30. ölüm yıldönümünde avukat Şevket Epözdemir

Avukat Şevket Epözdemir cesaretiyle dinginliğini, zekası ile aklını birleştirdiği yerde devlerle yarışma gücü buldu, bulabildi. Ondandır ki egemenlerin aklında hep cüreti kaldı...

Google Haberlere Abone ol

Serdar Epözdemir

Babam, avukat Şevket Epözdemir, 25 Kasım 1993’te Tatvan’da hain bir organizasyon ile evinin önünden kaçırıldı ve bedeni ertesi gün Bitlis-Norşin yolunun kenarında, Tahtalı demiryolunun altında, Jandarma Karakolunun yakınında bulundu. O, yurduna adanmış yaşamını inandığı uğurda yaşayıp, bunun bedelini hayatı ile ödedi.

Otuz yıl önce işlenen bu cinayetin, ilk anda, artık geride kalmış bir zamana ait olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa artık daha iyi biliyoruz ki gerçekte “Kürtlerin bir zamanı yoktur.” Belki de hep aynı zamanı yaşamak zorunda bırakıldığından, tıpkı babamın bedeni gibi aileden habersiz; onca akrabanın, eşin, biri henüz çok küçük üç çocuğunun arasından alelacele kaçırılarak devlet tarafından defnedilmesinden başlayıp, cinayete dair nice ipuçlarının yok edilmesinden dolayı Kürtler her daim yeniden ölüme dönmek zorunda kalır ve zaman hep orada, ölümün kıyısında asılı durur. Bir cinayetin; her şeye rağmen orada, Tatvan’da kalmaya yeminli bir avukatın yaşamı ve ölümünün bir toplumun trajedisi ile üst üste geldiği yerdir aynı zamanda orası!

30 yıl önce öldürülen babam ve oradan da bugünlere uzanan tarihsel hikâye, bizi hep o donmuş 'Tarihsel Zaman’a, ölümün kıyısına zorunlu kılar ve bizler ölümü, hayatımızı anlamanın kılavuzu haline getirmek zorunda kalırız. Onunla kendimizi ve yitirdiklerimizi yeniden öğrenmeye çalışırız. Kürtlere uygulanan hukuk, her ölümü yeniden ve yeniden yaşamaya zorlar. Ve bununla ilgili bir başka şey daha var ki işte bu ölüm bize, bir toplumsal tarihi olduğu kadar Kürtlüğün Türkiye’deki tarihsel kaderinin meşum siyasal ve hukuksal devrelerini anlamamızın da anahtarını verir: Hep başa dönen ve doldurdukça boşalan bir çark gibi!

İlk çağlardan beri, insan yaşamını sonlandırma için çaba göstermek, çıkarları doğrultusunda bir dünya algısı oluşturan egemenlerin ortaya koyduğu bir oyundur. Bu oyun, önce refleksif bireysel tutum ile sonra da bilinçli ve örgütlü olarak karşımıza çıkar. Babam Şevket ve onun gibi ezilen, sömürülen ve insan hakları ihlallerine uğrayanları savunan, milli bilinç ve saf bir duygu ile donanmış, yeni bir dünya peşinde koşan aydınların, bu örgütlü kötülükten paylarını almaları kaçınılmazdır! Oysa insanı yok eden bilinç değil, yalnızca tutumdur. Bu tutumu sürdürenler, yok ettikleri insanın yaşamının yansımaları ile asla ilgilenmezler. Öyle ki önemsemezler kim olduğunu, ailesinin varlığını, sosyal bir çevreye hitap ettiğini, yaşamın bütünü içinde görevlerinin diğer insanları etkilediğini ve temel hakkının yalnızca yaşamak olduğunu...

Ne yapar katleden? Yok eder ve görevini tamamlar! Çünkü Blaise Pascal’ın dediği gibi: “Haksız güç zalimdir, güçsüz hak ise çaresizdir.” Çaresizlik, geriye inanılmaz bir öfke, intikam duygusu ve baş etmeye çalıştıkça daha da derinleşen kaybın uzamış yas ile telafisini eker. Yıllar içinde kanayan yaralar, sıkıntılar ve sorunlar; katledilenin en uzağındakilerden başlayarak en yakınlarına kadar zamanın tüm yaraların üstüne kabuk bağlaması metaforuyla, törpülenmesiyle geçer. En uzağındakiler nostaljik tat bırakan anılar silsilesi ile mutlaka zamanla kurgulanacak geçmiş lezzetini tadarken, en yakınındakiler ise arızalı kalmış, tamir edilecek hayatları kucaklar! Sözcükler, içerideki acıyı örtemediği gibi belki de yaralarımızı kanatarak canlarımızın da rahat uyumalarına engeldir! Katledilenler babalarımız, çocuklarımız, kardeşlerimiz, canlarımız da olsa aslında ölen İNSANLIKTIR!

