'Afrika’da gökyüzü yeryüzüne çok yakındı'
Malavi’de geçirdiğim bu on günlük sürece bakıyorum da bir kıta değil, sanki başka bir dünyaya seyahat etmişim gibi hissediyorum. Hayat sakindi Malavi'de. Büyük ve sessiz bir mücadeleydi onlarınki.
Bana "Afrika’ya gideceksin" dediklerinde, belki bize öğretilen Afrika algısından dolayı bir korku ve büyük bir merak canlanmıştı içimde.
Aralık ayının ortalarında elimde bordo valizim, sırtımda siyah kabanımla ilk yurtdışı seyahatime çıktım. Yanımda iki de yol arkadaşım vardı. Onlar daha önce görmüştü oraları, benimki ilk olacaktı.
2 gün süren uzun bir yolculuktu. İstanbul’dan Dubai’ye, Dubai’den Etiyopya’ya aktarma yaptık. Her aktarmada en az 4 saat bekledik. Afrika denince aklımda canlanan ilk şey, yeşillikten uzak kuru bir toprak ve açlıkla mücadele eden insanlar oluyordu.
YEŞİLİN EN GÜZEL TONU, MAVİNİN EN PARLAK HALİ
Uçakta iniş talimatı verildiği an, merakla uçağın penceresine dayadım başımı. Bulutların arasından izliyordum yeryüzünü. Uçak dalga dalga indikçe kafamdaki Afrika profili çürümeye başladı. Önce kocaman, neredeyse bir deniz gibi görünen Malavi gölünü gördüm. Uçak alçaldıkça geniş bir ovada yayılan yeşillikleri izliyordum. Yanımdaki arkadaşıma döndüm, “Afrika’ya geldik, değil mi? Yani burası Afrika mı?” diye sordum şaşkın bir şekilde. Gülerek “Evet" dedi, "Daha çok şaşıracaksın. Keşke herkes bir kez olsun gelip görebilse buraları, Afrika ile ilgili bütün düşünceleri değişir."
Ve nihayet Uçağımız Malavi’nin Blantre şehrinde indi.
Uçağın kapısından çıkarken yeşilin en güzel tonu ile karşılaştım. Mavinin en parlak hali ve sıcağın en kavurucusu çarptı yüzüme. Zaten ülkenin ismi yerel bir kelime olan Maravi’den geliyormuş. Türkçe karşılığı ise “Alev” demek. Güneşin Afrika kıtasının en büyük üçüncü gölü konumunda olan Malavi Gölü üzerinde batışı esnasında oluşan görüntünün aleve benzetilmesinden esinlenilmiş. Hatta güneş sembolü ülke bayrağında da kullanılıyor.
Kabanım elimdeydi. İki katlı küçük, henüz tadilatta olan havalimanının kapısından geçerken bir düzine polis çekti dikkatimi. Uzun boylu, üzerlerinde koyu lacivert üniformalarıyla sıralanmışlardı. Vize giriş işlemlerinden sonra içeri tarafa geçtik. Valizlerimizi aldıktan sonra şehrin Zomba bölgesine doğru siyah bir pikap ile yola çıktık.
BULUTLAR ÇOK YAKINDI DAĞLARA, AĞAÇLARA, İNSANLAR
Arabanın penceresinden etrafı izliyordum. İnsanlar ya yürüyor ya da tavanı çalılarla kapatılmış, dört direkten oluşan bir barakanın içinde, tahta bir tezgâhın önünde oturmuş bir şeyler satıyorlardı. Tezgahlarda muz, ananas, mango, kurutulmuş balık, kıyafet, ayakkabı vs. Her şey vardı sanki.
Kadınların saçları ince ince örülmüştü. Renkli kumaşların içindeki bebeklerini sırtlarında taşıyorlardı. Herkes mutluydu. Neredeyse tüm yapılar tek katlıydı. Kimi çok dikkat çekici renklerle boyanmıştı. Yeşil, kırmızı, sarı renkler... Kimi evler ise kerpiçten olmanın sadeliğini taşıyordu. Gökyüzü masmavi, yeryüzü ucu görünmeyen kırmızı bir toprak üzerine serilmiş yırtık bir yeşil kumaş gibiydi, çevresindeki uzun dağlarıyla. Bulutlar çok yakındı dağlara, ağaçlara, insanlara...
