Abdullah Ataşçı: 'Heder Ağacı', gücünü iyilik ve kötülük gibi zıtlıklardan alıyor

Abdullah Ataşçı ile Everest Yayınları tarafından yayımlanan 'Heder Ağacı'nı konuştuk Ataşçı, "Kötülük bazen iyi bir şeymiş gibi sunulur bize. Kitabın dert edindiği meselelerden biri de budur" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Abdullah Aren Çelik

DUVAR - Abdullah Ataşçı’nın yazarlık serüveninin son halkası olan 'Heder Ağacı' uzun süre adından söz ettirecek bir roman. Kitap bir dönem romanı olduğu kadar, yarattığı karakterler ve bu karakterlerin yaslandığı toplumsal hadiselerle dönemini aşan bir etkiye sahip. 19. yüzyılın sonlarında Doğu’da büyük aşiretlerin silahlandırılmasıyla Hamidiye Alayları kurulur. Bu alayların kuruluş amacı, Ruslara destek verdiği düşünülen, “Ermeni çetelerinin” bertaraf edilmesidir.  Aynı zamanda bu birlikler Abdülhamit’in hayalini kurduğu İslam birliğinin kurulmasına da silahlı güç sağlamaktadır. Hamidiye Alayları içerisinde yer alan pek çok aşiret sadece Ermeni çetelerine karşı mücadele etmekle kalmaz, kendilerinden görmedikleri diğer kesimlere de savaş açar. Elbette buna karşı ezilenlerin direnişi gecikmez. Romanın dayandığı tarihsel gerçeklik bu olmakla birlikte, toplumsal kırılmalar kadar bireylerin içindeki büyük çatışmalara da tanıklık ederiz. İyiliğin ve kötülüğün, kibrin tekerinde nasıl sırayla yer değiştirdiğini de görürüz bu çatışmalar devam ederken. Romanın satır aralarında bu teker durmadan döner. Heder Ağacı, ezen ve ezilen paradoksu kadar iyilik ve kötülük gibi zıtlıklardan gücünü aldığını söyleyebiliriz. Ataşçı’yla 'Heder Ağacı’nı, edebiyatı ve edebiyatını konuştuk..

'Heder Ağacı' sınıfsal bir durumun nüvelerini taşırken (buna sonra geleceğim) diğer taraftan bugünlerde yaşadığımız pek çok sorunun köklerine dair de fikir veriyor. Hamidiye Alayları'nın kurulduğu, bir coğrafyanın aşiret liderlerinin eliyle ucube bir şeye dönüştüğü ve bugün hâlâ etkisinin yaşandığı bir dönemi yaşıyoruz. Sınıfsal meseleye dair soru soracağım ama öncelikle şunu merak ediyorum: Devlet denen aygıtın, bugün hâlâ pek çok sorunun çözümünde aşiretleri tercih etmesini neye bağlıyorsun?

Tarihte gücünü temsil ettiği toplumdan alan uzun ömürlü devletlerin sonrasında topluma yabancılaştığını görürüz. Bu yabancılaşma, topluma karşı şiddetini gittikçe arttıran baskılarla da kendisini gösterir. Sınıfsal çatışmaların belirginleştiği böyle dönemlerde devlet gücünü korumak için daha çok şiddete, ayrıştırmaya, bazen de düşman gördüğü kitleleri topyekûn ortadan kaldırmaya kadar vardırır işi. Bunun için de kendilerini oluşturan yapılardan ziyade mücadele ettikleri sınıflardan seçtikleri gruplarla iş birliği yapma yoluna gider. Hamidiye Hafif Süvari Alaylarının kuruluş amaçlarından en önemlisi bana göre, yabancılaşmaya dayalı baskıcı yönetimdir. Devlet, Hamidiye Alaylarına aldığı aşiretleri açık veya kapalı birçok amacı için inşa ettiği yapıya harç olarak kullanabileceği gibi zamanı dolduğunda veya işlevini yitirdiğinde başka bir şekle bürünmeleri için belirli bir esnekliği de ayarlamıştır rahatlıkla.

1891 yılında kurulan Hamidiye Hafif Süvari Alayları içerisinde yer alan aşiretler özellikle seçilmişlerdir. Hükûmeti temsil eden kişiler, bu aşiret reislerinin yaşadıkları bölgede her ne kadar saygı ve itaat görmeye alışkın olsalar da İstanbul’da göz alıcı gösterişle karşılanmalarından onur duyacaklarını, elde edecekleri pek çok imtiyazdansa bunun daha önemli görüldüğünü biliyordu. Demek istediğim bugün de olduğu gibi geçmişte de birçok aşireti bu yolla onları olduğundan daha büyük göstermek, hatta kandırmak hiç de zor değildi. Aşiretler bile isteye buna kanarken hiç şüphesiz kendi iktidarlarını korumak veya genişletmek için imtiyazlarını sonuna kadar kullanmaktan çekinmemişlerdir.

Heder Ağacı, Abdullah Ataşçı, Everest Yayınları, 372 sayfa

'Heder Ağacı’nın büyük bir roman olduğuna şüphe yok; onlarca karakter yaratmışsın kitapta. Genellikle dönem romanları için bu çok gerekli bir şeydir fakat hikâye ilerledikçe bir vesileyle her bir karakterin ekarte edildiğini, sonunda iki kişinin kaldığını görüyoruz. Bu karşılaşmada sınıfsal bir temsil görüyorum. Bu açıdan bu iki insandaki dönüşüm muazzam. Sanki bütün roman bu karşılaşma için yazılmış hissi veriyor. Bu, bize Karl Marx’ın, “Bütün toplumsal çatışmaların temelinde sınıfsal çatışmalar yatıyor,” tezini düşündürüyor. Romanın bu iki karakterinin dönüşümünün sınıfsal arka planı hakkında ne söylemek istersin?

İnsanlık tarihindeki bütün savaşları, kavgaları, soykırımları bir şekilde sınıf çatışmasının getirdiği sonuçlar olarak okumamız mümkün. Osmanlı’nın çöküş dönemindeki büyük çatışmaları da ister dinî veya mezhepsel ister etnik kökenli olsun bunun dışında tutmak mümkün değil. Hamidiye Alaylarının içerisinde yer alan aşiretlerin pek çoğunun sadece gayrimüslimlere değil, kendilerinden görmedikleri, güçsüz olan yoksul aşiret ve köylülere de büyük zulümler ettiği bilinmektedir. Sadece farklı etnik gruplara saldırıları olsaydı bunun sınıfsal temelli olmadığını söyleyebilirdik pekâlâ. İshak ve yanındaki pek çok genç, her ne kadar sınıfsal bilinçleri gelişmemiş olsa da ezilen sınıfı temsil ettiklerinden buna sınıf çatışması diyebiliriz. Yani romanın son kırk – elli sayfasındaki savaş İshak’la Hüseyin Ağa’nın savaşı şeklinde okunabileceği gibi aynı zamanda ezilenle ezenin savaşı olarak da okunabilir. Romanda, bu savaşın bana göre üçüncü bir tarafı daha vardır. O da doğadır.

Kitabında pek çok ölüm hadisesi yaşanıyor, üç kişinin ölümünün etraflıca anlatıldığını gördüm. Özellikle Kenan Ağa’nın nehir kenarındaki ölümü ve Hüseyin Ağa’nın ağaca yaslandıktan sonra gelen ölümleri oldukça canlı anlatılmış. Yukarıda sınıfsal karşıtlığa dair bir soru sormuştum. Kitaptaki bütün ezilenlerin ölümü sıradan, bu da onların iktidar (düşmanları) tarafından bir nesneye dönüştürüldüğü hissi yaratıyor. Dolayısıyla bu da ezenin bakış açısının, ezilenin ölümünün hem kutsandığı hem de sıradanlaştırıldığı düşüncesi yaratıyor. Neden bu insanları bir nesne olmaktan çıkarıp bahsettiğim bu şanslı azınlık gibi öldürmediğini merak ediyorum?

Romanın girişinde daha “O yıllarda insanların ölümü düşünmediği tek bir gün dahi yoktu” denilerek okuyucuya karşılaşacakları ölümlere hazırlıklı olması gerektiği salık veriliyor. Gerçek hayattan alınan bu cümle, romanın temel izleğinde önemli bir yere sahip bence. Gerçek hayatta olduğu gibi romanda da ölenlerin çoğu ne yazık ki mazlumlardır. Hamidiye Alaylarının kuruluş döneminden sonra bu ölümleri pek çok aşiretin ileri gelenleri gerçekleştirirken romanda üç kişi öne çıkıyor. Zülküf Paşa, Kâhya Halit ve Hüseyin Ağa. Kenan Ağa’yı pasif kişiliğinden dolayı dışarıda bırakmak doğru olacaktır. Bu kadar cana kıyan, kötülükle beslenen, devletin politikasının uygulayıcıları olarak öne çıkan ve sayfalar dolusu anlatılan bu insanların ölümünü de öyle bir çırpıda anlatmak doğru olmazdı. Burada onların ölümü alelade yazılıp geçilseydi ve pek çok mazlumun ölümü tabiri caizse ballandıra ballandıra anlatılsaydı, romanın ruhuna ters düşen bir yol izlenmiş olacaktı.

