YAZARLAR

5 yaşındaki Seval ile 100 yaşındaki Zeytin Ağacı

Bu baraj ve HES hevesinde sadece doğa, tarih, tarımsal araziler, köylülerin yaşam alanları değil; bizatihi insan hayatı “sırasız, sayısız” biçimde alınıp işte o toprağın altına gömülüyor. Devlet ve sermayenin havuz iştahı, “büyüyen Türkiye”de “yürüyen kervan” hırsı, elbet “hizmet aşkı ve vatanseverlik” sınır tanımıyor. Pekiyi siz, hiç ölülerinizi sayıyor musunuz?

5 yaşındaki Seval, Siirt’ten kalktı, yüzü elleri sırılsıklam, geldi, Muğla İkizköy’deki asırlık Zeytin Ağacı’na sarıldı:

-Ne kadar çok yaşamışsın sen, hiç ölmez misin Zeytin Ağacı?
-İnsanlar yüzlerce yıllık tarihine, bir zeytin ağacıyla eksilmeyen talihine saygı duyduğu sürece, ölmem. Ama sen, canım, ne kadar erken…

-Evet, senin kadar olmazdı ömrüm, biliyorum ama çok şey görmek, çok bahar koklamak, çok ağaca sarılmak isterdim. Hem biliyor musun, 5 yaşımdayım ama sana sarılırken şimdi, 2022’de, 13 olmalıyım. Seni de öldürmesinler diye sarılırken sana, kocaman ama kocaman olmalıyım.

Siirt’teki 5 yaşında Seval ile Muğla’daki asırlık Zeytin Ağacı’nın ortak noktası neydi Nihat Bey?
Aynı şirketin, tabiata ve insana karşı aynı umursamaz şiddetin, aynı ihtirasların ve iltimasların kurbanı olmaları, mesela?

5 yaşındaki Seval, bugün Muğla İkizköy’de maden için zeytin ağaçlarına saldıran, onları korumak isteyenler üzerine “devletin, yani milletin jandarması”nı sürdürebilen şirketin “baraj kurbanı”ydı.

Seçime can simidi diye oy barajını indirip halkın, çocukların üzerine saldığı barajı “9.15’e kurmayanlar”ın.
Bir gün ağaçların, bir gün derelerin, bir gün çocukların, işçilerin üzerine çullanan bir “müteşebbislik” türünün kurbanı.

SENE 2014, SENE 2011, SENE 2020

2014. Ağustos’un sonları. Siirt, Botan Çayı, Alkumru Barajı.
“Zeytin ezmeci” şirket baraj kapaklarını piknik yapanların üzerine açtı.
5 yaşındaki Seval’in cesedi neden sonra toprağa vurdu. Bir başka aileden Ahmet ve Fikret gibi.
Seval’in ailesinden iki kişininki hemen bulundu, biri kayıplara karıştı.

Seval sularda sürüklenirken, belki de 11 yaşındaki İbrahim onu izliyordu gökten. 13’ündeki ablası Kader’in kaderi onu çay kenarına sürükleyip kurtardığı sırada, İbrahim ile birlikte, 18 yaşındaki ağabeyi Serdar ile babaları Fehim Özbey de boğuluyordu.
Sene 2011’di, ölüm aynı, yer aynı, şirket aynıydı.

Sonra sene 2020’ydi. Aylardan temmuz.
Yükseklik rekoruna adanan ve vergilerinizle size yüksek rekorlu elektrik faturası olarak dönecek muhteşem tesislerden, tartışmalı Yusufeli Barajı’ndaydık bu kez.
Artvin, Çoruh Nehri’ne kelepçe takan büyük eser! Şirket aynı şirket Hikmet!
Yağmur ve heyelan, baraj inşaatından da taşa taşa, vadiye kurulmuş şantiyede bir işçiyi, yakınlardan da biri çocuk, üç kişiyi şirketin kara tarihine yazıyordu.
Hemen inşaat sırasında can vermiş üç işçinin yanına.
Meğer derenin ağzını kapatmamış mı şirket!

ZORLUKLARA TAKILMADAN

Hani Sayın Nebati diyordu ya, “Zorluklara takılıp kalmayın. Hadiseyi sonsuza dek sürecek gibi görmek, bizim bakış açımızda yer almamaktadır” diye, doğruydu valla Seval.

Sen bir kere ölüyordun, 5 yaşında sulara kapılıp, ömrün bir ağaç dalına takılıp.
Sonsuza dek sürmüyordu çocuk umutların ve “hadise” bir başkasının üzerine, bir başka çocuğun ya da işçinin ömrüne, ta “Rüzgâr Tanrısı Mylassos”dan beri Milas’ta meyvesini sofrana, yaprağını çayına, yağını tencerene, çekirdeğini ısınmana, dallarını serinlemene; sevgisini, sevdasını kalbine kalbine paylaşmış Zeytin Ağacı’nın gölgesine, gövdesine yürüyordu.

Hem de “Sıvasız Hane Çocukları”ndan, “şehit düştükleri”nde, tabutlarına sarılmış bayrağın üstünü örtmeye çalıştığı en yoksul hanelerden gelme jandarmayı adeta özel güvenlik görevlisi gibi kullanarak.
Ağaca sarılmak isteyenlere ters kelepçeyle; “Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni” dersiyle!

Ağacı koruması, Seval’i koruması gerekenleri, adeta baş aşağı edilmiş bir düzende, Türkiye’nin en büyük servet sahipleri denenlerin menfaatlerini korumaya memur ederek!
Yoksul polisin kelepçelediği, cama dayalı gözleri yaşlı işçiler gibi…
Yoksul jandarmanın kelepçelediği, çevreciler, köylüler gibi.
Sınıfını şaşırttığınız her üniformalı gibi!

HAVUZ BURAYA, ELLER HAVAYA

Şirketin sahibi, yıllarca Fenerbahçe 2 numaralı yöneticisi olarak, önceleri “Şeref Tribünü”nden, ihale aldığı Genelkurmay’ın muhtıracı paşası “laik” Büyükanıt’la pozlar vermiş, sonra “hain darbe”den iki yıl önce, “20 milyon Fenerbahçe taraftarının 2-2,5 milyonu cemaat mensubu arkadaşımızdır. Fenerbahçe’nin başarılı olması için onlar da benim kadar iyi niyetli olarak dua etmektedir” diyebilmiş, “Havuz Kralları”ndan bir dev firma olmuş, bir de “Türk fitbolu”na “temizlik, dürüstlük, çeviklik, ahlak” ile vazifeli kılınmış ya…
Elbette kendi de üzülüyordur çocukların böyle çocuk çocuk ölmesine!

5 yaşındaki Seval’i bu dünyadan alıp kim bilir hangi ağacın gölgesine taşıyan o meşum günde, “Havuz buraya, eller havaya!” diye yazmışım. Şöyle bir öfkeyle:

Galatasaray ile Fenerbahçe Soma için de oynadı ya…
İkisi ve de Beşiktaş ile Chelsea her gün “ölülerimiz” için maç yapsalar, katliamlara yetişemezler.
Şimdi Fenerbahçe misal, Soma’da ölen 301 madenci için de sahaya çıkarken, yıllarca “Başkan”ın sağ kolu olmuş, geçmişte “cumhuriyetçi paşalar”la, şimdi de “demokrat iktidar”la tam takım olmuş Özhavuz Bey’in barajı da 5 insanı daha yuttu.
“Daha” diyoruz…
Çünkü tam orada, kimi yukarıdan düşen, kimi patlamış göbekten yağan betonun içinde kalıplaşan en az üç işçi daha cansız yatıyor.

Sorun biraz da şu çünkü:
Havuz sermayesini o kadar dolduruyorsunuz ki…
Barajı milletin üzerine taşıyor!

