5]

1957 sonrasında Türkiye, politik gerilimin, kutuplaşmanın arttığı; iktidarın bu gerilimi düşürmek yerine ondan beslenmeyi tercih ettiği bir döneme girmişti. Korkut Boratav Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge, 2021) kitabında bu dönemi, Türkiye’nin yarım kalmış faşizme geçiş dönemlerinden ikincisi olarak anar. Boratav, yarım kalmış ilk faşizme geçiş denemesinin CHP’nin iktidarda olduğu 1945-1949 yılları arasında yaşandığının da altını çizer. Hoş, eğer korporatizmle iç içe bir “halkçılık/popülizm”, bir “anti-komünizm” ve devlet bekası ile hercümerç olmuş bir “milliyetçilik”, “faşizm” olarak anılan ideal tipin alametifarikaları olarak kabul edilirlerse, Boratav’ın andığı iki dönemin, Türkiye’nin faşizme münhasır tek iki dönemi olarak değil, sadece “daha fazla” temayül ettiği iki dönemi olarak ele alınması kolaylaşabilir. Şöyle özetlemeye çalışayım; Boratav’ın andığı -bugünkü faşizm temayülü de hesaba katıldığında- bu üç dönemi, genel Cumhuriyet tarihi içinde bir nevi “exclusive/yıldızlı faşizm” dönemleri olarak düşünmek daha doğru olacak. Belki böylece ileride, bu üç “yıldızlı faşizm” dönemleriyle 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a çizeceğimiz dört “darbe dönemleri”ni kesiştirerek oluşturacağımız bir Türkiye Siyaseti Akış Şeması’na doğru daha cesur bir adım atmış da olabiliriz. Ancak yine de bu tartışmayı başka bir yazının karasularına bırakmak en doğrusu.

Türkiye’nin (yıldızlı!) faşizme temayül ettiği dönemlerin (1945-1949; 1957-1960; 2015+) aynı zamanda muhalefetin de güçlendiği dönemler olduğunu belirtmek gerekiyor. Nitekim CHP’nin iktidarda olduğu ilk faşizm denemesi 1946’da başlayan ve 1950’de iktidara gelecek DP muhalefeti tarafından; DP’nin iktidarda olduğu ikinci faşizm denemesi de yine 1957’den sonra toplumsal muhalefeti bir şekilde kendi etrafında toplamayı başarabilen CHP muhalefeti tarafından dengelenmişti. 1960’a doğru CHP muhalefetinin gücü ve etkisinin hayli arttığı tartışma götürmez olsa da 1960’taki darbe sadece DP’yi kapatarak ve her ne ile suçlanıyor olurlarsa olsunlar siyasi idamların yolunu açarak değil, sistem içi (seçimle) iktidar değişikliği imkânını ortadan kaldırarak da ülkeye zarar verecekti.

AKP'NİN 2003-2014 DÖNEMİ EKONOMİ KARNESİ 

AKP’nin bu dönemki ekonomik performansı da ayrı bir tartışma konusudur ve partinin iktidara yerleşebilmesi ve AKP iktidarından AKP’nin iktidarına geçişte bu ekonomik performansın önemli bir rolü olduğunu belirtmek gerekmektedir. Nitekim Turan Subaşat’ın[6] da altını çizdiği gibi AKP’nin ilk 10-12 yılına dair bir “Ekonomik başarı miti” olduğu su götürmez. AKP’nin ekonomik performansı üzerine konuşabilmek için Mahfi Eğilmez’den[7] yardım almam gerekiyor. Eğilmez, AKP’nin 2003 – 2014 yılları arasındaki (parti 2002 yılı sonlarında iktidara geldiğine göre takvimi 2003’ten başlatmak yanlış olmaz) 12 yıllık siyasal iktidarının makroekonomideki yansımalarını şöyle özetlemektedir:

(1) AKP, 231 milyar Dolar olarak aldığı GSYH’yı 12 yıl sonunda 800 milyar Dolara çıkarmıştır. Bu, yaklaşık 3,5 kat artış demektir. Bu artışın başarı derecesini ölçebilmek için Türkiye’nin de aralarında bulunduğu gelişmekte olan ülkeler grubunun toplam GSYH’sının nereden nereye çıktığına bakmak gerekir. Gelişme yolundaki ülkelerin toplam GSYH’sı 2002 yılında 6,9 trilyon Dolar iken 4,4 kat artışla 2014 yılında 30,5 trilyon Dolara ulaşmış. Demek ki Türkiye’nin bu 12 yılda GSYH’da sağladığı 3,5 kat artış, bulunduğu grubun toplam artışının gerisinde kalmış. Ayrıca Türkiye’nin 2014 yılında GSYH’sının bir önceki yıla göre gerilemiş olması çarkın ters dönmeye başladığının bir göstergesi olarak alınabilir.