YAZARIN ROMAN KİŞİSİYLE MESAFESİ...

Az önceki soruda anlatıcının romandaki rolüne dair bir soru sordum. Aslında bu soruyu sormamın nedeni yazarın taraf olup olmadığını merak etmemdir.  Yazarın hem metniyle hem de yarattığı karakterlerle arasında bir mesafe olmalı mıdır?

Kurgu metinlerde yazarın tarafgirliği çokça tartışılan bir mesele olarak önümüzde duruyor. Tarafsız olabilmek bana göre gerçeğin kendisinin ne olduğunu ifade etmek kadar zordur. Yine de kurmacanın temel dayanaklarından birinin yazarın metinde görünmemesi yani tarafsız kalması gerektiğini biliriz. Ama bu, yazarın her türlü roman kişisine karşı eşit mesafede durması anlamına gelmemeli yine de. Eşitlikten yana olmak her zaman adaletli olmak değildir sonuçta. Önemli olan yazarın karakterlerini yazarken onların yerine koyabilmesidir kendisini, diye düşünüyorum. Romanda Zülküf Paşa’yı, Armen’i, Hüseyin Ağa’yı, İshak’ı, Adis’i veya diğer bütün karakterleri yazarken onların hüviyetine büründüğümü, olup bitenleri onların gözüyle görmeye çalıştığımı ve asla onların yerine karar vermeye çalışmadığımı, bile isteye onları gerçeklerinden koparmadığımı söylemeliyim.

Ngugi Wa Tiongo, 'Zihni Sömürgeden Azad' kitabında, “Bir gün gerçeği kavradım. Neden emperyalizmin ecnebi devine kendi ruhlarını ve milletin ruhunu satmış olan adamın hikâyesini anlatmıyordum?” diye bir söz sarf eder. Bu sözü kendi tarihsel hakikatiyle, sömürge dilinden ziyade kendi anadiliyle, kendi kültürüyle tanışması ve ona sahip çıkma arzusu nedeniyle söyler. 'Heder Ağacı’na aynı zamanda “keder ağacı” da diyebiliriz. Romanın hemen girişinde bu büyülü ağacın rolüne değinilir, yanından geçip giden insanların onu fark etmediğini, ama fark edenlerin de tıpkı Tiongo’nun gerçeği kavraması gibi bir hakikati keşfettiğini anlatır. Görenin unutmadığı bu lanetli ağaç ile kavranan gerçeğin neyi temsil ettiğini merak ediyorum.

Romanda adı geçen pek çok bitki ve nesneden daha göz alıcı bir güzelliğe sahiptir heder ağacı. Hayat konusundaki tecrübesinin pek çok olduğunu anladığımız Lütfi’nin dedesi bu yüzden torununa, “İnsan en çok da güzel görünenden sakınmalıdır, ne yazık ki biz ondan kendimizi sakınamadık” diyerek geç kalmış bir uyarıda bulunur. Hayatta olduğu gibi romanda da bizi en çok yanıltan, kandıran, peşinden gitmemize sebep olan varlıklar veya insanlar güzel gördüklerimiz değil midir? Bu açıdan kötülük bazen güzel ve iyi bir şeymiş gibi sunulur bize. Bana göre 'Heder Ağacı’nın dert edindiği meselelerden biri de budur. Bilmek, insanın başına olmadık musibetler getirebilir.

Kitapta aşiret lideri Zülküf Paşa’nın oğlu Hüseyin henüz çocukken İstanbul’a eğitim maksadıyla gider, uzun yıllar orada kalır. Bir sürü badire atlattıktan sonra eğitimli biri olarak köyüne döner. İstanbul’da başına gelen tatsız pek çok hadiseye rağmen nahifliğini korur fakat Doğu’ya, yani köyüne döndüğünde babası gibi zalim biri olmaya başlar. Karanlığın Yüreği, Kuzeye Göç Mevsimi gibi benzer hattan ilerleyen, Doğu’ya gittikçe karakterleri barbarlaşan pek çok anlatı vardır. Merak ettiğim şey şu; Hüseyin pekâlâ Kahire’ye, Bağdat’a, Şam’a da gidebilirdi, neden eğitimli biri olmak için İstanbul’a gider ve neden eğitimli biri olmasına rağmen döndüğünde babası gibi ceberut bir adama dönüşür?  Yoksa Doğu’ya her seyahat içinde bir barbarlık mı taşır?

Hüseyin mecbur kaldığı için İstanbul’a okumaya gönderilir. Hamidiye Alaylarının kuruluşundaki önemli kararlardan biri, aşiret reislerinin bir çocuğunu Aşiret Mekteplerine göndermesidir çünkü. Devlet, kendi biçimlendirdiği bireyler üzerinden aşireti kendisine tamamen tâbi kılmak için bu kararı almıştır hiç şüphesiz. Hüseyin bir yandan ailesinden uzak kalmasının sancısını yaşarken bir yandan da İstanbul gibi bir şehirde (Aslında heder ağacı gibi İstanbul da dışarıdan bakınca oldukça göz alıcı bir güzelliğe sahiptir) bambaşka hayatlar olduğunu fark eder ve kendisine bir yol çizmeye çalışır. Büyüdükçe böylesine bir güzelliğe sahip şehirde pek çok kötü şeylerin yaşandığını fark ettiğinde iş işten geçmiştir. Hem de inandığı, sonuna kadar biat ettiği insanlar tarafından bu kötü şeyler yapılmaktadır. Ama bundan yine de emin değildir aslında. Sonunda yaşadıkları onu öyle bir noktaya sürükler ki daha önceki değişimleri katbekat aşan bir kırılma anı yaşar. Bir daha asla Doğu’ya dönme düşüncesi yokken atlattığı badireler dönmesini zorunlu kılar. İstanbul’u da Doğu’ya dahil etmemiz gerektiğine inanarak Hüseyin’deki değişimin ilk olarak burada başladığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Doğu’nun puslu, gizemli ve alengirli ortamında pek çok yenilgiyi tadan birinin gaddar birine dönüşeceğini öngörebiliriz. Hüseyin’in yaşadıkları hiç de az buz şeyler değil sonuçta. Bu değişim bana göre kötülüğe maruz kalmaktan ziyade insanın içindeki savaşı kaybetmesinin görünen savaşı kaybetmesinden daha feci sonuçlar doğurmasıyla ilgilidir.

Okuduğum pek çok tarihî roman, yalnızca karakterlerin giydikleri kıyafetleri ve konuşmaları bağlamında tarihseldir. Oysa tarihsel roman, bir döneme şekilsel anlamda bağlı kalınarak değil, temsil ettiği çevre, dönemin ahlaki normlarının ne olduğu, politik tercihlerin görünürlüğü, karakterlerin psikolojik dinamizmi ve zaman kavramının dönemin mekânını vücut edinmesiyle sahici bir yörüngeye oturur. Heder Ağacı’nda politik tercihler haricinde diğerlerinin çok iyi oturduğunu düşünüyorum. Hüseyin’in, İshak’ın, Kenan’ın, Zülküf Paşa’nın hâlâ politik tercihlerinin ne olduğunu bilmiyorum. Neden karakterlerin politik tercihleri bu kadar flu? En azından İshak görünür kılınamaz mıydı?

Aslında bu biraz zamana biraz da Doğu’ya özgü olmasından kaynaklanan bir durum. Romanı yazmadan önce pek çok aşiret hakkında araştırmalar yaptım. Hemen hemen her aşiretin dönem dönem yeni misyonlar geliştirdiğini, gelişen olaylar karşısında taraflarını rahatlıkla değiştirdiklerini gördüm. Bazı dönemlerde devlet yanlısı bir tutum takınırken ilerleyen süreçte muhalif bir kimliğe büründükleri oluyordu. Romanda anlatılan dönemde cereyan eden olaylara baktığımızda aşiretini temsil eden Zülküf Paşa’yla oğullarının amacının daha fazla güç sahibi olmak için mücadele ettiklerini görürüz. Bunun için de sırtını padişaha ya da yönetimi devralan İttihat ve Terakki’ye yasladıklarına tanıklık ederiz. İshak’ın tam anlamıyla politik bir bilinçlenme içerisinde olmasını beklemek pek de doğru olmaz zannımca. Onun amacı, zulmedene karşı durmaktır. Zulmedenin politik kimliğinin burada hiçbir alametifarikası yoktur.

