19 Aralık katliamı

Muhtemelen yapacağımız hiçbir şey veya bize, mahkûmlara verilen hiçbir söz bu operasyonu engellemeyecekti. Operasyonda görev alan hiçbir görevli, kendi arkadaşlarını öldürenler dahil cezalandırılmadı.

Google Haberlere Abone ol

Zeki Rüzgâr*

Türkiye'de cezaevleri deyince akla işkence ve katliam gelmektedir.

Ancak ilginç bir şekilde internet ve gazete arşivlerinde bu katliamlar ile ilgili bir araştırma yapmak istediğinizde, ilgili bütün haberlerin silindiğini görüyorsunuz.

Yüz yıldır ülkemizdeki bütün devlet suçları için yapılan tek şey arşivleri temizlemek. Bu suçlarla yüzleşmek, sorumluları cezalandırmak, mağdurlardan özür dilemek, zararları tazmin etmek hiçbir muktedirin veya yöneticinin aklına gelmiyor.

Devrimci-demokrat muhalefetin, tüm söylemlerine rağmen hafızayı diri tutmak adına sağlıklı bir hafıza bankası kuramamış olduklarını da böylece görmek mümkün.

Bir kısmına meslek hayatımda tanık olduğum, bir kısmına ise çok küçük bilgiler halinde ulaşabildiğim cezaevleri katliamlarının listesi ise söyle:

1978 yılında Balıkesir Cezaevi'nde önleri açılan faşistlerce 2 siyasi mahkûmun dövülerek katledilmesi;

1978 yılında aynı yöntemle Sağmalcılar Cezaevi'nde 2 siyasi mahkûmun dövülerek katledilmesi;

21 Eylül 1995 Buca Cezaevi'nde 4 siyasi mahkûmun askerler tarafından dövülerek katledilmesi,

4 Ocak 1996 Ümraniye Cezaevi'nde 3 mahkûmun askerlerce katledilmesi;

24 Eylül 1996 Diyarbakır Cezaevi'nde 10 siyasi mahkûmun askerlerce dövülerek katledilmesi;

26 Eylül 1999 Ulucanlar Cezaevi'nde 10 siyasi mahkûmun işkence edilip, dövülerek katledilmesi;

5 Temmuz 2000 Burdur Cezaevi'ndeki katliam provası ile Veli Saçılık'ın kolunun koparılması;

1980-1984 yılları arasında işkenceyle ve dövülerek öldürülen siyasi mahkûm sayısı sadece Diyarbakır cezaevinde 34 olarak kayıtlara geçmiş ise de gerçek sayı bundan daha fazladır. Diğer cezaevlerinde öldürülen insanların sayısına ilişkin bir bilgiye ulaşmak bile mümkün değil. 100 yıllık ülke tarihinde cezaevlerinde işkence ile öldürülen insanların gerçek sayısının on binleri bulacağından kuşkunuz olmasın.

Fakat, en önemli cezaevi katliamı 19-22 Aralık 2000 tarihlerinde 20 cezaevinde aynı anda gerçekleştirilen ve 28 mahkûmun katledildiği operasyondur.

Sosyo-ekonomik koşulları uzmanlarına bırakacak olursak, yaklaşmakta olan emperyalist sistemin krizlerinden çok önce bizim işbirlikçi sermayedarlar sıcak para akışlarının kesilmesi ile krize girmişlerdi. IMF'nin dayatacağı ve ülkedeki bütün emekçilerin sırtlarına yüklenecek faturaları ödemeye razı olmaları için, devrimci demokrat muhalefetin sesinin kesilmesi şarttı.

Dışarıda katliamlar, işkenceler, yargılı-yargısız infazlarla, gözaltında kayıplarla, hayata geçirilen algı operasyonlarıyla devrimci muhalefetin sesi büyük oranda kesilmişti. Ancak hâlâ cezaevleri muhalefet odağı olarak varlıklarını sürdürüyordu.

Bütün bir ülkeyi cezaevi hücresine çevirebilmeleri için büyük bir gözdağına ihtiyaçları vardı. Zaten 1996 yılından bu yana gerek Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla, gerek 26 Eylül 1999 Ulucanlar Cezaevi Katliamıyla, gerekse 5 Temmuz 2000 Burdur Cezaevi Katliam girişimiyle olsun epey tecrübe edinmişlerdi.

1998 yılında Ali Suat Ertosun Cezaevleri Genel Müdürlüğüne getirilmişti. "Cezaevi sorununu iki kilo siyanur ile çözerim” diyen Adalet Bakanlığı bürokratlarına özendiğinden olsa gerek, şu aralar halen Demokrat Haber sitesinde dayağın ne kadar gerekli olduğunu anlatmakla meşgul olan Ali Suat Ertosun, gelir gelmez cezaevlerini yaşanmaz hale getirmek için elinden yapmıştı.

Göreve geldikten kısa bir süre sonra Ulucanlar, ardından Burdur Cezaevlerindeki vahşete imza atmıştı. Bütün çabasına rağmen siyanür kullanmasına izin alamamış olmalı ki, o da başka kimyasal gazlar bulmuştu.

Ulucanlar Katliamı sırasında itfaiyenin yangın söndürme araçlarındaki suya karıştırılarak sıkılan bu kimyasal gazlar, 19 Aralık günü çatılarda açılan deliklerden insanların üzerine direk dökülmüştü.

Bayrampaşa Katliamında yaralı kurtulan ve bu gazlar nedeniyle vücudunda ciddi yanıklar bulunan Birsen Kars bu gazları ve etkilerini şu sözlerle dile getirmişti:

“Bomba atmak için deldikleri koğuş tavanından demir kafes içerisinde bir cisim indirdiler. Kara bir duman çıkaran bu farklı nesne nedeniyle plastik gibi eridiğimi hissediyordum. Kimyasal gazla yakılıyorduk. Üstüm başım sapasağlamdı ancak derim adeta sıvılaşmıştı. Çevremden saç ve deri yanığı kokusu geliyordu. Sonra önümde saçlar uçuşmaya başladı. Uzandım, benim saçlarımdı.”

Bu arada siyasi mahkûmların bir daha bir araya gelerek bir güç haline gelmelerini engellemek ve ağır tecrit altında siyasi düşünce ve kimliklerini yok edebilmek için F Tipi işkence cezaevlerinin planlarını da hemen hazırlatmıştı.

Bu cezaevlerinde en fazla üç kişi bir araya gelebilecekler ve böylece her türlü fiziki ve psikolojik saldırıya kolayca maruz bırakılabileceklerdi.

Cezaevlerindeki mahkûmlar, bu hücre tipi cezaevlerine gönderilerek yaşayan ölüye çevrileceklerini öngörmüşlerdi. En önemlisi ise bunun aslında bütün halka yönelik bir gözdağı saldırısı olduğunu anlamışlardı. Bu nedenle birçok eylem ve açlık grevinin ardından, 20 Ekim 2000 tarihinde açlık grevine başladılar. Ancak saldırıların durdurulamayacağını anlayınca eylemlerini ölüm orucuna çevirdiler.

Ölüm oruçları, halkın ve tutuklu ailelerin harekete geçmesini sağladı. Cezaevi İzleme Heyetleri kuruldu. Bu gelişmelerin ardından Bakanlık, benimle birlikte iki avukat arkadaşım ve yedi tutuklu ailesinden oluşan bir heyeti kaba inşaatı bitmiş Sincan F Tipi Cezaevinin inşaatında gezdirerek aslında nasıl güzel bir cezaevi yaptıkları konusunda, bizim üzerimizden tüm muhalefeti ikna etmeye çalıştı. Ancak bizim gördüğümüz insanı boğan tecrit odaları ve derin dehlizlerden oluşan bir cezaevi, insanların işkence edilirken seslerinin duyulmasını önleyecek süngerli odalardı.

Bizden hayır gelmeyeceğini anlayınca işbirlikçi gazetecilerden oluşan başka bir heyet götürüp aynı yerlerde gezdirdi. Onların gördüğü ise “beş yıldızlı otel odaları kıvamında insani” bir cezaevi oldu. Ergenekon Davaları sırasında tutuklu hiçbir generalin kalamayıp sahte doktor raporlarıyla kendilerini GATA'ya (Ankara'daki en büyük askeri hastane) atmalarından; daha sonra bu “beş yıldızlı otellerde” kalmak zorunda kalan gazeteci, aydın birçok insanın tanıklığından gazetecilerin, o dönem yalan söylediğini, çeşitli çıkarlar karşılığında sahte haberler yaptığını anlamak mümkün.