(2) Kişi başına gelirde Türkiye, AKP iktidarının ilk 6 yılında hızlı sayılabilecek bir artış temposu yakalamış ama ondan sonraki 7 yılda yerinde saymaya başlamıştır. Dünya GSYH’sının dünya nüfusuna bölünmesiyle ortaya çıkan kişi başına gelir ortalaması kabaca 10 bin dolar dolayındadır. Bu miktar dünya için kişi başına ortalama gelir olarak kabul ediliyor. Bu gelir düzeyine gelip takılan ve yukarıya gidemeyen ekonomilere de ‘orta gelir tuzağındaki ekonomiler’ deniyor. Türkiye, kişi başına gelirdeki gelişmelere bakıldığında, son 7 yıldır orta gelir tuzağına takılıp kalmış bir ekonomi görünümü veriyor.

(3) AKP iktidarıyla başlangıçta son derecede hızlı bir büyüme ivmesi yakalamış olan Türkiye, 2008 ve 2009 yıllarında önce duran, sonra küçülen bir ekonomik büyüme performansı sergilemiş bulunuyor. Küresel krizin etkisinin ‘teğet’ geçmediği özellikle 2009 yılında yaşanan yüzde 4,9’luk küçülmeden net bir şekilde görülebiliyor. Ardından iki yıllık bir toparlanma ve sonra son 3 yılda yaşanan potansiyel altı büyüme hızları (potansiyel büyüme yüzde 5) ekonominin yavaşlamasına ve sorunlar yaşanmasına neden olmuş görünüyor.

(4) AKP iktidarının en önemli ekonomik başarılarından birisi enflasyonu yüksek çift haneli oranlardan tek haneli oranlara indirmiş olmasıdır. Buna karşılık Merkez Bankası, yıllardır hükümetle birlikte belirlediği yüzde 5’lik enflasyon hedefine ulaşamıyor. Her ne kadar hedef Merkez Bankasının hedefi gibi görünse de hükümetle birlikte belirlendiği için bu orana ulaşamamakta yaşanan başarısızlık Merkez Bankasına olduğu kadar AKP iktidarına da aittir.

(5) İşsizlik oranı, AKP iktidarı açısından önemli bir başarısızlık göstergesi olarak ortada duruyor. 2001 kriziyle birlikte yüzde 8’lik ortalamadan yüzde 10’luk bir ortalamaya sıçramış olan işsizlik oranı, ölçme yöntemlerinde yapılan ve oranın düşmesine yol açacak değişikliklere karşın yüzde 10’lar düzeyinde kalmaya devam ediyor…

(6) AKP iktidarının en önemli üç başarısından birisi bütçe açığının sıfıra yaklaştırılmış olmasıdır. Diğer iki başarıdan birisi yukarıda değindiğim enflasyonun düşürülmesi diğeri de kamu borç yükünü azaltılmasıdır. Bunlardan enflasyonu düşürme başarısı sürdürülememiş ama diğer ikisi sürdürülmüştür. Bütçe açığı oranının düşürülmesi aslında kamu borç yükünün düşmesine o da enflasyonun düşmesine yol açmış görünüyor.

(7) Bütçe açığının düşürülmesi ne yazık ki cari açığın artırılması pahasına gerçekleşmiştir. Türkiye, 2000’li yıllara kadar bütçe açığı ve kamu borçlanmasına dayalı büyüme modeli izlemiş, AKP’nin iktidara geldiği 2002 ve sonrasında ise cari açık, özel kesim ve hane halkı borçlanmasına dayalı büyüme modeline geçmiştir. Bunun sonucunda da bütçe açığı düşerken cari açık artmış ve bu model giderek daha fazla dış finansman sorunları yaratmaya başlamıştır. Türkiye, kırılgan ekonomilerin en başlarında yer almaya başlayınca cari açığı düşürmeye yönelik adımlar atmış bu kez de büyüme oranı ciddi biçimde düşmüştür.

Yarın:AKP’nin İktidarı Dönemi’nde ne oldu?

 [1] AKDOĞAN, Yalçın. (2003), Muhafazakâr Demokrasi ve AK Parti, Ankara: Ak Parti Yayınları, s.8

[2] A.g.e. s.9-14.

[3] YILDIZ, Ahmet. ( 2004), “ ‘Ak Partinin "Yeni Muhafazakâr Demokratlığı’: Türkiye Siyasetinde Adlandırma Problemi” Liberal Düşünce, Bahar, s.5-12

[4] DOĞANAY, Ülkü “AKP’nin Demokrasi Söylemi ve Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasi Ve Eleştirel Bir Bakış” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Yıl 2007, Cilt 62, Sayı 01,s. 65 - 88,

[5] Bu konu ile ilgili olarak benim şu çalışmama bakmanızı da öneririm: KAYNAR, Mete Kaan (2021) “Tahkikat Komisyonu ve Demokrat Parti Faşizmine Doğru”, Birikim 19 Nisan, https://birikimdergisi.com/ guncel/10571/ tahkikat-komisyonu-ve-demokrat-parti-fasizmine-dogru

[6]SUBAŞAT, Turan “AKP’nin Ekonomik Başarı Miti” İktisat ve Toplum Dergisi Sayı: 33 s. 25 - 37

[7] EĞİLMEZ, Mahfi (2015). “ AKP'nin Ekonomide 12 Yılı” Kendime Yazılar, Nisan 07, https://www.mahfiegilmez.com/2015/04/akpnin-ekonomide-13-yl.html


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.