YAZARLAR

25 Kasım, Hüda Kaya, Gültan Kışanak

Din, iktidar, ataerki işbirliğiyle yönetim erklerinin politikaların aparatına dönüştürüldüğü ortamda her kadın ve her çocuk gibi gazeteciler, hak savunucuları, politikacılar, Hüda Kaya ve Gültan Kışanak gibi kadınlar, Can Atalay gibi seçilmiş vekiller dahil erk-ek şiddetinden kimse güvende değilse mücadele ortaklaştırılmalı.

Kadına yönelik ataerkil şiddetin cinskırım/kadın kırım boyutuna ulaşması, din-devlet ilişkisiyle doğrudan bağlantılı. Erkek din, erkek devlet, her bir eril şiddet failini koruyucu kanatları altında sarmalıyor adeta. Sopa olarak kullanılan yargı ve şiddetle mücadele görevini ihmal eden kolluk da bu işbirliğinin ayrılmaz parçaları. Cinsiyet eşitliği, eşit yurttaşlık ve özgürce güvenli yaşam mücadelesi veren kadınlar karşısında baba, koca, nişanlı, sevgili, akraba, arkadaş ya da musallat olan erkek şiddeti pek yalnız kalmış görünüyor olmalı ki kamu gücüyle destekleniyor.

Cinskırım kavramı, eril şiddetin tekil örneklerden ibaret kalmayıp sistematik biçimde desteklendiğini göstermek için gerekli. Erk salt şiddetle mücadele mekanizmalarını atıl hale getirmekle de yetinmiyor üstelik. Cinsiyet temelli şiddetle mücadelenin temeli cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve bu nedenle kadınlar eşitlik mücadelesi veriyor. Tam da bu nedenle eşitlik karşıtı iktidar kadına yönelik devlet şiddeti anlamına gelen politikalar geliştiriyor. Örneğin karma eğitim zorunluluğuna son verme girişimi bu politikaların başında geliyor. Daha ilk öğretimden itibaren küçücük çocukları cinsiyetlendirilmiş bedenler olarak göstermekle eşitlik arayışına kökten set çekmek istiyor. Bu politikanın çocuklara vereceği zarar önemsenmiyor. Sadece bir şehirde, Urfa Barosunun raporuna göre 18 aylık süredeki 988 çocuk cinsel istismara maruz kaldı. Korkunç bir sayı olmakla birlikte daha korkunç olan bu sayının cinsel istismar şikayetinde bulunanlar arasından soruşturmaya değer bulunup, mahkeme kayıtlarına geçmiş suçların sayısı olması. Ve ülkemizde cinsel saldırı suçlarının pek azı yargıya intikal ediyor, bilgisini de üstüne ekleyelim. Durum vahim ve iktidar güya çocukları birbirinden korumak istermiş gibi karma eğitime son vererek cinsiyet ayrımcılığını, gender apartheid sistemine ilerletiyor. Kadın eşitlik mücadelesini önlemek için çocukları, yetişkinlerin önüne yem olarak attığının farkında değil. Ya da çok farkında….

Şiddet yasasına saldırılar, utanç verici ataerkil şiddeti koruma altına almak isteyen siyasetçilerin, partilerin yine gündeminde. İktidar da aile kavramını ağzında sakız gibi çiğneyerek çürütmeye devam ederken eğitim ve istihdam alanlarında kadın varlığını daha da azaltma işini kamu kaynaklarıyla çözmeyi planlayan fon icat etti. Vergilerimiz biraz da gençleri borçlandırmaya hizmet edecek bundan böyle. 18-27 yaş aralığı pedagojide seçme yaşı olarak tanımlanır. Okul seçme, meslek seçme, iş seçme yaşlarında çocuklarımız artık sadece eş seçmekle sınırlandırıldı. Sosyolojiyi öyle bir yasa maddesiyle değiştiremeyecekler ve yükselen evlenme yaşını geri çekmeleri mümkün olmayacak bu yasayla. Ama aile bahaneli fon ile kamu kaynaklarını kadın düşmanlarına aktarmaları kolaylaşacak. Üstelik kadıları işgücü piyasasından geri çekme yolunda bir adım daha atmış olacaklar. Eşitlikten uzaklaştırıp eril şiddet mağduru olmaya yakınlaştıracaklar kadınları.

İktidarın bu örneklerden çok daha fazla olan kadın ve eşitlik karşıtı politikaları, eril şiddeti cinskırım olarak isimlendirmenin bir diğer gerekçesi. Çünkü kadınlara yönelik kolektif cezalandırma yöntemi kuruluyor bu politikalarla. Şiddet , erkek, erk, yargı, kolluk, siyaset işbirliğiyle sistematik olarak gerçekleştirilip, kadın cinsine yönelik kolektif  olarak uygulandığı için cinskırım demekten başka bir seçenek kalmıyor elimizde. 25 Kasım erkek/devlet şiddetiyle uluslararası mücadele gününe bu yıl artan şiddet, artan politik baskı ve haklarımızın gaspı yönünde atılan adımlar sıklaştı, anayasa ve medeni yasa, aile hukukunun tehditi altında. Devlet kadınları hedefe koymuş halde ve 25 kasımlar tam da bu nedenlerle uluslararası mücadele günü olmuştu.

Erk-ek şiddetinin yöntemlerinden birisi de malum iktidarın muhaliflerini sindirme politikası. 25 yıl önce üniversitelerde başörtülü kadınların okumasını engelleyen yasağa karşı çıktığı için Malatya DGM’de, üç kızıyla birlikte idamla yargılanan Hüda Kaya, 25 yıl aradan sonra tekrar cezaevinde. Cumhur İttifakı destekli AKP iktidarı ile 28 Şubat darbe iktidarı arasında erk şiddeti yönünden hiçbir fark olmadığını gösteren çarpıcı örneklerden birisi. Darbecilerin desteklediği iktidarla seçilmiş iktidar arasında muhaliflere yönelik erk-ek şiddeti yönünde fark olmadığı bir kere daha görüldü. Üstelik yargıyı sopa olarak kullanma politikası yönünden de başörtüsünü yasaklayanla başörtüsüne anayasal güvence getirme iddiasında olan arasında da hiçbir fark olmadığını ortaya koyuyor, Hüda Kaya neden tekrar cezaevinde sorusuna cevap olarak, tıpkı Gezi gibi iktidarın kin ve hınç davasına dönüşen Kobane olayları demek gerekiyor.

7-8 Ekim 2014 tarihli Kobane olayları nedeniyle daha önce ifadesi alınmış ve yine yıllar sonra açılmış, sürmekte olan dava dosyasında yer almayan Hüda Kaya hakkında 2023 Temmuzunda aynı konuyla ilgili yeni bir soruşturma başlatılmış. Tutuklama kararının neden verildiği bilinmiyor çünkü dosyada gizlilik kararı var. Fakat sorun bundan ibaret değil. İfadesi alındıktan sonra sevk edildiği mahkemece tutuklanmadan hemen önce dava dosyası hakime ulaşmış, avukatların belirttiğine göre. Kaçma şüphesi gerekçesiyle alınan tutuklama kararının dosya içeriğinden bağımsız ve önceden verilmiş bir karar olma ihtimali gerçekten çok yüksek. İfadesi alınırken sorulan soru böyle düşünmek için yeterli neden oluşturuyor. Savcılık sorguda sadece 7-8 Ekim olayları hakkında ne düşündüğünü sormuş Hüda Kaya’ya. İki dönem HDP milletvekili olarak parlamentoda yer almış bir politikacı ve defalarca bu konuda ifadesi alındığı halde… İktidar Kobane davasını sonlandırmak yerine saçaklandırıp çok daha fazla uzatmak istiyor gibi. Kürt siyaseti üzerindeki yargı sopası baskısından vazgeçmeye niyeti yok anlaşılan ve açık, somut deliller de bulamadığını düşündürüyor bu durum.

Diğer yandan Hüda Kaya’nın gözaltına alınış ve tutuklanış süreci davadan da bağımsız olarak savcılık eliyle itibar suikastı izlenimi veriyor. Yurt dışındayken soruşturma başlatıldığını öğreniyor Hüda Kaya. Yurda döndükten sonra soruşturma kapsamında ifade vermek için özel çaba harcıyor. İki günde bir savcılık kalemi aranarak ifade vermeye hazır olduğunu söylemesine rağmen savcının meşguliyeti gerekçesiyle çağrılmıyor. 1 Kasımda yurt dışına çıkması gerektiğini ve hatta uçak kalkış saatini de iletiyor savcılığa ve buna rağmen bir türlü savcılığı ikna edip ifade veremiyor. Bu hayli ilginç ifade meselesi, sanki Hüda Kaya’yı yurt dışına kaçarken yakalanmış izlenimi vererek kamuoyuna, en çok AKP tabanına karşı tutuklama kararına meşruiyet kazandırma çabası gibi duran tuhaf bir durum. Ama Hüda Kaya’yı kaçmak üzereyken yakalamış izlenimi vermek zorunda kalacak kadar da çaresiz kalındığını gösteriyor. Hem Hüda Kaya’nın iktidar tabanındaki etki gücü hem soruşturma dosyasının ve Kobane davasının zayıflığı ile ilişkili olmalı. Her devrin özgürlük mücadelecisi ve her kesimden mazlumun hak savunucusu olarak tanınan bir kadın politikacıya karşı muktedirin böylesi uzun ince hesaplar yapmak zorunda kalışı… Ne diyelim ilginç işte…

Benzer bir durum Gültan Kışanak için de geçerli. 7 yıllık tutukluluk süresini doldurduğu halde tahliye edilmesi için hala yargıya gerekli talimatın verilmediği anlaşılıyor. Kanun ortada ama hukuk yerine talimat üstün olduğu için talimat makamının keyfi bekleniyor gibi. Benzer örnekler çok fazla ama teker teker saymak yerine eril zihniyet sisteminin kadın erkek herkes için ne denli büyük tehlike oluşturduğunu bilmek en önemlisi. Din, iktidar, ataerki işbirliğiyle yönetim erklerinin politikaların aparatına dönüştürüldüğü ortamda her kadın ve her çocuk gibi gazeteciler, hak savunucuları, politikacılar, Hüda Kaya ve Gültan Kışanak gibi kadınlar, Can Atalay gibi seçilmiş vekiller dahil erk-ek şiddetinden kimse güvende değilse mücadele ortaklaştırılmalı.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.