Açık pencerede: Yenikapı
Sivas Zara'da doğup İstanbul'a yerleşen Nıvart, eski İstanbul'u, İstanbul'un gayrimüslümlerini, mahalle kültürünü, dayanışmasını, 6-7 Eylül olaylarıyla bir anda değişen hayatları anlattı.
Nıvart Akçay, doksan yaşında. Tam ortasında değil, odağında ömrünün. Dağ yollarını, göl diplerini, ağaç köklerini ya da matineleri, suareleri bir yer altı serüveninden konu açar gibi anlatıyor. Ölülerini başlangıç alıyor, yağmalanmış meydanı tanıyor. Katip Çeşmesi Sokak’ın çocuklu, torunlu, torun çocuklu küçük evinde, ailenin yaşayan ilk tarihi olarak anlatıyor.
SİVAS: MIŞEKNOTS’TAN BOSTANCIK KÖYÜ’NE
1935 yılının Sivas Zara’sına bir “goncagül” olarak doğmuş. Resmi damgalı bir kağıda, “Nıvart” yazılmış. Suşehri (Sivas) bindokuzyüzotuzlarda iniveren yağmurlarıyla, kararmış buğday taşlarıyla, vurulmuş ölü kuşlarıyla dünyayı uzaktan seyredermiş. Nıvart Hanım, adı bile unutulan kentin, ışığı açık kalmış penceresini hatırlıyor: “Ben de, kocam Ohannes de Sivaslı. Buna rağmen soyadımız Sivas’tan değil, Erzurumlu, Türk-Müslüman bir beyin acı tatlı hatırasından. Kocamın babası Hagop Hagopyan, gençlik yıllarında, bir çiftlik sahibinin yanında kahyalık yaparmış. Çok yakışıklı olmasının yanı sıra, kısa sürede efendiliği ve çalışkanlığı ile büyük takdir toplamış. Çiftliğin sahibi, genç kahyasını kızı Margrit ile evlendirerek ödüllendirmek istiyor. Mışeknots Köyü’nde (Sivas/Suşehri…Günümüz Bostancık Köyü), şenlikli bir düğün yapılıyor. Bu evlilikten kocam Ohannes doğuyor. Doğduğunda çiftlik sahibi dedesi tarafından büyük bir ziyafet veriliyor. Öksüz, yetim çocuklar sevindiriliyor. Ne yazık ki, bu çiçeği burnunda ailenin mutluluğu uzun sürmüyor. 1915 yılından sonra, huzuru kaçan Sivas’ta olaylar bir türlü durulmuyor. Kayınpederimin can güvenliğinden endişe edildiği için, Romanya’ya kaçırıyorlar. Ardından da karısını ve oğlunu göndermeye söz veriyorlar. Bu hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Margrit ve Hagop, yaşamlarının sonuna kadar bir daha birbirlerini görmüyorlar. Her şey, hızla değişiyor. İnsanlar, evler… Köyün adı bile! Bir süre sonra köy boşaltılıyor. Tek çocuğuyla sahipsiz kalan kayınvalidem Margrit’i, Erzurumlu bir bey ile evlendiriyorlar. ‘Akçay’ o beyin soyadı! Kayınvalidem yeniden evlenince, doğal olarak kalan bütün malı mülkü de yeni kocasının üstüne geçiyor”. Akçay Ailesi, soyadlarına sahip çıkamamışlar ama adlarını korumayı başarmışlar. Ohannes Bey, eşinin de isteğiyle, babasının adını oğluna (Hagop), annesinin adını (Margrit) kızına veriyor. Hayat, ölümü -bir süreliğine- yeniyor. Doğuda, yasal bir ay parlıyor. Çatlamış toprak din değiştiriyor. “Yetim Ohannes”, İstanbul yolunu tutuyor.

50’Lİ YILLAR : FERİDİYE’DEN…
Nıvart da aynı yıllarda, ailesiyle birlikte Zara’dan İstanbul’a göç ediyor. Ailenin ilk durağı, Beyoğlu, Feridiye Mahallesi oluyor. Nıvart, kardeşleri Müşgünaz, Osgiyan, Arşak, Gülvart ve Lusi ile birlikte, yeni hayatına tutunmaya çalışıyor. Beyoğlu’nda yeni bir sabah oluyor. “Ben de kız kardeşlerim de terziliği biliriz. Yeni hayatımıza da terziliğimiz sayesinde tutunduk. Ben, Beyoğlu’nun erkek terzisi Arşavir’in yanında; kardeşim Gülvart, Beyoğlu’nun meşhur terzisi Madam Pola’nın yanında; Müşgünaz da Aksaray’da bir örücü terzinin yanında çalışıyordu. İçimizde en havalı iş, Gülvart’ındı. Patronu Madam Pola, dönemin en meşhur terzilerindendi. Evi, İstiklal Caddesi’nde, Saint Antuan Kilisesi’nin hizasındaydı. Madam’ın evi, hayatımda gördüğüm en güzel evdi. Parfüm kokusuyla, incecik porselenleriyle, gümüşlerle, kristallerle süslüydü. Rüyalardan çıkıp gelmiş sanırdınız. Günlük harçlığımızı terziliğimizle kazanırdık. İstanbul’da yaşama tutunmak zor ama keyifliydi. Ailemizin de bütün elbise ihtiyacı, biz üç kız kardeşe emanetti. Hiç zorlanmadan dikerdik. Pamuklu kumaş alınacaksa Sultanhamam’a, ipek kumaş alınacaksa Beyoğlu Hacı Resul’a… Ara sıra yurt dışından gelen akrabalarımız olurdu. Onlardan da Burda Dergisi isterdik. Elbise modellerini o dergiden çıkarırdık”. Bindokuzyüzellilerde Beyoğlu’nda bir kadın, akşamüstü penceresinin ardında dikiş dikiyor. Feridiye’de son yazın, ilk günleri başlıyor.
YENİ HAYAT: YENİKAPI’YA…
Nıvart Hanım, 1952 yılında bir tanıdık vesilesi ile tanıştıkları Ohannes Bey ile evleniyor. Yenikapı Katip Çeşmesi Sokak, 13 Numara’ya gelin geliyor. Yenikapı’da kendileri gibi Sivaslı Ermenilerin arasında, yeni bir hayat kuruyor. “Akrabaları Ohannes’i evlendirmeyi kafaya koymuşlar. Sivaslı bir aile var, ailenin üç kızı var. Onları bir gör istersen, diye bizim eve yolluyorlar. O da ablamı istemek üzere, büyüklerini de alıp bize geliyor. Biz evin üç kızı, anahtar deliğinden misafirin kabul edildiği salona bakıyoruz. Üçümüzün de amacı damat adayını görebilmek. Sıra bendeydi. Bakarken bakarken… Dalmışım! Damat çok yakışıklıydı, n’apayım yani? Birden kapı açıldı. Kardeşlerim kaçıştılar. Bir ben, bir Ohannes kaldık. Birbirimize bakıyoruz. Ohannes o an karar vermiş. Babamdan ablam yerine, beni istedi. On yedi yaşında, Yenikapı’da Surp Tateos Partoğomeos Kilisesi’nde evlendik. Gelinliğimi kocamın akrabaları dikti. Kiliseye ait dört odalı evin, bir odasını biz yeni evliler için kiralamışlardı. Düğünden sonraki günü kocamla baş başa geçirdik, ertesi gün işe gitti. Sivas’ın ağa torunu, İstanbul’da sıva ustasıydı. Artık bir ailesi olmuştu. O aileyi günlüğü bir liralık yevmiye ile geçindirmek zorundaydı”.

Yenikapı, ellilerde Sivas Ermenilerinin yoğun yaşadığı bir semttir. İstanbullu Ermeniler, Kumsal Sokağı’nda “yalı evleri” denilen evlerde yaşarlar. Yenikapı o zamanlar, sinemalar, çay bahçeleri, gazinolar ve meyhaneler semtidir. Genç Nıvart’ın gelin geldiği 13 numaralı ev de bir zamanların Hayganuşyan Ermeni Mektebi’dir. Hayganuşyan Mektebi’nin 1880’deki öğrenci sayısı, seksen yedidir. Okulun öğrenci sayısına yönelik son veri, 1 Ocak 1907 tarihli İstanbul Ermeni Patrikliği Tedrisat Komisyonu envanteridir. “Okuldan bozma evimi o kadar çok severdim ki, akşama kadar üç parça eşyamızın yerini değiştirir, tek tek tozunu alır, süslemek için kanaviçe işlerdim. Dünyanın en güzel bahçesi, evimizin bahçesiydi. Okka gülleri, yaseminler, leylaklar, kavun , karpuz, ayşe kadın fasülye, kabak, patlıcan, biber, mısır, ceviz, şeftali… Ne ararsanız, bahçemizde vardı. Yan evin bahçesiyle, bizim evin bahçesi bitişikti. Arada duvar yoktu. Akşamüstleri kuyudan su çekilir, taşlık yıkanır… Yediveren gülleri arasında, İstanbul Radyosu’ndan yayınlar dinlenirdi, Perihan Altındağ’lar, Sabite Tur’lar, Kadri Şençalar’lar, Münir Nurettin’ler… Bitişik komşumuz Güzide Erkan hanımefendi ile birlikte, bahçede yaptığımız çay saatlerini hiç unutmam. O bahçe gün boyu iki evin çocukları Emel, Emine, Margrit, Hagop sesleri ile çınlardı. 1 Mayıs’larda çay değil, süt içmek adeti vardı. Bahçemizdeki minik pikniğe o gün daha çok özenir, akşamüstüne doğru Ataköy Plajı’na çocukları deniz havası aldırmaya götürürdük. Aynı hizadaki komşumuz Sofi hanımların bahçesi, adeta okka güllerinden oluşmuş bir bahçeydi. Gül reçelinin güllerini, oradan toplardık. Bahçemiz ne kadar büyükse, evimiz o kadar küçüktü. Eve giriyorsun, bir taşlık çıkıyor karşına. Taşlıktan sonra, arka taraf yemekhaneymiş ki biz mutfak olarak kullanıyorduk. Beş basamak çıkıyorsunuz, bir küçük odaya ulaşıyorsunuz. O oda da öğretmenler odasıymış. Bunların dışında da karşılıklı iki oda vardı. Bizim kiracısı olduğumuz odadan, yan odaya bir kapı vardı. Okul olduğu yıllarda, bu kapıdan geçerek diğer odalara ulaşırmışsınız. Kızım Margrit’in, Bezciyan Okulu’ndan beşinci sınıf öğretmeni Oryort (Öğretmen) Nıvart, zamanında bu okulu bitirmiş. Daha sonraki yıllarda da burada ikamet etmiş. Bir de en yakın arkadaşım Pırap Karal ki Yenikapı’da ‘Patatesçilerin gelini’ olarak biliniyor, bu okulda okumuş. Okulun detaylarını onlardan dinlemiştim. Tahtakurusu ve sivrisineği de çoktu bu evin. Yine de…Cumbamız, bahçemiz vardı. Mutluyduk!”

YENİKAPI’NIN 6-7 EYLÜL’Ü
6 Eylül 1955 tarihinde, Nıvart anneliğinin ilk yılındadır. Kızı Margrit, dokuz aylıktır. Tam bir Yenikapılı olmuştur. Mahallede elinin değmediği kapı tokmağı, sesinin yankılanmadığı ev içi kalmamıştır. Nıvart gençlik yıllarını, Yenikapı ise son Eylül’ünü yaşıyordur. “Normalde sakin olan bebeğimin huysuzlandığı bir gündü. Ne yapsam ağlamasını durduramıyordum. Dışarı çıkarmaya karar verdim. Bir akrabamı da yanıma alarak, yazlık sinemaya gittim. Bebeği de battaniyeye koyduk, sallıyoruz…Tam, oh sakinleşti bebek, derken…Bir anda filmi kapattılar. Bizi de apar topar sinemadan dışarı çıkardılar. Sokağa çıktığımızda olağanüstü bir durum olduğunu hemen anladık. Karşımızda ‘muhacirler’ dediğimiz bir aile vardı. Onların kızı Emine’ye, neler olduğunu sordum. Emine, gavurlar Selanik’te Ata’mızın evini bombalamış, dedi. Daha ben bu cümleyi anlamaya çalışırken, başlarına bağladıkları kumaş parçalarıyla bir güruh, mahalleyi bastı. Üç ev ötemiz de tıpkı bizim ev gibi, Ermeni Kilisesi’ne bağlı bir evdi. Altlı üstlü iki Rum aile otururdu. Biz, üst kattaki Madam Ismaro ile epey yakındık. Madam’ın evinin karşısında Adanalılar otururdu. Onlar, güruha işaret ettiler; ‘Rum evidir, gavur evidir. Saldırın!’…En büyük tahribat o evde oldu. Hepimiz çok korkmuştuk. Dışarı çıkamıyoruz ki yardıma gidelim. Sokağa bir subay çıktı. ‘Ermeniler, sizlik bir şey yok. Siz korkmayın. Evlerinize bayrak asın’ diye bağırıyordu. Söyleneni yaptık. İhbarcı Adanalıların ise bayrağı yoktu. Kırmızı şalvarlarını, sokak fenerine astılar. O şalvar, o fenerde günlerce kaldı. Kocam, bebeği ve beni aldı. Üst kata çıktık. Cumbadan sokağı görmeye çalışıyoruz. Samatya, Yedikule, Aksaray…Her taraf yanıyor. Rum evleri yağmalanıyor. Evlendiğimde takılan on iki bileziğim vardı. Onları odamızda, komodinin üstünde bıraktığımı hatırladım. Hiç umurumda mıydı! Sadece bebeğimi düşünüyordum. Margrit, gözünü tavana dikmiş, bir an uyumuyordu. Sokağa bakarken, nefes nefese koşan bir komşumuzu gördük. Teşvikiye’de kasap dükkanı olan Kamil Bey, dükkanını bile kapatamadan, evine, karısı Talat hanıma koşmuş. Adamcağız evin kapısına geldiğinde nerdeyse kalbi duracaktı. O kadar kötüydü ki! Düşünsenize, Teşvikiye’den Yenikapı’ya kadar koşmuş. Mahalledeki kiliseye ait evlerde, Türkler de yaşardı. O evlerden birinin kiracısı olan komşumuz, hadiselerin sabahı Bursa’ya banyolara gitmişti. Adanalılar, onların evini de ‘gavur evi’ diye gösterdi. Evde küçük çocukları vardı. O kadar korkmuşlar ki kendilerini ifade edemiyorlar. Neyse ki o eve bir şey olmadı. Ertesi gün, çocukların dedesi, Yenikapı’nın da tanıdık simalarından olan Bitlisli Muttalip Dede geldi. Torunlarından evin işaret edildiğini öğrenmiş. 7 Eylül akşamı, sokağa çıkıp bağırdı: ‘Kim bu evi ihbar ettiyse, ortaya çıksın’… Adanalılar, ertesi gün Yenikapı’yı terk ettiler. Bir daha onları hiç görmedik. Birkaç gün sonra, kocam sokağa çıktı. Akşamüstü işten dönerken, kış için odun getirmişti. Bir tele sarmış, taşlığa koymuş. O odunlar, on gün boyunca taşlıkta kaldı. Korkudan dışarı çıkamıyorum ki odunları eve taşıyayım.6-7 Eylül’den sonra Rumlar, yavaş yavaş Yenikapı’yı terk ediyordu. Her gün biri gitti. Bir gün hiçbiri kalmadı”.
Yenikapı’yı son terk eden Rumlar arasında Bakkal Yani ve Doktor Yorgo vardır. Bakkal Yani’nin dükkanı, şimdilerde camii inşaatı olan arazide, Doktor Yani’nin evi Yenikapı’da, muayenehanesi ise Küçük Langa Sokak’tadır. Zamanla Yenikapı’da, kapı önlerinde, sokak başlarında, meydanlarda Rumlar’a rastlanmaz. “Bir daha dönmeyecekler miymiş, ölmüşler mi? (…)” soruları eşikte unutulur. 6-7 Eylül’ün görgü tanıkları, bir sokak çeşmesi, bir çan kulesi, bir tahta cumba, bir de doksan yaşındaki Nıvart’tır.
ÖTESİ
Nıvart, o günden sonra Madam Ismaro’nun da çiçeklerini büyütür. Trenler ters yöne gider… Geriye yanlış adreslerde aranan isimler kalır. Artık akşamdır. “Dirliğimiz düzenimiz o gün bozuldu. Oysa Yenikapı baştan başa gazino ve çay bahçesiydi. Şenlikli bir semtti. Eskiden çok kalabalıktık. Kumsal Sokak, baştan başa Ermenilikti. Deniz evlere o kadar yakındı ki mutfak kapısını bile açamazdın. Kumsal Sokak, yazmacıların çok kullandığı bir sokaktı. Biz Yenikapılar pazar manav bilmezdik. Yiyeceğimizi, içeceğimizi kapımıza kadar gelen seyyar satıcılardan alırdık. Ekmekçi Dikran Dayday (dayı), atının iki yanından sarkıttığı sepette ekmek satardı. Yoğurtçu Haçik Dayı taze yaptığı yoğurtları omzunda tepsilerde satardı. Sebzecimiz Arnavut, zeytinyağcımız Yahudi’ydi. Sütümüzü Aksaray’da muhallebicilik de yapan Bulgar kız kardeşlerden alırdık. Çocuklarımın arkadaşı Artur ve Arman’ın dedesi patatesçi; Lusin’in dedesi kalaycıydı. Yenikapı’da isimleriyle değil, ‘kalaycıların torunu’, ‘patatescilerin torunu’ diye bilinirlerdi. Tıpkı kilisemizin de yönetim kurulunda olup, birbirleriyle karıştırılan Sarkis’ler gibi! Onlara da Kel Sarkis, Kör Sarkis, Kır Sarkis derdik. Kocam haftalığını cumartesi günleri alırdı. Cumartesileri eve gelmeden önce muhakkak Aksaray’daki Mezeci Sarkis’e uğrar, bal, peynir, zeytin, pastırma, envai çeşit meze alırdı. O gün bizim evin akşam yemeği, kahvaltıydı. Dört kişilik ev, bir sıva ustasının yevmiyesiyle dönüyordu ama paranın da bir değeri vardı! Bolluk, bereket yıllarıydı. Hiçbir şey bulamazsanız, balık yerdiniz. Oğlum bile en küçük yaşında, denizden bir peynir tenekesi istavrit ile dönerdi. İstavritin yüzüne bakmazdık! Sokağımızda Yenikapı’nın en namlı balıkçısı Mustafa ve oğlu Sabri otururdu ve karısı da benim ahbabımdı. O kadıncağız kocasının getirdiği ne kadar torik varsa, kapı kapı dolaşır dağıtırdı. Türkler pek balık yemezlerdi. Balığın alnında istavroz olduğuna inanırlardı. Evin bahçesinde sarnıç vardı. Çamaşırları sarnıç suyuyla yıkardık. Sadece biz değil, hemen hemen bütün Yenikapılılar böyle yapardı. Yoksulluk vardı ama bir yaşam kültürü de vardı. Bizim sokağa pazar günleri ayakkabı boyacısı gelir, bir anda boya sandığının önü ayakkabılarla dolardı. Herkes eski de olsa ayakkabısını parlatır, yamalı da olsa elbisesini ütülerdi. Dayanışma vardı. Zeytinyağlı dolma yapmasını üst kat komşumun kayınvalidesi Mayram hanımdan öğrendim. O hanımefendi Tokatlıyan’ın aşçı yardımcısıydı. Onun sayesinde dolmam meşhur olmuştu. Agavni (Çerkezyan)’ın da pilavı meşhurdu. Çocuklarım Kumkapı’da Bezciyan Okulu’nda okurdu. Agavni, okulun yemekhanesinde maddi durumu iyi olmayan çocuklara yemek pişirirdi. Sadece okulda değil, kiliselerimizin sevgi sofralarında da seve seve yer alırdı. Çocuklarımız biraz da ona emanetti. Bezciyan’da çocuklarımın yakın arkadaşları arasında Hrant Dink de vardı. Hrant’ın dersleri çok parlak değildi fakat hem arkadaşları hem de öğretmenleri tarafından çok sevilirdi. Çocuklardan sonra ev ve okul arasında bir yaşantımız oldu. Zamanla evimizin diğer odalarında yaşayan kiracılar, taşındılar. Bütün evi biz kiraladık. Oğlum Hagop, on dört yaşına o yıl girmişti”.

1970’li yıllardır. Bahçe sefalarının yerini, sinemalar alır. Akçınar Sineması (Hisardibi), Nil Sineması (Kumkapı), Ulus ve Gar Sineması (Aksaray), Yıldız Sineması (Yenikapı’dan Aksaray’a çıkarken) Yenikapılıların hayatına girer. Kış günleri, diz boyu karda, çoluk çocuk hep beraber Vefa’ya boza içmeye gidilir. Evlerin kapıları hâlâ açıktır. Günler akıp gider.

HÜZZAM MAKAMI
Sinemayla birlikte, gazino yılları da başlamıştır. Çarşamba günleri kadınlar matinesi günüdür. Güzide hanım önden gidip yer tutar, Nıvart hanım patatesli omlet, kuru köftesiyle birlikte gelir. Nıvart hanım bu vakitlerde hep gençtir. Hercai menekşe bir şala sarınır. “Gazinonun üç Sevim’i vardı: Sevim Deran, Sevim Tanürek, Sevim Tuna…Benim gönlümde Sevim Deran vardı. Gönül Akkor, Gar Gazinosu’nun, Neşe Karaböcek Çakıl Gazinosu’nun yıldızıydı. Gönül hanım, kimselere yüz vermez, vâkur bir tavırla, yukarı yukarı bakarak şarkı söylerdi. O gerçek bir yıldızdı. Nezahat Bayram, Adnan Pekak, Vasfi Uçaroğlu Orkestrası, Genç Osman, Kamuran Akkor ve Berkant gazinoların aranan isimleriydi. Sonraları Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Bülent Ersoy, Selami Şahin gibi isimler de çıktı ama meşhur değillerdi. Gazinoların gelmiş geçmiş tek yıldızı vardı, o da Zeki Müren’di. O sahneye çıkmadan bütün hesaplar alınır, çıt çıkmadan beklenir… Zeki Bey sahnede on şarkı söyler, her şarkıdan sonra alkışlanır. Öyle saygılı davranırdık ki! Baki Çallıoğlu’nu da çok severdim. Bir de Mavi Işıklar vardı ama o gazinoda değil Şehzadebaşı Kulüp Sineması’nda, 11 matinesinden önce çıkardı. Gazinolar son şarkılara doğru sesi dışarı verirlerdi. Cumbada oturur, Adnan Şenses’i dinlerdim. Adnan Bey, sokağımızın insanıydı. Köşe başında otururdu”.
Yenikapı… Biraz akordeon, biraz mızıka, biraz tambur… Uzun zamandır sessizliğe inanmıyor. Sevmek için geç, ayaklanmak için erken olduğunu düşünüyor.
Berken Döner Kimdir?
1990 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nde “İletişim Bilimleri” alanında doktora yaptı. Gündelik hayat, kent sosyolojisi, azınlıklar çalışma alanlarıdır.
Yağmur haritalarında: Aksaray-Langa 13 Ocak 2025
Krepen Pasajı nerededir? 22 Kasım 2024
İzel Rozental: Angèle Guéron bütün toplumun içinde aykırı bir kişilik 19 Kasım 2024
Güneş seferinde: Ayşegül Dora'ya yakından bakmak 03 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI