YAZARLAR

9 Kere Leyla neden sevilmedi?

Filmin bu kadar geniş bir kitle tarafından beğenilmemesinin başlıca nedeni bence kadın düşmanlığı değil. Öyle olsaydı erkek karakterlerin doya doya analı manitalı küfrettiği, baştan sona testosteron fışkırtmalı erkekler kulübü komedilerini çok seven kitle tarafından sevilirdi. Filmin esas sorunu kadına şiddeti eleştirmeye çalışırken yeniden üreten, bunu yaparken de kendini çok ciddiye alma hatasına düşen ve başa sona “anlamadıysanız…” misali mesaj yığan bir film oluşu.

Ezel Akay’ın pandemi nedeniyle vizyon fırsatı bulamayıp Netflix’te seyirciyle buluşan son filmi “9 Kere Leyla” duygusal birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde çoğumuzu kötü bir film olduğu hususunda birleştirdi. Keskince ikiye bölünme, kendi görüşünü hararetle, kanı canı pahasına savunma ihtiyacımızı “Bir Başkadır” gidermişti. Herkese “bu ne yaa, çoook sıkıldım” diyerek doya doya film kapatıp şikayet tweet'i attırmak da bu filme kısmetmiş. Filmi beğenenler görüşlerini “başıma bir şey gelmeyecekse” kalıbıyla belirtiyor. Orada bile herkesin savunduğunun aksini savunmanın karşı konulmaz hazzından çok minnet, mahcubiyet, “o kadar da abartmayın ya, emektir” hissi baskın.

Aslında filmlerin ve romanların yarattığı konuşma, tartışma heyecanını sevsem de bu futbol takımı tutar gibi film savunma/yerme işi bana zamanın ruhunun en tatsız yanlarından biri gibi geliyor. Bu konuda Robert McKee’nin güzel bir sözü var, arada bir alıntıladığım: “İnsanlar kimliklerini başkalarının yaratıları üzerinden inşa ediyor artık.” Böylelikle futbol yıldızıyla sevilen film/yönetmen arasında pek bir fark da kalmıyor. Žižek de pandemiye ilişkin son makalesinde “üçüncü dalga bir akıl hastalığı dalgası olacak” diye buyuruyor. Salgının getirdiği yoğun “hayatsızlık” içinde filmlerin, dizilerin yarattığı bu duygu fırtınalarını bir parça da bu açıdan değerlendirmek lazım galiba.

İşin bir diğer boyutu da bu ayarsızlığın, zaten ülkemizde çok sorunlu olan eleştiriyi iyice yapılamaz hale getirmesi. Bir filmle ilgili eleştiriler yoğunlaşınca, mesnetlisi mesnetsizi toptan aynı “linç” kefesine konmaya başlıyor. Tersi mekanizma da benzer şeye hizmet ediyor. Sevmeyen, sevene, “nasıl seversin ya, nesini sevdin, iyi misin?” türü tepkiler veriyor. Sevdiğimiz insanların sevmediğimiz insanları sevmesine tahammül edebildiğimiz gibi sevdiğimiz ya da sevmediğimiz filmlerin başkaları tarafından farklı algılanmasına da edebilmeliyiz. İlkokulda olmadığımızı hatırlamak işe yarar. Eleştiri eleştiridir, ne kadar farklı görüşler içeriyorsa o kadar zenginleştiricidir.

Filmi ben sevmedim evet. Ki Ezel Akay’ı da rengarenk dünyasını da çok severim üstelik, Demet Akbağ, Haluk Bilginer gibi ustaların yanı sıra Fırat Tanış, Elçin Sangu, Alican Yücesoy gibi yetenekli, ilgi çekici isimlerden oluşan yan oyuncuları da.

Filmi sevmemenin benim için önemli bir nedeni şu: Kadın katliamının yapıldığı bir ülkede genç ve şuh sevgilisiyle evlenebilmek için karısını seri öldürme girişimlerinde bulunan aşırı zengin bir adamın hikâyesi de, her hikâye gibi, anlatılabilir. Ancak böyle bir “risk” göze alındığında en azından gerçekten komik olmalı, kara mizahın gücünden de mesafesinden de iyi biçimde yararlanabilmelisiniz. O mizah mesafesi zaten en olmayacak anlarda gülmenin yarattığı suçluluk hissini, hem karakterler hem de öykü üzerine düşündürerek dengeler. Hem sürükler hem de düşündürür. Verilecek mesajlar da öykü ve karakterler düzenine yedirilir. Diyalog ve dış ses aracılığıyla başa sona serpme mesajsa zaten yapısı gereği “teatral” olan bir filmi hantallaştırıyor.

Hemen söyleyeyim, filmin bu kadar geniş bir kitle tarafından beğenilmemesinin başlıca nedeni bence kadın düşmanlığı değil. Öyle olsaydı erkek karakterlerin doya doya analı manitalı küfrettiği, baştan sona testosteron fışkırtmalı erkekler kulübü komedilerini çok seven kitle tarafından sevilirdi. Filmin esas sorunu kadına şiddeti eleştirmeye çalışırken yeniden üreten, bunu yaparken de kendini çok ciddiye alma hatasına düşen ve başa sona “anlamadıysanız…” misali mesaj yığan bir film oluşu. Filmin, finalde senaristlerin de gönderildiği cehennem (o espri iyiydi aslında) yerine bir arafta asılı kalması. Yani film kötü, çünkü maalesef sıkıcı, güldürürken düşündüreyim derken her ikisinde de çuvallıyor.

İddia edildiği gibi çift katmanlı olma şansına sahipken büyük ölçüde dinsel ve mitolojik göndermelerden beslenen ikinci katmanda mesajlar öyle parmak göze verilmiş ki… Yarım saate yakın final sekansındaki açıklamalar filmdeki kadın düşmanlığı olasılığını bertaraf etmek yerine anlatıya zarar veren bir telaş havası yaratıyor.

Bu kısımdaki mesajlar da, olduğu gibi kabul ettiğimizde bile, oldukça tartışmalı aslında. Demet Akbağ’ın canlandırdığı mitolojik Lilith (Havva’dan önceki ilk kadın, Adem’in ilk eşi) Leyla karakteri bir yandan “erkeklik bir hastalıktır,” diyor. Burada toplumsal cinsiyet anlamında erkeklikten bahsettiğini anlıyoruz. Hemen akabinde “cinsiyet meselesi değil zihniyet meselesi” diye sözünü etkisizleştiriyor. Hayır bal gibi de cinsiyet meselesi ama erkeklerin kötü, kadınların melek olduğu varsayımından hareketle değil, bir toplumsal cinsiyet meselesi. Sona doğru da erkekleri kocaman yürekleri, iki pışpışla dünyaları önünüze sermeye hazır çocuksu yanları nedeniyle övüyor. E bunlar da zaten “erkeği idare eden kadındır, kadının fendi erkeği yener” söyleminin yeniden üretiminden başka bir şey değil. Yani mesajın hem bunca yığılmışlığı kötü, hem de mesajlar çelişkili ve yanlış.

Benzer temayı işleyen “Vavien” kara mizahıyla, senaryosuyla en sevdiğim yerli filmlerden biridir. Mesele hikâyenin malzemesinde değil, bakış açısında. Haluk Bilginer’in oynadığı geçkin çapkın baş karakter de, Elçin Sangu’nun canlandırdığı narsisistik, paragöz, arzu nesnesi öteki kadın Nergis de, yine çok başarılı diğer oyuncularca canlandırılan tüm diğer karakterler de karikatür düzeyinin üzerine çıkamıyor. Üstelik (Ezop) Ezel Akay’ın genellikle yaratmayı başardığı absürt masal dünyasına özgü bir basitlik, netlik değil bu. Karakterler ataerkil söylemin yeniden yeniden inşası dışında bir şeye hizmet etmedikleri için arada ettikleri aforizmik sözler de işlevsiz oluyor. Daha fenası da, espriler komik değil. Düşene gülmek yerine düşene gülündüğü hissini göze sokacak cinsten.

“9 Kere Leyla” izlerken dokuz doğurtan, hem ele aldığı meseleye yaklaşımı hem de dramaturjisi bakımından sorunlu bir film bana göre. Bu görüş filmi çeşitli düzeylerde seven ya da sevecek olanlarda bir baskı yaratmamalı elbette. Onca insanın emeğidir, hatta umarım salt bu nedenle olsun bir kısım seyirciyle daha iyi bir bağ kurar. Sinema dünyamızın en renkli hikâye anlatıcılarından biri olan Ezel Akay’ın da uzun yıllar özgün dünyasını bizlerle paylaşmasını, daha pek çok filme renkli imzasını atmasını dilerim.

  


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.