Burada her şey insan gücüyle yapılıyordu. Tarlalardaki mısır fideleri bir tesbihin boncukları gibi dizilmişti ve bu fideleri tek tek elleriyle ekmişlerdi. Renkleri koyuydu fidelerin, yağmur sezonuydu ama henüz yağmur yağmamıştı. Kuraklıkla geçen bir dönemdi, Müslümanlar Cuma namazından sonra yağmur duasına çıkıyordu. Orada en çok yağmura denk gelmek istedim.
GÜLÜMSEMEK DÜNYANIN EN GÜÇLÜ İLETİŞİM BİÇİMİYDİ
Zomba’ya bağlı Julias köyüne doğru tümsekli yollardan geçiyorduk. Bizi gören çocuklar ve kadınlar selam veriyordu.
Köye vardığımızda onlarca çocuk etrafımızı sardı. Okullar tatil edilmişti ama çocuklar okulun etrafında oynuyordu. Birbirlerini kovalıyor ya da top oynuyorlardı. Kız çocukları rengarenk giyinmişti. Kiminin başında kalın kumaşlardan kiminin de naylon kumaşlardan eşarplar vardı. Sadece saçlarını kapatmak istemişlerdi. Hava yakıcı sıcaktı fakat kiminin üstünde kışlık elbiseler vardı. Tek ortak noktaları elbiselerindeki renk cümbüşü ve yüzlerinden eksik olmayan gülümsemeleriydi.
Başında kırmızı eşarbı, çiçek desenli, lila renginde elbisesiyle 8-10 yaşlarında bir kız çocuğu, bir iki dakika bana baktıktan sonra yanıma yaklaştı. Bir şey demeden sağ eliyle elimi tuttu. Sol elinin işaret parmağını elime sürüp parmağına bakıyordu. Sonra kollarıma dokunmaya başladı ve sonunda elimi sımsıkı tuttu. Ben de onun ellerine dokunuyordum ve karşılıklı gülümsüyorduk. Adı Shila’ydı. Dillerini anlamıyordum ve sadece birbirimize gülümseyebiliyorduk. Gülümsemek dünyanın en güçlü iletişim biçimiydi.
BİR İNSAN AÇKEN, ONUN KARNINI DİN İLE DOLDURAMAZSIN
Misafiri olduğumuz Ensari, yaklaşık 9 yıl önce Türkiye’den gelmişti Malavi’ye. Başlarda sadece Kuran'ı Kerim dersleri vermek niyetiyle yerleşmişti oraya. Ama daha sonra o insanların yaşam biçimini öğrendikçe önceliklerinin farklı olduğunu anlamıştı. Çok geçmeden bu insanların önce bir tabak yemeğe ihtiyaç duyduklarını fark etmişti ve bu uğurda başlamıştı bir şeyler yapmaya. Ensari, şöyle demişti bana: “Bir insan açken, onun karnını din ile doyuramazsın.”
Yerliler Ensari’ye ilk zamanlar Boss (Patron) diye hitap ediyorlarmış, beyaz olduğu için. Bu durumdan mutlu olmayan Ensari, bu algıyı kırmak için uzun bir süre mücadele etmiş. Aslında bu kavramın altında yüzyıllardır süregelen kölelik algısı yatıyordu. Yerliler beyaz insanlara karşı hep kendilerini küçük görüyorlardı. Çünkü sömürgeciler onlara bunu öğretmişti.
Afrika kıtası, çağdaş köleliğin en yaygın olduğu bölgelerden biri. 1900 yılından itibaren kölelik bastırılmaya çalışılsa da bu çalışma pek başarılı olmadı. Kölelik teknik olarak yasadışı olmasına rağmen Afrika’nın birçok yerinde ne yazık ki hâlâ devam ediyor. Kölelik Karşıtı Topluluğuna göre Afrika’daki modern kölelik, bu duruma teknik olarak “kölelik” denmese de boyun eğdilirmiş nüfusların sömürülmesini içeriyor. İnsanlar birer eşya gibi satılır, çok az ya da hiç ücret almadan çalışmaya zorlanır veya işverenlerin insafına bırakılır. Ve yine 2017’de Uluslararası Çalışma Ofisi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Afrika’daki her bin kişiden 7’sinin kölelik kurbanı olduğu tahmin ediliyor. Bu verilerin daha nicesine ulaşabiliriz tek tıkla ama sonuç değişmeyecek. Kölelik ve sömürgecilik, başka biçimlerde ve başka kavramlarla da olsa, hâlâ devam ediyor Afrika'da.
BÜYÜK BİR MAHCUBİYETLE 'ZİKOMO'
Öğlen saatlerinde Julias köyünde arkadaşlarım ve köyün çocuklarıyla büyük bir mango ağacının altında oturuyorduk. Yakıcı sıcağa karşın ağacın altı serindi, hafif bir rüzgar esiyordu. Birkaç genç kız bize daha yeni olgunlaşmış mangoları ikram ettiler. Meyveyi titizlikle dilimlemişlerdi beyaz tabakların içinde. Tabii bu arada etrafımda onlarca çocuk vardı. Çekinerek yiyebiliyordum. Meyveler bittikten sonra parmaklarımda mangonun şekerinden kaynaklı bir yapışkanlık kalmıştı. Boşalan tabağı elimdeki 8-10 yaşlarında sarı eşarplı, yüzü uzun, üzerinde beyaz gömlek ve yine sarı renkli eteğiyle bir kız çocuğu aldı. İki dakika geçmeden yanıma geldi, tabağı tekrar getirmişti. Bu defa tabağın içinde su vardı. Oturduğumuz yerin karşısında su kuyusuna bağlı bir musluktan doldurmuştu suyu. Kız çocuğu melül gözleriyle bana bakıyordu. Bir şeyler söylüyordu yanındaki arkadaşlarına, anlamıyordum. Yanımda oturan diğer kız çocuğu ellerimi tuttu ve tabağa doğru uzattı. Çocuk elime döktü suyu. Elimi yıkamam için tabak içinde su getirmişti. Onların dilinden “Zikomo” diyerek teşekkür ettim kızlara, büyük bir mahcubiyetle.
KADINLAR VE ÇOCUKLAR
Orada geçirdiğim on günde iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar yetişkin ve yaşlı erkek gördüm, özellikle de köylerde. Genel olarak çocuklar ve kadınlar ön plandaydı. Google’da arattığım nüfus verileri de bu durumu destekliyordu. Bölgenin nüfusunu 0-14 yaş grubu yüzde 45, 15-24 yaş grubu yüzde 20, 25-54 yaş grubu yüzde 27, 55-64 yaş grubu yüzde 2, ve 65 yaş ve üzeri ise yine yüzde 2’lik bir veri kapsıyordu. Bunun nedeninin işsizlik, yiyecek bir şey bulamama, yine yetersiz beslenmeden dolayı ölümlerin gerçekleşmesi ve bütün bunlara bağlı olarak zorunlu göç olduğunu öğrendim.
Şimdi, neden bu adamlar eşlerini ve çocuklarını ya da diğer aile üyelerini götürmüyorlar göç ettikleri yerlere, diye soracaksınız. Benim de aklımdan geçen ilk soru bu olmuştu. Burada çok eşlilik durumu söz konusuydu ve yok denecek kadar maddi gelir olduğu için erkekler ailelerini bırakıp göç ediyorlardı.
DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDA DA ADALETSİZLİK VAR
Aslında yokluk daha çok köylerde vardı. Blantayre şehrine gidince sanki başka bir dünyaya gitmiş gibi hissediyordum. Şehirde memurlar yaşıyordu. Daha çok devlet dairelerinde çalışan yerli ve yabancılardı. Blantayre'de bir şehirde olması gereken olağan akış vardı. Çok katlı binalar, arabalar, marketler ve mağazalar… Ama 50 km uzaktaki köylerde yaşayan insanların bu lüksten hiç haberleri yoktu. Onlar kırmızı toprağın üzerinde yüzüstü yatarken, şehirdeki insanlar yumuşak yataklarında uyuyorlardı. Bu basit farkı görünce bile aklımdan geçen tek düşünce şu olmuştu: “Son yıllarda belki de en çok kullandığımız kavramlardan biri olan 'Adaletsizlik' kelimesini, dünyanın öbür ucuna da gitsem iliklerime kadar hissedeceğim.”
Günümüzde bir minderin üzerinde uyumak lüks olmamalıydı. 50 km ötedeki insanlar diledikleri şeyleri yiyebiliyorken, köydeki yerliler bir tabak yemek için saatlerce yol yürüyorlardı ve o tabak, ortalama 4-6 kişilik bir ailenin bir günde yiyebildiği tek öğündü.
GELENEKSEL YEMEK 'SİMA'
Köyde gezerken bir evin içini merak ettim ve izin alarak içeri girdim. Bu iki odalı, kısa bir antresi olan, kapısı ve penceresi olmayan, kırmızı topraktan yapılmış bir evdi. Çatısı kurumuş ağaç dallarıyla kapatılmıştı. Genç iki kadın hemen evin kapısının önünde, ateşin üstünde yemek yapıyorlardı. Yanımdaki arkadaşım az da olsa yerli dili Chichewa’yı biliyordu. Onlar sohbet ederken yemeği inceliyordum. Ateşin önünde oturan kadın, bir tarafı yamulmuş eski çelik bir kabın içine, pancara benzeyen otu doğrayıp, kaynatıyordu. Genç kadın bir yandan da elindeki birkaç küçük domatesi dilimleyip atıyordu tencereye. Diğer genç kadın ise bir havanın içindeki yer fıstıklarını eziyordu. Tenceredeki bitki piştikten sonra dövülmüş yerfıstıklarını üzerine döküp yiyeceklerdi. Bu yemek az da olsa yapılıyordu. Onlar için neredeyse bir lükstü. Neredeyse her gün yedikleri, adına “Sima” dedikleri pirinç lapası dışında bir şey yiyeceklerdi o gün.
YOLA BIRAKILAN AĞAÇ DALLARI
Malavi’de biri vefat edince taziye evine en yakın yola ağaç dallarını bırakıyorlar. Yoldan geçen arabalar yavaş ve sessizce geçerken bisiklete binen insanlar, bisikletten inip yürüyerek geçiyorlardı ağaç dallarının yanından.
Bu ölen kişi ve taziye evi için bir saygı göstergesiymiş ki yerliler buna çok dikkat ediyorlardı.
Bu ritüel bana bizim oralardaki taziyeleri anımsattı. Bizim köyümüzde de eskiden biri ölünce en az 1 ay televizyon açılmaz, kadınlar siyah eşarp takar, genç kızlar ve yeni gelinler saçlarını keserlermiş. Erkekler ise ölen kişinin kırkı çıkana kadar sakallarını kesmiyorlarmış.
Şimdi Malavi’de geçirdiğim bu on günlük sürece bakıyorum da bir kıta değil, sanki başka bir dünyaya seyahat etmişim gibi hissediyorum. Hayat sakindi Malavi'de. Büyük ve sessiz bir mücadeleydi onlarınki. Yerli dillerinin kelime sayısı hayatlarıyla o kadar örtüşmüş ki sözcükler sakin ve sınırlıydı. Telaffuzu zor olsa da, yerli dildeki kelimeleri öğrenmek kolaydı.
Malavi, benim için şu cümlenin içinde saklı kalacak: “Orada gökyüzü yeryüzüne çok yakındı.” Çünkü toprağa bakarken bile bulutları görebiliyordum Malavi'de.