Barajı nizami şekilde 9.15’e kurduğu sanılan, önüne çizgi bile çizilmeyen şirket iki şey söylüyor:
1. Talimatı devletten aldık.
2. Piknikçiler yasak alana girmişti.
Yani talimat federasyondan; suçlu ise ceza sahasında ofsaytta yakalanan sıradan insanlar!
Havuzun suçu yok.
Barajın suçu yok.
Barajı açan devlet erkânının “vatansever” diye kutsadığı Özhavuz Bey’in hiç kusuru yok.
Çünkü vatan, zaten o toprağın altında yatandır!
Oraya da yılda en az bin işçi atıyor irili ufaklı sermaye ile hamisi devlet!

GÖME GÖME

Bu baraj ve HES hevesinde sadece doğa, tarih, tarımsal araziler, köylülerin yaşam alanları değil; bizatihi insan hayatı “sırasız, sayısız” biçimde alınıp işte o toprağın altına gömülüyor.
Alanya’da baraj inşaatında çalışan işçileri taşıyan servis aracının götürdüğü 8 candan…
Giresun’da HES inşaatında birlikte ölen 4 işçiye, bir yılda HES şantiyelerinde can veren 25 insana…
HES göletinde elektrik arızası tamiri için, bilirkişi deyişiyle “imkansıza doğru” buz üzerinde deniz bisikletiyle ölüme yollanan 5 elektrik işçisine kadar.

Devlet ve sermayenin havuz iştahı, “büyüyen Türkiye”de “yürüyen kervan” hırsı, elbet “hizmet aşkı ve vatanseverlik” sınır tanımıyor:

Misal, Pamukova’da hızlı tren hızsız raylarda koşturuyor; 41 ölü.
Ama devrin bakanı da müdürü de zafer yıllarını deviriyor.
Misal, teftiş olacak diye Afyon’da cephaneliğe zorla tıkılıp bir anda paramparça olan çoğu acemi 25 askerin DNA’ları topraktan kazınıyor ki, aileler hiç olmazsa bir cenaze kaldırabilsin.
Misal, Devlet Üretme Çiftliği’nde 3-5 TL yevmiyeyle taşerona emanet edilen Ceylanpınarlı ceylan gözlü 10-12 yaşında kızlar, üç hamile kadın, 10’u bir arada kamyondan suya gömülüyor.
Ama herkesin keyfi yerinde!

Misal, havasız arıtma tesisine sokulan 7 işçi;
Gözde tersanelerden birinde prova için filikaya doldurulup denize atılan 3 işçi;
Askeri tersanede sulara gömülen 10 asker;
Madenlere gömülen yüzlerce işçi, inşaatlardan ölüme dökülen yüzlerce işçi;
Kur’an kursundan alınıp denize boşaltılan 6 öğrenci…

SİSTEMLİ BİR ŞEY

Pekiyi siz, hiç ölülerinizi sayıyor musunuz?
Korkunç sayısının farkında olmak manasında da…
Hiç olmazsa ölüsüne saygı duymak manasında da.

Çünkü normal bir kamu vicdanı, bu kadarını kaldıramaz.
Çünkü bu kadar çok, sık ve sıradanlaştırılmış ölümün, çocuğunuz başına gelmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiniz?

Çünkü merhamet ve adalet laflarını ağızlarından düşürmeyenlerin, böyle merhametsiz bir düzende böyle adaletsiz bir sisteme abanmalarını vicdan da hukuk da kaldıramaz.

Çünkü sadece merhametsizlik ve adaletsizlikle kalmayıp…
Cephaneliğin suçunu paramparça askerlere…
Deniz bisikletiyle buzda ölümün suçunu ölü işçilere…
AVM şantiyesinde kül olmanın suçunu naylon çadırda eriyenlere…
Köylülerin bombalanmasının suçunu o çocuklara ve katırlara…
Baraj katliamının suçunu da, insanca tek mutluluğu bir piknik olan mazlumlara yüklemek için de örgütlenmiş, arsızlaşmış, yüzsüzleşmiş, zalimleşmiş bir sistem bu.


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.