Babam, Siirt’in Baykan ilçesinin Minar (Dilektepe) köyünde, 1943’te doğdu. Kökleri esas olarak Bitlis’e dayanıyordu ve büyük dedesi Osmanlı’nın son dönemlerinde Siirt’e nahiye müdürü olarak atandığından iki kuşaktır Siirt’te yaşıyorlardı. Daha üç yaşına gelmeden, bu kez büyükbabamın yeni iş kurması nedeniyle Diyarbakır’a taşındılar. Birkaç yıl sonra dönüp ilkokulu yine Minar köyünde okudu. Böylece ilk çocukluk ve yetişme koşullarını Bitlis, Siirt ve Diyarbakır kültür üçgeninde yaşadı. İlkokulu Minar’da okuduktan sonra Ergani Öğretmen Okuluna gitti. İlk görev yeri yine Baykan’dı. Diyarbakır Eğitim Enstitüsü açıldıktan sonra orayı da bitirdi ve 1962-63’te Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmaya başladı. 68 kuşağından biraz daha önce gelişen bir Kürt Gençlik Hareketi’nde yetişti ve gençlik süreci, bu hareketin yarattığı heyecanı bir özgüvene taşıma dönemi oldu. Babam, Kürt Gençlik Hareketi’nin ikinci kuşağında yer alır ve bu kuşağı 1965’teki Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin kuruluş ve faaliyet süreci içinde erkenden yakalar. Babamın Yozgat Sorgun’a sürgünüyle de sonuçlanır.

Sorgun’dan sonra Kırıkkale’ye ve arkasından Ankara’ya edebiyat öğretmeni olarak atandı. Bu süreçte TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) faaliyetlerine de katıldı. Yaşadığı ilk gençlik sürecindeki dava ve soruşturmalar, onu öğretmenlikten hukuk alanına doğru yavaş yavaş taşıyordu. 1970’te Ankara Hukuk Fakültesi'ne başladı. Bir yandan öğretmenlik yapıp diğer yandan hukuk fakültesinde öğrenciliğe devam ederken yoğun okuma faaliyetlerine de başlamıştı. Gandhi, daha ilk gençlik yıllarından itibaren sadece entelektüel ilgisini çekmemişti, aynı zamanda sonraki avukatlık pratiğine de tarz ve eda oluşturacak bir kişilik ve mizaç olarak onun hayatına yerleşiyordu. Dingin ve barışçı doğasının içine hüznü de yerleştireceği haberleri de aldı o yıllarda. Türkiye Devrimci Hareketi’nin iki önemli neferi Ömer Ayna ve Niyazi Yıldızhan, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesinden öğrencileriydi. 1972’de bu iki devrimcinin gazetedeki ölüm haberi, babamı ağlarken gördüğüm ilk andı. Devrimci öğrencilerinin Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi anılarını sonraki yıllarda hep hüzünle sakladı içinde...

Ankara Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra Tatvan’a yerleşme kararı aldı ve 1976’da Tatvan’da avukatlığa başladı. 1970’lerde Kürt coğrafyalarına dönüş fikri, genellikle Diyarbakır’a dönüş olarak algılanıyordu. Orası sadece siyaset ve avukatlık eğilimleri açısından değil, aynı zamanda kültürel olarak da iddia sahiplerini içine almaya hazır, her eylemi ve iddiayı politikleştirmenin nispeten kolay olduğu bir toplumsal-siyasal mekandı. Buna karşılık daha küçük il ve ilçeler ise fedakârlık, yeni baştan başlamanın dayattığı sabır ve inancı sınayan zorlu politik coğrafyalardı, sonuçta adanmışlığı gerektiriyordu. Babamın bu seçimi, ilk tercih ettiği 1970’lerden, 1980’lerin darbe ortamına ve 1990’ların Kontrgerilla tedhişlerine kadar uzanarak, her geçen gün daha da zorlaşarak yenilenen bir tercih olarak kaldı. Çünkü 1980’lerde darbecilerin yıldırma ve tedhiş saldırıları, daha sonra ise artık iyice resmileşen bir kaba güç gösterisi ve çapulcu görevliler dünyasına dönüşen bir politik mekânda var olmak her gün daha da zorlaşacaktı. Böylece Tatvan tercihinin, gelip geçici bir caka ve sıradan bir Av. Şevket hikayesi değil, dayanıklı ve kalıcı bir halka adanma olduğu; her dönemdeki “artık şehri terk edip Ankara, İstanbul, İzmir gibi nispeten mücadeleye uzak yerlere taşınma” önerilerini aralıksız alıp yeniden ve her gün bir kez daha reddetmesi ile daha da açık hale geliyordu.

