Adanmışlık, tutku, vefa ve Yavuz Özkan üzerine...

O şimşek gibi bakan gözler, nasıl bir anda yumuşayıp insanın içine işleyen o tatlı tebessüme dönüşüverdi, hâlâ bugün gibi aklımdadır. “Bana söz vereceksin o zaman” dedi. “Asla vazgeçmeyeceksin!”

Google Haberlere Abone ol

Burak Göral

2019 zaten üzücü bir yıldı. Sonrakinin daha da üzücü bir sene olacağından da bihaberdik. Aralık ayındaydık ve bütün dünyayı saracak olan pandemiye sadece birkaç ay vardı. Eskişehir Sinema Günleri’nde benim için çok özel bir serginin açılışındaydım.

Üzgündüm çünkü birkaç ay önce, 21 Mayıs gününde kaybettiğimiz yönetmen Yavuz Özkan’a adanmış olan bu sergi beni yıllar öncesine götürmüştü. Her zaman umut kaynağım, en büyük destekçim, mentorum; duruşunu, haysiyetini, insana olan inancını, çalışkanlığını ve mücadeleci yönünü hep örnek almaya çalıştığım Yavuz hocamın çalışma notları, fotoğrafları, yazıları, gazete kupürleri, ödülleri, filmleri, röportajları ve özenle bir araya getirilmiş türlü belge ve arşiv malzemeleri bir aradaydı. Özkan’ın benim de öğrencilerinden biri olduğum yüzde yüz burslu sinema eğitimi verdiği Z1 Film Atölyesi kapsamında yaptıklarımızın bir dökümünü görmek çok dokunaklıydı. Yavuz Özkan çok idealist bir insandı, Z1 Film Atölyesi de bunun en ateşli örneğidir.

1996’da Marmara İktisat fakültesinden yeni mezun olmuştum. Bir gazetede gördüğüm sinema eğitimi ilanına başvurdum. Yavuz Özkan kazandığı tüm birikimiyle yeni sinemacılar yetiştireceği bir film atölyesi açmıştı. Zaman zaman yabancı uzmanların da katılacağı dev bir öğretim kadrosu kurmuştu. İki aşamalı bir sınavdan geçip Yavuz Özkan’ın karşısına çıktım; şimşek gibi bakan o masmavi gözlerine uzun süre bakmaya çekinirdiniz. Cesaretimi toplayarak “Anlatmak istediğim çok hikayem var” dedim. “Kafamın içinde dönüp duruyorlar ve beni çok rahatsız ediyorlar. İktisat okudum ama okulumda en çok sinemayla ilgilendim. Okul dergisinde yazdım, şimdi bir gazetede film eleştirileri yazıyorum. Ama hayatım boyunca başkalarının hikayeleri hakkında yazmak istemiyorum. Kendi hikayelerimle, dertlerimle defterler doldurdum. Sizin gibi hikaye anlatıcısı olmak istiyorum” dedim. O şimşek gibi bakan gözler, nasıl bir anda yumuşayıp insanın içine işleyen o tatlı tebessüme dönüşüverdi, hâlâ bugün gibi aklımdadır. “Bana söz vereceksin o zaman” dedi. “Asla vazgeçmeyeceksin!”

Bir yıl Z1 Film Atölyesi’nde eğitim aldım. Sonraki sene hem eğitmenlerinden hem de yöneticilerinden biri olmuştum ve bir süre onun asistanlığını yaptım. Sürekli konuşurduk, kitaplar, filmler, hikayeler, hayat... Yavuz Özkan’ın hayatının her dönemi mücadele içinde geçmişti. Bu yüzden onunla sohbet etmekten her zaman büyük keyif almış ve her anlattığından bir şeyler kapmayı kendime adeta görev edinmiştim.

Yavuz Özkan, insanı sürekli düşünmeye, üretmeye sevk eden; hayatımda tanıdığım en ilham verici kişiydi. Hayata bir şeyler katmak, bir etki bırakmak en büyük motto’suydu. Başka türlü bir yaşamı asla kabul etmezdi. Etki altında yaşayan değil, ‘etki eden’ insanı savunur ve diğerlerini de bu yönde uyandırmaya çalışırdı.

BİRİCİK BİR FİLM: MADEN

Özkan’ın ilk sinema filmi olan 1978 yapımı “Maden” de tam bunu anlatır aslında. Hayatın içinde kısıtlanmış bir alanda yaşamaya zorlanan maden işçilerini birlik olmaya, haklarını korumaya çağıran işçi İlyas’ın mücadelesine odaklanır. “Maden” ve sonrasında çektiği “Demiryol”, üzerlerinden 40 yıl geçmiş olmasına rağmen, işçi hakları ve ‘iş cinayetleri’ne dair söyledikleriyle hâlâ son derece geçerli olan, Türk sinemasının kendi türlerinde yüzakı filmleridirler.

Tiyatro ve sinemada oyunculuk, yönetmenlik, yazarlık yapan Yavuz Özkan filmlerinde, oyunlarında, yazılarında her zaman bireyin kendi hayatıyla olan ilişkisinden yola çıkar. Her birey bir değerdir ve insanın yapabileceklerinin farkında olmasını, bu bilinçle yaşamasını salık verir. En kötü iklim ve ortamlarda bile mücadele edenle etmeyeni birbirinden ayırır Özkan. “Bir Sonbahar Hikayesi”, “Ateş Üstünde Yürümek”, “Yağmur Kaçakları”, “İki Kadın”, “Bir Erkeğin Anatomisi” gibi zor politik iklimlerde yaşayan insanların çelişkilerine dalarak bugünün sinemacılarının bile cesaret etmekte zorlanabileceği hikayeler anlatmıştı.

Yavuz Özkan 1980’lerin sonundan itibaren filmlerinde en çok, insanların niçin birbirleriyle bir türlü geçinemediğini, neden iletişim kurmakta zorlandığını araştırmaya başlamıştı. “Umut Yarına Kaldı”, “Büyük Yalnızlık”, “Yengeç Sepeti”, “Bir Kadının Anatomisi” gibi filmlerinde kadın-erkek ilişkileri üzerinden kalabalıklar içindeki yalnızlığımızdan, geçimsizliğimiz ve iletişimsizliğimizden bahseder. Özellikle de “Yengeç Sepeti”, Türk aile yapısı dediğimiz kurumun içinde kopan fırtınaları didik didik etme cesareti gösteren, benzer temalı filmler arasında parlak ve önemli bir yere sahip bir film olmuştu.

Hâlâ çok heyecanlıydı ve yapmak istediği en az üç film daha vardı. Hepsinde de “Maden”deki İlyas gibi insanları sarsmayı amaçlayıp, hayatlarını ve haklarını savunmaları gerektiğini anlatacaktı.

2022’de hem Maden’in hem de Yavuz Özkan’ın adının geçtiği iki kitap çıktı. Onca üzülecek şey arasında bir üzüntü nedenim de bu kitaplar olmuştu doğrusu. İlki Mustafa Balbay’ın “Yüreği Yüzünden Güzel: Tarık Akan” adlı kitabıydı (Halk Kitabevi). Filmlerle bir sinema yazarı gibi ilişki kurmayan yazarların sinema kitabı yazması hep risklidir. Terminolojiye çok hakim değillerdir, set düzenini ve ‘racon’larını pek bilmezler, maddi hata yaptıklarında kolay farkına varamazlar, bazen dedikodularla gerçekler birbirine karışır. Çünkü bizim sektörde dedikodu çoktur. Başarılardaki paylar bazen abartılır, başarısızlığı da kimse üstüne almak istemez.

Sinema yazarlığı izlediğiniz film hakkında fikirlerinizi yazmak değildir sadece. Bazen filmin sorunlarını deşip Sezar'ın hakkını Sezar'a veren vicdanı da temsil edersiniz. Özellikle Türk sineması gibi sürekli kaynayan bir kazan hakkında yazılar yazarken tek bir kaynak hiçbir zaman yeterli olmaz. Nitekim; Tarık Akan’ın uzun bir söyleşisinin de bulunduğu “Bir Yüzün İki Hali” adlı derleme kitapta Akan, “Maden”in senaryosunu ne kadar sevdiğini, filmi ne kadar sahiplendiğini ve Yavuz Özkan’ın yanında nasıl yer aldığını, hatta Özkan’ın kafasındaki başka bir Yeşilçam yıldızı Cüneyt Arkın’ı da filme birlikte nasıl ikna ettiklerini anlatmıştır. Arif Keskiner de Tarık Akan üzerine yazılmış başka bir derleme kitap olan “Ülkemin Güzel Yüzü”nde (Can Yayınları) filmin yapılması için Özkan ve Akan’la birlikte nasıl mücadele ettiklerini detaylarıyla anlatır. Balbay zamanın film yapım sistemine biraz yabancı olduğu için belki de, kitabın “Maden”le ilgili bölümünde okuyucusunun filmin asıl hak sahibinin Yavuz Özkan olmadığı gibi bir sonuç çıkartabileceğini düşünememiş olmalı. Bugün “Maden” filmi, senaryosuna da imzasını atmış olan Yavuz Özkan’ın kurucusu olduğu Z1 Film Atölyesi adlı yapım şirketine aittir.

BU OLMADI DÜNYAYI KURTARAN ADAM!

“Maden” filminin diğer yıldız oyuncusu Cüneyt Arkın da “Benim Kahramanım Türk Halkıdır” adlı anı kitabında (Kırmızı Kedi Yayınları) maalesef biraz ayıp etmiştir. “Sonradan anladım ki Yavuz Özkan insan kandırma ustasıydı. Solcu ve devrimciydi. Bu malzemeleri çok iyi kullanıyordu. Beni kandıramadı ama ikna etti. Bu nasıl oldu hâlâ şaşkınım...” diye başlayıp “Dikkat ettim kameranın yeri yanlıştı” gibi daha birçok yaralayıcı cümleyi ardı ardına sıralamış. Halbuki “Maden”, Arkın’ın filmografisinin en değerli filmleri arasında zirveye oynayan bir filmdir.

Birincisi artık bu ithamlara cevap veremeyecek, vefat etmiş bir yönetmene bu yapılmamalıdır. Keşke Arkın’a sevdikleri veya kitabın editörü bu konuda biraz daha sakin olmasını tavsiye etseymiş. İkincisi her film seti biraz da askerlik gibidir; bir süre setteki herkes bir kader birliği yapmıştır ve bittikten sonra da genellikle hep iyi anılar konuşulur. Tabi ki stresli bir iştir bazen sinirler gerilir setlerde ama bunlar zamanla unutulur, haysiyet kırıcı şeyler olmadıktan sonra kin de tutulmaz. Ortaya bir sinema filmi çıkmıştır; yaşatılması ve konuşulması gereken şey artık odur.

Yani böyle yıllar sonra son derece egolu bir şekilde ‘ben olmasaydım o film olmazdı’ gibi konuşmak emektar bir oyuncu için çok da güzel bir replik değil. Başarısını küçültmeyi amaçladığınız kişi filmin yapımcısı, senaristi ve yönetmenidir sonuçta!

Yavuz Özkan sürekli hikaye düşünürdü ve onları anlatmak için en zor yolu, yani 50’den fazla kişiyi bir araya getirip sinema yapmayı seçen sanatçılardan biriydi. Onun için ‘insanın hikayesi’ yeryüzündeki her şeyden daha değerliydi. Etrafı da hikayesi olan insanlarla dolu olsun isterdi. Sanatçı ‘dertli’, karnı hep ağrıyan biri olmalıydı. İnsanın hayata karşı bir sorumluluğu vardı. Hiçbir şeye değmeden, başka hayatları iyi yönde değiştirmeden yaşanmış bir hayat, hayat değildi...

Benim tanıdığım Yavuz Özkan asla kimseyi kandırmazdı. Ama duruşuyla, ilkeleriyle, tarzı ve hitabıyla sizi şöyle bir sarsıp kendinize getirirdi. Belli ki Arkın o zamanlar bunu ‘kandırılma’ sanmış ve nasıl olup da ikna olduğunu, kendisinin de itiraf ettiği gibi hâlâ anlayamamış.

Bugün artık 50’li yaşlarına iyice yaklaşan bir eleştirmen ve senarist olarak Yavuz Özkan’ın hayatıma kattığı değer, umut, inat ve ilham için hep müteşekkir kalacağım ben. Onu biraz olsun tanıyanların hayatına ‘duruş’uyla, dürüstlüğüyle ve insana olan inancıyla ilham kaynağı olmuş bu değerli sanatçı belki 3 yıldır artık aramızda yok ama bakın hâlâ ‘Maden’lerde fabrikalarda iş kazaları (!) ve tedbirsizlikler sürüyor, hâlâ erkeklerin sömürüsü altında kendi hikayelerini arayan bir sürü ‘İki Kadın’lar var, ilişkilerimiz hâlâ iki kişilik ‘Büyük Yalnızlık’lar gibi, Türk aile yapısı ve toplumu içinde sürekli kavga olan büyük bir ‘Yengeç Sepeti’ni andırmaya devam ediyor... Hâlâ bu ülkede doğru düzgün yaşamaya çalışmak ‘Ateş Üstünde Yürümek’ten farksız...

Kusura bakmayın sayın Arkın ama, kameranın yeri gayet de doğruymuş anlaşılan!