Eski Genel Kurmay Başkalarından İlker Başbuğ'un, bir dönem “terörist” olarak zorunlu ikamet ettiği Silivri F Tipi Cezaevi isimli “beş yıldızlı otelde" iken gözyaşlarını üzerine akıtarak yazdığı ve bir televizyon kanalında okunan mektubunda da anlattığı üzere “Bu cezaevlerinde her uygulama mahkûmlara ve ailelerine bir işkence” olacak şekilde dizayn edilmişti.

Sonuçta bütün toplumu sindirmek için sık sık dile getirilen “Silivri Soğuktur” sloganı, boş bir slogan değil.

2000 yılında F Tipleri bu kadar yakından bilinmediği için, bir ikisi dışında ülkenin bütün gazete ve televizyonları bu cezaevlerinin örgütlerin baskısı altındaki insanları kurtarmayı hedeflediğini; mahkûmların kandırılarak açlık grevine zorlandıklarını, cezaevlerinin örgüt denetim merkezleri olarak çalıştığını, hatta daha da ileri giderek “ölüm oruçlarının sahte olduğunu” ve ölüm oruççularının gizli gizli yemek yedikleri yalanını söylemekte sakınca görmüyorlardı.

Devlet yetkilileri, özellikle Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, F Tipi Cezaevlerinin inşaatının bitmesine kadar toplumda oluşan muhalefeti bastırmak için çeşitli politikalar yürüttü. Benim de için bulunduğum avukat ve tutuklu yakınlarından oluşan heyetleri defalarca kabul ederek sözler vermeyi sürdürdü. Başka birçok kurum temsilcilerinden oluşan çeşitli heyetleri kabul ederek, ne kadar insancıl bir kişiliği olduğunu, mahkûmların insani yaşam koşulları için çaba sarfettiği yalanını söylemekten geri durmadı. Bu görüşmelerde sürekli olarak sorunun çözümüne yaklaşıldığı ve mahkûmların taleplerinin karşılanacağı izlenimi verdi.

Özellikle İstanbul'da kurulan “Cezaevleri İzleme Kurulu” çok etkili görüşmelerde bulundu. Yücel Sayman, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Oral Çalışlar ve Mehmet Bekaroğlu'ndan oluşan bu heyet bir süre sonra çok öne çıktı ve adeta mahkûmların sesi oldu. Fakat tüm çabalara rağmen, devletin geri adım atmaya niyeti yoktu ve tüm girişimleri kamuoyunu beklentiye sokmak ve F Tipleri bitene kadar zaman kazanmak için kullanmayı çok iyi bildi. Elbette demokrat görünümü ile Hikmet Sami Türk, bu politikanın hayata geçmesinde temel işlev gördü.

Nihayetinde 30 Kasım 2000'de Bakanlar Kurulu, hapishanelerdeki açlık grevleri ve ölüm oruçlarının sona ermemesi halinde müdahale edileceğini açıkladı.

5 Aralık 2000 tarihinde dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, “hapishanelerde 48. güne giren ölüm oruçlarının sona erdirilmesini" istedi.

6 Aralık 2000 tarihinde Adalet Bakanı Türk, F tipi Cezaevlerinin hukuki düzenleme yapılmadan açılmayacağı güvencesini tekrarladı ve eylemlere son verilmesini istedi.

9 Aralık 2000 tarihinde TBMM, İnsan Hakları İnceleme Alt Komisyonu üyeleri ile bir grup yazar ve gazeteci ölüm oruçlarının sona erdirilmesi için Bayrampaşa Cezaevi’ni ziyaret ederek ‘arabuluculuk’ görüşmeleri yaptı.

10 Aralık 2000 günü, ölüm oruçlarının bitirilmesi için Bayrampaşa Cezaevi’ne giden İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici, "mahkûmların taleplerinin çok ağır olduğunu söyledi.”

11 Aralık 2000 günü, hükümet ortağı üç partinin genel başkanı Mecliste bir araya gelerek cezaevi doktorlarının ölüm oruçlarının bitirilmesi için “ikna çabasında” bulunacaklarını açıkladı.

12 Aralık 2000 günü, F Tipi Cezaevlerini protesto etmek amacıyla Adalet Bakanlığı’na yürümek için ailelerin “Destek Açlık Grevi” yaptığı ÖDP Ankara İl Binası önünde toplanan insanlara çok şiddetli ve sivil faşistlerin de katıldığı bir saldırı düzenlendi. Açlık grevindeki aileler gözaltına alındı.

13 Aralık 2000 günü RTÜK, aldığı kararla açlık grevleriyle ilgili yayın yapılmasını yasakladı.

14 Aralık 2000 günü, ‘arabulucu heyetler’ görüşmelerden çekildiğini açıkladı.

17 Aralık 2000'de ise Devlet Güvenlik Mahkemesi, bir kararında “F Tipi Cezaevlerine karşı yapılan eylemlere katılmayı” örgüt üyeliğine delil olarak saydı.

17 Aralık 2000 günü, Sivil toplum örgütleri temsilcileriyle görüşen Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, ölüm oruçlarının durdurulması için F Tipi’nin erteleneceğini, cezaevlerinin kamu ve sivil denetime açılması için yasal bir düzenleme yapılacağını söyleyerek en büyük yalanını söyledi ve kamuoyunun tepkilerinin yatışmasında büyük rol oynadı.

18 Aralık 2000 günü İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici ile görüşen aralarında Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin de bulunduğu bir grup sanatçı ve aydın, “Cezaevlerinde devam eden ölüm oruçlarını çözüme ulaştırmak istediklerini ve çözümün yaklaştığını” söyledi.

19 Aralık 2000 günü ise sabah saat 04:38 sıralarında 20 ilde eş zamanlı olarak cezaevlerine saldırı başlatıldı.

Polis ve askerler kurşunla ve darp ederek 28 mahkûmu öldürdü. 5 mahkûm ise operasyonu durdurmak için kendilerini ateşe verdikleri için yaşamını yitirdi.

Nedeni ve sorumluları açıklanmasa da operasyon sırasında ölen iki askerin de arkadaşları tarafından G3 piyade tüfekleriyle sırtlarından vurularak öldürüldükleri Adli Tıp raporlarıyla kanıtlandı.

Eylemlerin devam etmesi nedeniyle ölüm oruçlarında ölenlerin sayısı 122'ye çıktı. Cezaevinden tahliye edilen ölüm orucundaki mahkûmların kaldığı Küçükarmutlu'daki evlere yapılan operasyonda 4 kişi polis kurşunu ile, Hollanda'da sürdürülen destek eylemlerinde ise bir kişi faşistlerin saldırısı sonucu katledildi.

Operasyonu protesto etmek için sokağa çıkan 3 binden fazla insan gözaltına alındı ve çoğu ağır işkencelerden geçirildi. Onlarcası tutuklandı.

Ancak, 18 Aralık 2000 günü, bugüne kadar hiç dile getirilmeyen başka bir gelişme de yaşandı.

İstanbul'da bulunan ve Cezaevi İzleme Kurulu'nun görüşmelerinde yer alan bir avukat arkadaş beni aradı. Siyasi mahkûmların temsilcileri ve İstanbul Başsavcısı Ferzan Çitici arasında bir görüşme olduğunu; bazı taleplerin kabul edileceği, cezaevlerindeki sorunların çözümü için F Tipi Cezaevlerinin iyileştirileceği, Cezaevi İzleme Kurullarının, Baro ve Tabipler Birliği temsilcilerinden oluşan sivil heyetlerin denetimlerine açılması için yasal düzenleme yapılacağı ve bunlar yapılana kadar F Tipi Cezaevlerine hiç kimsenin gönderilmeyeceği sözü verildiğini; bu nedenle mahkûmların İstanbul Cezaevleri İzleme Kurulu, avukatlar ve ailelerden oluşan bir heyetin Bayrampaşa Cezaevine gelerek bu sözlere tanıklık etmesinden sonra ölüm oruçlarını bitirmeye karar verdiklerini söyledi.

Görüşmede benim de bulunmamı istediklerini ekledi. Ancak Mehmet Bekaroğlu'na ulaşamadıklarını, onu da alarak İstanbul'a gitmemi beklediklerini iletti. Bunun üzerine bütün gün boyunca Mehmet Bekaroğlu'na ulaşmak için çaba sarfettim. Ancak tüm çabama rağmen ulaşamadım. Daha önce birçok defa görüştüğüm için telefonu bende vardı. Bu telefonu gün boyu kendi telefonumdan ve onlarca başka telefondan aradım. Telefon çalmasına rağmen hiç açılmadı. Meclisteki sekreterinden de nerede olduğunu öğrenemedim.

Gün boyu birçok defa avukat arkadaşla da görüştüm. Bu arkadaşıma Cezaevine giderek bu haberi basın ile paylaşmak için izin almasını rica ettim. Ancak, avukat arkadaş temsilcilerin, ertesine güne kadar beklemeye karar verdiklerini söyledi. Bunda Mehmet Bekaroğlu'nu boşa düşürmek istememelerinin ve biraz da verilen söze güvenmelerinin etkisi olduğunu düşünüyorum.

18 Aralık 2000 günü gece yarısına kadar Mehmet Bekaroğlu'na ulaşamayınca, ölüm oruçlarını bitirecek görüşmelere katılmak için Çağdaş Hukukçular Derneğinden 4 avukat arkadaşımla yola çıktık. Ancak Bolu Dağını yeni geçmiştik ki, Milliyet Gazetesi Ankara Bürosunda çalışan bir muhabir arkadaş sabah 04:30 sıralarında cep telefonumdan arayarak “Operasyon için askerlerin birliklerden çıkmaya başladıklarını” söyledi. Ankara'ya dönmek zorunda kaldık.

Sabah daha gün aydınlanmadan, ülkenin birçok yerinden katliam haberleri ve ailelerin yardım çığlıklarına ilişkin haber ve telefonlar gelmeye başladı.

19 Aralık günü Mehmet Bekaroğlu'yla telefonda son bir kez daha görüştüm. Bu görüşmeden sonra kendisini bir daha aramadım. Bana, “Askerler tarafından kaçırıldığını, bilmediği bir yere götürülüp telefonunun elinden alındığını, operasyon sabahı salındığını” söyledi. Bana daha önce de bir yasa tasarısı hazırlığı nedeniyle, Refah Partisi'nin hükümet ortağı olduğu dönemde askerler tarafından ailesiyle tehdit edildiğini anlatmış olduğu için, o gün suskunluğunu makul bulmuştum. Ancak, aradan geçen 23 yıl boyunca o güne dair suskunluğunu korumaya devam etmesini makul karşılamam artık mümkün olmuyor.

Son on yıl içinde, yaklaşık 6 yıl ülkede kaçak yaşamak zorunda kalmam ve son 4 yıldır da Avrupa'da, gözaltı ve kamplarda yaşamak zorunda kalmam, artık Mehmet Bekaroğlu'na ulaşıp o gün gerçekten ne olduğunu bir daha sorma imkanımı da ortadan kaldırdı.

Operasyonda görev alan hiçbir görevlinin, kendi arkadaşlarını sırtlarından vurarak öldürenler dahil, açılan davalara rağmen cezalandırılmaması; Ali Suat Ertosun'un, ayrıca Erciş Kardeşlerle cezaevinde görüşerek Mustafa Duyar'ı öldürmeleri için anlaştığını Erciş Kardeşlerin itiraf etmesine rağmen, önce Yargıtay, sonra Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğine getirilmesi, “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirilen tek bürokrat olması; operasyonun iktidar ve onların hizmetkarı olan devlet açısından önemini yeterince göstermektedir.

Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Hürriyet Gazetesinde yayınlanan bir röportajında, “Operasyona katılacak jandarma özel birliklerinin bir yıldan bu yana cezaevlerinin birebir maketleri üzerinden eğitildiklerini, cezaevlerine giriş yapacakları duvarların bile önceden onlara öğretildiğini” açıklamakta sakınca görmedi. Hatta, operasyondan önceki son günlerde, operasyonu yapabilmek için mahkûmları ve yetkilileri zorladıklarını ekledi.

Sadettin Tantan'ın sözlerinden anlaşılacağı üzere muhtemelen yapacağımız hiçbir şey veya bize, mahkûmlara verilen hiçbir söz bu operasyonu engellemeyecekti.

Çünkü, 19 Aralık günü televizyonlardan canlı olarak halka izlettirilen o katliam olmasa, bugün ülkece bu karanlığa, her yönü ile hırsızlık ve talana bulaşmış düzene bu kadar kolay teslim olmayacak; ülkemizin kocaman bir hapishaneye çevrilmesine razı gelmeyecektik.

Anlayacağınız, o gün sadece siyasi mahkûmlar değil, bütün bir ülke olarak saldırıya uğradık. Mahkûmlar belki öldüler ama yenilmediler, geri kalan milyonların ise katliamı izleyerek teslim olduğu bir gerçek.

* Avukat