Şevket Epözdemir’in üstlendiği “Gandhi tarzı” Kürt avukatlık, bir müvekkili değil, bir hayatı; hukuk düzeninin dışına kategorik olarak itilmiş ve kolaylıkla canı yakılabilecek olanı, onun düzen karşısındaki varlık iddiasını üstlenmek zorunda kalmıştır. Bu eğilimin iki temel özelliğinden bahsedilmelidir. Birincisi sükûnet, sabır ve sivil itaatsizlikle örülmüş bir direniş ve ikincisi ise hukuk düzeninin bütün o hiyerarşik işleyişi ve yapılarına karşı gösterilen cesaret. Yani “devlerle güreşmek” ...

Babamın dingin doğası, kendisine yönelen her türlü sertliği ve baskıyı, bilge ve nahif bir kavrayışın içinde karşılamasını sağlamıştı ve bu durum beklendiğinin tersine direniş ve mücadelenin kalıcı, yerli ve cüretkâr olmasını sağlayanın basit bir caka, kaba bir meydan okuma değil, derin bir tevazu, sabır ve barışçıl ama aktif bir tevekkül olduğunu da kanıtlıyordu. Dışarının o büyük gürültüsü, gücün ve egemenin şiddeti, Şevket Epözdemir’in içindeki sükunetle kolaylıkla yerle bir edilmese, bütün o acılara ve onlarca yıl süren daimî tehditlere karşı hala ayakta kalabilmesi ve gitmemekte direnmesi mümkün olmayacaktı. Ölümü de bütün o baskıların, şiddetin ve dahi tehdidin işe yaramadığı yerde; onun ruhsal derinliğinin karşı tarafta yarattığı bir taşkınlığın, öfke ve nefretin sonucu olarak da düşünülebilir. Bu yüzdendir ki sadece öldürmekle yetinmeyip vücuduna eza ederek, işkence yaparak bir nefretin damgası vurulmuştu. Bir deyişe göre insanlar en güçlü yerlerinden vurulurlarmış. Av. Şevket Epözdemir, cesaretiyle dinginliğini, zekası ile aklını birleştirdiği yerde devlerle yarışma gücü buldu, bulabildi. Ondandır ki egemenlerin aklında hep cüreti kaldı... Geriden gelenlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey, işte bu cüretti: Devlerle güreşme cüreti.  Şevket Epözdemir, düşünce ve eylemde teslim olmadığı için kaçmayı düşünmedi. O, topraklarını seviyor ve sonsuza kadar yaşamanın bazen hayatından vazgeçmek olduğunu biliyordu.

“Hayatını kaybedenlerle, kaybedilene yas tutanlar arasında asimetrik bir ilişki vardır. Yaşayanlar kaybettiklerine dua ederken, iç dünyalarında kaybettikleri ile diyaloga girerler. Dualar da zaten diyalog gibi kurgulanan monologlardır. İlişki asimetriktir. Çünkü kaybedilenler cevap veremezler. Zulümde, savaşta bu yas tutma süreci bozulur, çünkü kayıplarına yas tutmak isteyenler ya yasadıkları şiddetten ötürü
duygusal felçli gibidirler ya da zalime/faile/katile öfkelerinden ötürü kaybettikleri ile diyalog kuramazlar. Yani fail yas tutma sürecini paramparça eder. Fail öfke üzerinden yas tutanların iç dünyasını işgal ve istila eder. Bu, psikolojik bir yağmadır çünkü mağdurun duygusunu fail belirler. Bu durumda öfkenin adresi olan düşman mağdurların iç dünyasına konumlanır... Düşmanla negatif sembiyotik bir ilişki oluşur... 

Zulmün getirdiği ölümler 'doğal' (hastalık, yaşlılık sonucu) değil. Savaşta bir roketle vurulmak helalleşme/ vedalaşma imkânı da vermiyor. Vedasız ayrılıkların (ölüm radikal ayrılıktır) yas tutma süreci de karmaşıklaşıyor.

Zulme, savaşa karşı olmak, insan kalabilme çabasıdır. Yas tutabilme yeteneğini yitiren kişiler/toplumlar psikolojik normalleşmeyi de yitirirler. "Taiz'de, Rojava'da, Gazze'de, Ankara'da, Roma'da, Berlin'de... Savaşa/zulme her yerde her zaman hayır...”

Ruhu şad olsun...


KAYNAKLAR: