YAZARLAR

‘Affedilebilir’ bir hata…

Ne yazık ki sırtını çok bilindik bir şablona bağlayan senaryo, kapasitelerinin çok altından kullanılan oyuncular ve dağınık başlayan ve zorlama sahnelerle asla tam olarak ‘bağlanmayan’ olay örgüsü nedeniyle film asla ayağa kalkamıyor. Bullock bütün çabasına rağmen filmi kurtaramıyor, en fazla ‘izlenebilir’ kılıyor.

Sinema dünyasına ‘asıl’ girişini 1994 yılında çekilen ve büyük ticarî başarı getiren ‘Speed’ filmiyle yapan Sandra Bullock, sonrasında oldukça inişli-çıkışlı bir kariyer yaşadı. Belki bu kariyer dalgalanmaları her oyuncunun başına gelebilir ama Bullock bunları neredeyse ‘sonuna kadar’ veya tabiri caizse ‘dibine kadar’ yaşadı. Hatta 2010 yılında, iki değişik filmle, aynı sene içerisinde hem ‘en iyi kadın oyuncu’ Oscar’ını hem de ‘en kötü kadın oyuncu’ yani ‘Altın Ahududu’yu (Razzie Awards) kazandı.

Ancak bizce ne yazık ki Sandra Bullock aktris olma yolunda çarpıcı bir ‘giriş’ yaptıktan sonra 35 yılı aşan kariyerinde daha çok hatalı adımlar attı, yanlış projelerde yer aldı. ‘Yolunu kaybettiği’ vasat romantik komediler ağırlıklı geçmişinde, parlak filmler sınırlı kaldı…

2013 yılında rol aldığı ‘Gravity’ durumu biraz değiştirdi: Artık 50’li yaşlarını devirmiş olan aktris, rollerini daha özenle seçmeye başladı ve popülerliğini değil, oyunculuk gücünü gösterebileceği yapımlarda rol almayı tercih etti. Özellikle oyuncunun Netflix bünyesinde gösterilen ‘Bird Box’ (2018) filmi, bizce hem senaryo hem de oyunculuk açısından Bullock’un yer aldığı en parlak yapımlardan biriydi. Kuşkusuz aktris de bu deneyimden hoşnut kalmış olacak ki bu sefer, üstelik yeteneğini kanıtlamış bir kadın yönetiminin altında (Nora Fingscheidt), deneyimli oyunculara eşlik ederek ve filmin görüntülerini Guillermo Navarro gibi bir isme teslim ederek tekrar oyunculuk gücünü ispat etmek istiyor. Bu arada aktrisin filmin yapımcılarından biri olduğunu da ekleyelim…

Ne yazık ki sırtını çok bilindik bir şablona bağlayan senaryo, kapasitelerinin çok altından kullanılan oyuncular ve dağınık başlayan ve zorlama sahnelerle asla tam olarak ‘bağlanmayan’ olay örgüsü nedeniyle film asla ayağa kalkamıyor. Bullock bütün çabasına rağmen filmi kurtaramıyor, en fazla ‘izlenebilir’ kılıyor.

Ruth, gençken kız kardeşiyle yaşadığı evden polis zoruyla çıkarılırken yaşanan bir kargaşada bir polisi vurmuş ve sonrasında tam 20 sene hapis yatmış olan bir kadındır. Kendisinden çok daha genç kız kardeşi Katherine bir ‘koruyucu’ ailenin yanına verilmiş ve burada oldukça şefkatli ve iyi bir yuva bulmuştur. Hapishaneden çıkan Ruth uzun zaman önce ‘koptuğu’ kız kardeşine ulaşmaya çalışırken, öldürmüş olduğu polisin oğulları da bir intikam planı yapmaktadır.

RUTH KARAKTERİNİ DAHA ÖNCE GÖRMÜŞTÜK!

Hikâyenin başkarakteri ve kuşkusuz filmin ‘lokomotifi’ görevindeki Ruth, daha önceki birçok filmde benzerlerini gördüğümüz, psikolojik açıdan ‘yaralı’ ve bu yaraları duygusuz, aksi ve mesafeli bir duruşla örtmeye çalışan bir kişi… Kendisinin bu sert, biraz bezmiş ve umursamaz hali, kuşkusuz ‘peşini’ asla bırakmayan ağır suçu, pişmanlıklarını ve aslında içinde taşıdığı ‘kırılganlığı’ kapamaya çalışan bir örtü, adeta bir tür ‘zırh’! Dolayısıyla psikolojik olarak ağır hasarlı olan Ruth, daha fazla zarar görmemek için karşılaştığı herkesi ve her şeyi belli bir mesafede tutmaya, ‘ikinci’ hayatının içine katmamaya çalışıyor.