Abbas Kiyarüstemi, sinemasıyla ilgili sorulan bir soruya, “Benim için film, insanları görmeye ve sorular sormaya, sinemaya yalnızca bir eğlence aracı olmak dışında bir işlevle değerlendirme zahmetini göstermeye ikna etmekle ilgilidir…”  şeklinde çarpıcı bir cevap verir. Edebiyatla ilişkin, okurunun edebiyatınla ilişkisini beraberinde getiriyor. Dolayısıyla yazdıklarının senle okurun arasında nasıl bir işlev gördüğünü merak ediyorum. Edebiyatının bir rolü, Kiyarüstemi’nin dediği gibi ikna edici bir işlevi var mı? 

Yazıya bulaştığım günden bu yana beni yazmaya iten dertlerin olduğunu söyleyebilirim. Yaşadığımız coğrafya öyle sancılı bir coğrafya ki her gün kendimize yeni bir dert edinmemek mümkün değil adeta. Bu dert başlı başına kişisel bir dert olarak da algılanmamalı. Başkasının meselesini de meselemiz haline getirebildiğimizde sanırım inandığımız işi layıkıyla yapmış sayabiliriz kendimizi. Kıyarüstemi’yle sanata bakış açımızın benzer olduğunu söyleyebilirim rahatlıkla.

'YAZAR EDEBİYATA DAİR KAYGILAR TAŞIMALIDIR'

Bir süre önce Semih Gümüş’le yapılan bir söyleşide, Türkçe edebiyatın durumunun pek iç açıcı olmadığını, iyi romanın yazılmadığını, gittikçe popüler kültürün edebiyatı zehirlediğini, bunun da edebiyatta ciddi anlamda bir erozyona neden olduğunu söylemişti. Gümüş’ün sözlerine katılır mısın? Sence durum dediği kadar kötü mü?

Tam olmasa da Semih Gümüş’e katıldığımı söyleyebilirim. Ne yazık ki yazarların birçoğu ne yazacaklarına okuru dikkate alarak karar veriyorlar. Sözünü ettiğim sadece çok satan yazarlar veya blog yazarları değil. İyi edebiyatçı olarak gördüğümüz pek çok yazar da artık benzer kaygılarla yazıyor. Bu yüzden bazı romanları okurken sanki treatman okuyormuşum hissine kapıldığım oluyor. Demek istediğim hikâye dışında başka bir şeyin önemi yokmuş gibi hareket ediyorlar. Oysa okuru, ancak dil sayesinde metinde etkin kılabiliriz diye düşünüyorum. Sadece hikâyeye dayalı bir metin tam da okuma kültürü yeterince gelişmemiş okura istediğini vermek için yazılmıştır.

Hiç kuşku yok ki iyi okurun beklentilerini bozguna uğratmakla mükelleftir yazar. Bir okur olarak dil zevkinin doruklarına çıktığımda ancak gerçek anlamda bir okuma gerçekleştirdiğime inananlardanım. Bilge Karasu bir söyleşisinde tür olarak imge üretiminde ilk sırada gördüğü için roman yazmanın ona cazip geldiğini söylemişti. Yani yazar, ne kadar sattığı, ne kadar övgü aldığı kaygısından ziyade edebiyata dair kaygılar taşımalıdır. Yine de iyi metin yazılmıyor demek az da olsa yazılan iyi romanlara haksızlık olur.

Güçlü bir eleştirmen, yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkiyi analiz eder; aynı zamanda ona yol gösterir. Türkiye’de eleştirel açıdan güçlü bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü?

Evet, eleştiri metinleri geçmişe göre daha az yazılır. İki binlerden önce eleştirmenlerin daha fazla edebiyata dair konuştuklarını, metinleri daha kuvvetli bir şekilde silkelediklerini, gerek yergilerinde gerekse övgülerinde daha cesur olduklarını biliyoruz. Günümüz için bu son derece zayıf, hatta metinler üzerine eleştirel yaklaşımların neredeyse hiç olmadığını görüyoruz. Hâlâ elli, yüz, yüz elli yıl önce yazılmış metinler üzerine kitaplar yazılıyor. Bunun en kolay savunması, iyi metinler artık yazılmıyor demek olmamalı bence.