Ruth karakterinin bu kadar ‘bilindik’ sularda gezindiğini göz önüne alırsak, doğal olarak asıl ilgilendiğimiz, kendisinden ziyade, yol açtığı olaylar ve etkilediği diğer karakterler oluyor. Aslında senaryo bu açıdan hikayeyi zenginleştirebilecek ve dramatik açıdan güçlendirebilecek yan karakterler sunuyor: Ablasından çok küçük bir yaşta, trajik bir şekilde koparılan ve evlat edinildiği ailede rahat olsa da yaşadığı travmatik olayları tamamen unutamayan Katherine… Onu, hep bu kötü geçmişten ve bu geçmişi hatırlatan kişiden, yani Ruth’tan uzak tutmaya çalışan üvey annesi ve babası. Ruth’u hapishaneye gönderen dramın geçtiği evin yeni sahipleri John, Liz ve çocukları… Ve tabii son olarak babalarının katili kadının dışarı çıkmasını hazmedemeyen ve bir şekilde intikam almak isteyen iki genç kardeş…

Bu kişiler dışında Ruth’un tahliye memuru Vincent, onunla yakınlık kuran Blake veya yanında çalıştığı marangoz ustası gibi yan karakterler de var ama bunlar bahsettiğimiz diğer kişiler gibi hikâyeye ciddi yönler katmıyorlar.

BAĞLANAMAYAN DURUMLAR…

Özellikle bu film türünde bir dramsa, bir filmin geniş bir karakter paleti sunmasına, özellikle burada olduğu gibi hikayedeki yan karakterlerin her birine bir geçmiş, bir özel durum vermesine hiçbir itirazımız olamaz… Ama aynı Ruth karakteri gibi, acıyla ‘yoğrulmuş’ olan birçok ‘rahatsız’ veya sorunlu karakterin senaryoya bir tempo ve derinlik katması beklenirken, ‘The Unforgivable’da bu yan hikayeler ve kişiler o kadar birbirinden bağımsız ve ‘ayrı yerde’ duruyor ki, adeta ortak bir ana olaya bağlanan bir büyük dram değil, herkesin kendi başına yaşadığı ufak trajedileri izliyoruz. Örneğin; babalarını kaybetmiş, intikamcı Keith ve Steve kardeşlerin annelerinin ağır hasta ve yatalak olmasının veya bir tanesinin evliliğinin ‘sallanmasının’ (sonrasında olay çok daha vahim bir duruma dönüşüyor!) ana hikayeye ne kattığı tartışılır. Aynı şekilde filmin girişinde Katherine’in ağır bir trafik kazası geçirmesiyle, Ruth’un aynı zamanda hapishaneden çıkması arasında ‘metaforik’ bir bağlantı kursak da bunun hikayenin geri kalanında belirleyici bir yeri yok gibi gözüküyor…

Senaryoda önemli ve ‘birleştirici’ bir yer tutan, adeta Ruth ile Katherine arasında ‘köprü’ görevi üstlenen John karakteri ise sanki ‘sakarca’ birbirine bağlanmaya, en azından iletişime geçmeye çalışan iki kadın arasında sıkışıp kalmış ‘yufka yürekli’ bir avukat düzeyinde kalıyor. Özellikle arabasında ilk defa Ruth’a yardım eli uzattığı sekans nerdeyse karikatürel…

ASGARİ DÜZEYDE KULLANILMIŞ OYUNCULAR…

Bu kadar düz ilerleyen bir hikayede, karakterler çok fena çizilmemiş olsa da bazı oyunculardan minimum düzeyde yararlanılmış ve yeteneklerini sergilemek için yeterince yer bırakılmamış gibi bir hava da mevcut… Her ne kadar Ruth’un flörtü Blake rolünde Jon Bernthal ve onun tahliye memuru Vincent’ı canlandıran Rob Morgan, dozunda ve gerçekçi portreler çizmek için alan bulsa da, John rolünde Vincent D’Onofrio ve özellikle eşi Liz rolünde Viola Davis’e biraz tek boyutlu karakterler emanet edilmesi üzücü bir durum… Oscar’lı büyük oyuncu Davis’in kısacık bir sekansta bile neler yaratabileceğini biliyoruz! Ona sadece, sorumluluk sahibi ama kızgın, sert ve sonunda anlaşılmaz bir hızla Ruth’un ortağı haline gelen bir kadını oynatmak bizce bir haksızlık bile olabilir. Belki de filmin bu karakterlere yeteri kadar yer açamaması, esinlenmiş olduğu İngiliz dizisi hikayesinin uzun metrajlı filme uygun olmamasından kaynaklanıyordur.

Ruth rolünde Sandra Bullock ise ‘cesur’ bir performans sergiliyor. Hem vücut diliyle, hem hüzünlü yüzüyle, hem de ‘donuk’ ama altında trajedi gizleyen konuşmalarıyla bu kırgın, bıkkın ve vicdanen yaralı kadını büyük bir başarıyla oynuyor. Ancak Bullock’un bu performansla sırtladığı, Navarro’nun görüntülerinden (‘Şeytanın Bel Kemiği’, ‘Pan’ın Labirenti'…) ve Hans Zimmer gibi bir ismin müziğinden ‘beslenen’ bir filmin sadece ‘izlenebilir’ olması biraz hayal kırıcı!

Başta da dediğimiz gibi ‘The Unforgivable’ı hayal kırıcı ama affedilebilir bir hata olarak değerlendirebiliriz!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .