150 kitap çeviren Akınhay: Tahliye olduğumda bir meslek sahibiydim

Osman Akınhay'ın yaklaşık 35 senede makaleler ve kısa metinler dışında, 150 çeviri kitabı var. Çeviri serüveni cezaevinde başladığı için İngilizce duyduğunda anlamakta güçlük çekebilen Akınhay, Tarık Ali'nin “Çevirisi iyidir, ama ‘nice to meet you’dan fazlasını umma, duyduğunu anlamıyor” dediğini anlatıyor. Akınhay şimdi bir CIOL üyesi, sertifikası teyitli bir çevirmen.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - İlk çevirisi Çanakkale Cezaevi’ndeyken Rus devrimi tarihçisi Edward Hallett Carr’ın “Nationalism and After” kitabı oldu. Yaklaşık 35 senede makaleler ve kısa metinler dışında 150 kitap çevirdi ve fakat İngilizce konuşamıyor. Daha da doğrusu duyduğunu anlamıyor. Bunun sebebi İngilizceyi cezaevinde öğrenmiş olması. Zaten çeviri serüveni de cezaevinde başlıyor.

Çoğunun bildiği üzere yazar, çevirmen Osman Akınhay aynı zamanda Agora Kitaplığı’nın kurucusu. “On beş yaşımda sosyalizmle tanıştığımdan beri kitap/teori benim neredeyse altıncı uzvum oldu” diyen Akınhay’ın ilk akla gelen çevirileri: Susan Sontag, Virginia Woolf, Edward Said, Eric J. Hobsbawm, John Berger, Naomi Klein, Arundhati Roy, Noam Chomsky, Tarık Ali, Gabriel Garcia Marquez, Paul Auster, Vladimir Nabokov ve Jorge Luis Borges.

Akınhay, 1980’de cezaevine girdi. Müebbet hapis cezası alınca şöyle bir yuvarlak hesap yaptığını söylüyor: “Müebbet hapsin yatar süresi o zamanlar 19 sene 2 aydı. Ben 14 aylık tutukluydum ve önümde temiz bir 18 sene vardı.” Bunun üzerine imkânlar ölçüsünde koğuşta İngilizce metin ne bulursa başlamış okumaya.

akinhay
1988'de, Çanakkale cezaevinde, C/2 koğuşunun yemekhanesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Reform'u çevirirken.

150 kitabın çevirisine eşlik eden hayatta neler yaşanmış? Dünya edebiyatına, yeni fikirlere, kavramlara, teorilere yetişebiliyor muyuz? Çevrilen kimi metinler için ‘suyun suyu’ denir. Çok yanlış anladığımız düşünürler, düşünceler var mı? Şimdilerde İngiltere’de yaşayan Osman Akınhay’la konuştuk.

100’ü aşkın çeviriniz var. Hakkınızda çıkan söylentiye göre İngilizce konuşamıyorsunuz? Doğru mu?

Çevirdiğim kitap sayısı bir sonraki kitapla 150 olacak. Yaklaşık 35 senede makaleler ve kısa metinler dışında, 150 çeviri kitap. Şu anda Amerikalı yönetmen Edward Dmytryk’in On Film Editing’ini çeviriyorum. Bunu bitirince daha da devam edeceğe benziyorum. 150. kitabın ise özel bir kitap olmasını istiyorum. Umarım bu arzumu gerçekleştiririm.

İngilizce’yi konuşamama gelince. Söylenti değil bu, gerçek payı var. Bu pay yüksek hatta. Zora düştüğümde derdimi bir şekilde anlatıyorum, ama ben duyduğumu anlamıyorum, iyi anlamıyorum, anlasam da zor, bölük pörçük anlıyorum, duyduğum cümle içinde (siyasi, vb. bir cümle değilse) bir kelimeyi kapıp mealini tasavvur ediyorum. Eksik olanı karşımdakinin yüz ifadesine, mimiklerine, el kol hareketlerine de bakarak tamamlamaya gayret ediyorum. Yani bende bir karşılıklı konuşma olamıyor doğru düzgün, “hı” deyip kalıyorum. Bunun temel sebebi, İngilizce’yi öğrenme şeklim ve öğrendiğim yer. Kendi payıma, bilinçli bir karardı çünkü. Ayrıca masa başında ve evde çalışıyorsanız dışarı çıktığınızda “yeah, sorry, thank you, i would like to take this one, Latte please, no receipt” diyerek günü tamamlayabiliyorsunuz. Birisi yer yol tarifi sorduğunda da kendimi “go ahead, turn left, tam karşınızda” derken buluveriyorum.

‘KOĞUŞTA NE VARSA İNGİLİZCE KİTAP OKUMAYA BAŞLADIM’

İngilizce’yi cezaevinde öğrendiniz, değil mi?

Evet. Ben cezaevine Ağustos 1980’de girdim. Yirmi yaşımı yeni doldurmuştum. Girdikten bir ay sonra da 12 Eylül askeri cuntası geldi. O sırada bir İngilizce bilgim yoktu, pek merakım da yoktu. Lisede ne gördüysem, “Mr. And Mrs. Brown” seviyesindeydim yani. 1976’da çok çok istediğim Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanmıştım ve fakültede eğer Hariciye bölümünü seçmeyi düşünmüyorsanız yabancı dile pek önem verilmiyordu. Eğitim vardı ama ben ODTÜ’den bir örgüt arkadaşımı yerime muafiyet sınavına sokmuş ve okul boyu yabancı dilden kurtulmuştum. Zaten o zamanlar siyasal çalkantının en yüksek olduğu zamanlardı. Biz devrimin eşiğine geldiğimizi varsayıyorduk, onlar askeri darbe yaptılar. Cezaevine girdiğimde müebbet hapis yiyeceğimi aşağı yukarı kestiriyordum.

Daha cezaevine alıştım alışamadım derken 12 Eylül darbesi olunca, hatta darbeden 15 gün önce A ve B bloklarda koğuşlara yaptıkları hunharca bir saldırıda elimizde defter kitap ne var ne yok yağmalayıp almışlardı. Daha sonra bir kitabı ilk elimizde tutmamız 1981 Kasım ayında oldu. O tarihlerde üniversite ve lise okul kaşeli ders kitaplarını içeri almaya karar vermişlerdi ve çoğu tutuklu arkadaşım gibi ben de hemen İngilizce çalışmaya koyuldum. ODTÜ’de okutulan “Project One” serisinde hızla ilerledim ve henüz grameri bitirmeden koğuşta ne varsa İngilizce kitap okumaya başladım.

İşte 1981 sonunda yabancı dil çalışmaya başlayınca kendimce şöyle bir akıl yürüttüm: Müebbet hapsin yatar süresi o zamanlar 19 sene 2 aydı. Ben 14 aylık tutukluydum ve önümde temiz bir 18 sene vardı. “Ne işime yarar yabancı dil bilmek?” diye sordum kendime ve “Okuduğumu anlamaya, sevdiğim kitaplar bulabilirsem onları ana dilinden okumaya” dedim. Dışarı çıkmak bir fantezi olarak dahi havsalamda olmadığı için “telaffuz benim neyime” diye düşündüm ve doğrudan ‘göz hafızasıyla’ çalıştım. ‘Kulağa’ hiç önem vermedim. Bir nevi spesifik bir hapishane İngilizcesi öğrenmiş oluyordum yani. Şimdi aramızdan ayrılmış bulunan şair arkadaşım Mansur Balcı’nın deyişiyle “dilden dile, kültürden kültüre mana transferi” yapıyordum. Daha sonra, uzun seneler içerisinde ‘göz hafızası’na yüklenip ‘kulağı’ hep boşlayınca herhalde ‘öğrenilmiş çaresizliğe’ dönüştü, ben de umursamadım. Umursamam için bir mücbir sebep yoktu.

İşte öyle, Mamak’ta değiştirdiğim bütün blok ve koğuşlarda çalıştım, çalıştım ve 1982 sonlarında elime geçirdiğim Alan Paton’ın Cry the Beloved Country kitabının basitleştirilmiş bir versiyonunu kendi kendime çevirmeye kalktım. Mamak D Blok’ta, müzisyen Ali Asker’le altlı üstlü ranzada kalıyorduk o zaman. Epeyce bir karaladıktan sonra baktım ki “O şunu yaptı, bu bunu dedi, o ordan geldi” gibi cümlelerle “O tarlası”na dönüşmüş yazdıklarım, “benim harcıma göre değilmiş” diyerek vazgeçtim, ama okumayı hiç bırakmadım. Mamak’a daha çok İngilizce savaş kitapları geliyordu, onları hatmettim. O arada bir sene Fransızca, iki üç ay Rusça çalıştım. Fransızca’nın biraz mantığını kapabildim, Rusça’da da Kril harflerini sökmesini öğrendim. Tahliye olunca Boğaz’dan Sovyet gemileri geçtiğinde isimlerini anlayabilecektim yani! 1983 Eylül’ünde cezamız kesinleşince Çanakkale’ye sevk edildim.

Çanakkale hükümlü cezaeviydi ve imkânlar bakımından Mamak askeri cezaevinden hayli farklıydı tabii. Teorik kitaplar dahil olmak üzere neredeyse her türlü kitap vardı; yasaklı olanlar da kapakları değiştirilip formaları başka kitapların içine ciltlenerek getirtilebiliyordu. Onların iştahıyla bir süre geri plana çektiysem de İngilizce okumaktan vazgeçmedim. 1986’da örgütten ayrılınca, ki bu insanın içeride bile olsa gündelik hayatında önemli bir boşluk demektir, çeviri hevesim yeniden depreşti.

O sırada Deutscher’in Troçki üçlemesi Silahlı Peygamber, Silahsız Peygamber ve Kovulan Peygamber kitaplarını İngilizce orijinalinden daha yeni okuma fırsatım olmuştu ve üniversite yıllarında daha ziyade Stalin SSCB’siyle şekillenen bakışımı değiştirmeme büyük katkısı dokundu. Elimde de Lenin’in İngilizce olarak Emperyalist Ekonomizm kitabı vardı; ince bir kitaptı. Bir deneme daha yapsam diye düşündüm ve bir deftere hepsini çevirdim. Bu defa olabilecek gibiydi. Zaten gözüm daktilo getirtmekteydi. Daktilo yazmayı daha altı yaşında Selçuk’ta, özel idare müdürü olan babamdan öğrenmiştim, iki parmak çok hızlı yazardım ve başka bir koğuşta kalmakta olan TÖB-DER’li Öner abi (Yağcı) daktilo getirtmiş, roman yazıyordu, onu çok kıskanıyordum. “Ne kaybederim” diye düşünüp ben de Bornova’da oturan ailemden rica edip bir daktilo getirttim. Ablamın idareye teslim ettiği daktilo 23 gün incelemede kaldı, sonra içeri verdiler. Benim için başka bir hayat başlıyordu artık.

‘İLK ÇEVİRİM RUS DEVRİMİ TARİHÇİSİ EDWARD HALLETT’

İlk ne yazıldı o daktiloda, ya da ne çevrildi?

Daktilo talebinde bulunmuştum ama onunla ne yapacaktım? Şiiri mahpusa düşen herkes gibi denemeye kalkmış, becerememiştim. Roman bana bir düş ülkesi gibi geliyordu. Teorik yazı yazsan sabah akşam sürecek bir uğraş değildi. Çeviri arzumla denk düştü yani daktilo yazma isteğim. Hangisi hangisinin sebebi, daktilo yazmak için mi çeviriye başladım, çeviri yapmak için mi daktilo getirttim, valla hâlâ bilemiyorum desem yeridir.

Neyse, Lenin’in kitabından kendimce yüz akıyla çıkınca İngiltere’de yaşayan mülteci arkadaşlarıma mektup yazmıştım. Belge Yayınları’ndan çevirileri çıkmıştı çünkü ve onların sayesinde Ragıp Zarakolu’na ulaştım. Daha doğrusu, onlar ulaştılar, Ragıp Abi bana yazdı ve içeride eli kalem tutan kim varsa desteğini esirgemediği gibi bana da dost elini uzattı. Rus devrimi tarihçisi Edward Hallett Carr’ın Nationalism and After kitabını önerdi. Yine İngiltere’deki arkadaşlarım kitabı temin edip Çanakkale’ye yolladılar ve ben de nihayet kâğıtları şaryoya takıp daguduk duguduk çevirmeye başladım. İlk çevirimi, ki 80 sayfa kadar kısa bir kitaptır, 8 defa yeniden çevirip yazdım. Çevirimi Ragıp Abi’ye gönderdim. Cevabi ilk mektubunda, çevirimi beğenip yeni bir kitap yollayacağını bildirince dünyalar benim olmuştu. Çevirmenlik yolunda ilerleyebilirdim artık.

Bu şekilde 1991’in 31 Temmuz gecesi, Anayasa Mahkemesi kararıyla erken şartlı tahliye edilene kadar içeride 20 kitap çevirdim. Bunların çoğu Belge Yayınları’na oldu tabii. Ayrıca Koral ve Pencere Yayınları’ndan birer kitabım çıktı. Metis Yayınları’na Boris Kagarlitsky’nin Rus ve Sovyet entelijensiyasını anlatan Düşünen Sazlık kitabını çevirdim. Yeni kurulan Ataol Yayıncılık’ın ilk kitabının benim çevirdiğim Rosa Luxemburg biyografisi olmasından sevinç duymuştum. İçeride yaptığım birkaç kitabım da talihsizlikle karşılaştı. Gerard Chailand’ın Üçüncü Dünya’nın Ezilen Devrimleri kitabı Belge’den hiç çıkamadı; bir ara Ragıp Abi’nin geçirdiği gemi kazasında kaybolduğunu düşünmüştüm, ama sadece Belge’nin durumunun zora girmesinden dolayı basılamadığını öğrendim. Tahliye arifesinde yaptığım Rosa Luxemburg’un Ulusal Sorun’u yine Belge’de, ama 17 sene sonra yayınlandı. On ayımı verdiğim, tam üçüncü daktilosunu bitirmek üzereyken açlık grevinde mide kanaması geçirip zar zor dışarı yollayabildiğim Roderic H. Davison’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform kitabı 14 yayınevi dolaştı, bir editörünün öldüğünü, üç yayınevinin battığını gördü ve sonunda 10 sene sonra, İzmir’de batırdığımız kitabevinin iki karşılıksız çekine mahsuben verdiğim Papirüs Yayınevi’nden basıldı. Christa Wolf’un “Yazarlık Söyleşileri”, tek nüsha olarak teslim ettiğim Afa Yayınları’nın batması üzerine kayboldu gitti.

‘İZMİR KİTAPLIĞI’NDA BEŞ KİTAP BASTIM VE SONRA SAĞLAM BATTIK’

Tahliye olduktan sonra nasıl devam etti bu mücadeleniz?

1991’te tahliye olduğumda, çoğu arkadaşımdan daha avantajlı olarak, bir meslek sahibiydim. Nitekim çıktıktan hemen sonra Belge Yayınları’na gittim, Ragıp Abi’yle Ayşe Abla’ya (Nur Zarakolu) şahsen şükranlarımı sunmak benim için büyük bir mutluluktu. Haliyle çeviriye devam ettim. 1992’de dört yıllığına İzmir’e geri döndüğüm zaman da en çok Ayrıntı Yayınları’na çalıştım. Neredeyse her ay bir kitap attırıyordum. Ankara’da Vedat’ın Öteki Yayınevi’ne, İstanbul’da Sarmal’a, Kardelen’e kitaplar çevirdim. İzmir’de arkadaşlarımla iki yayınevi kurma girişimim oldu. Rıfat ve Akçura’yla Ege Yayıncılık’ı kurup üç kitap bastık. Perakende ve dağıtım ticareti de yaptığımız İzmir Kitaplığı’nda beş kitap bastım ve sonra sağlam battık. 1996’da Sistem Yayıncılık’ın daveti üzerine İstanbul’a döndüm ve üç buçuk yıl Sistem Yayıncılık’ı yönettim. 1999’da bir sene uzaktan, Ankara’daki Bilim ve Sanat Yayınevi’nin editörlüğünü yaptım. 2000’de Alfa Yayınları bünyesinde Everest Yayınları’nın kurucu editörü oldum ve 2003’te ayrılana kadar 200 kitap yayınladım. Nihayet 2003’te, şimdi aramızdan ayrılmış bulunan tiyatrocu dostum Recep Yener’le birlikte kurduğumuz Agora Kitaplığı’yla kendi yayınevime kavuştum. 2003’ten beri de hem yayınevinin editörlüğünü yapmaya, hem de çevirilere devam ediyorum. Şimdiye kadar 600’u aşkın kitap yayınladım Agora’da ve yan markası Aura’da. 2007’de Agora bünyesinde aylık kitap-siyaset-edebiyat dergisi olan Mesele Kitap Dergisi’ni çıkarıp yedi sene editörlüğünü üstlendim. 2003’te Gün Ağarmasa, sonraki yıllarda Ölüme Bakmak ve Ölülerimiz Bir Tutar Bizi adlarıyla üç roman, Gezi Ruhu: Bir İsyanın Halesi adıyla bir kısa kitap yazdım.

‘TARIK ALİ TEMBİHLEMİŞ: ÇEVİRİSİ İYİDİR AMA DUYDUĞUNU ANLAMIYOR’

Şimdi İngiltere’de yaşıyorsunuz, bildiğim kadarıyla?

tarik ali
2003'te Tarık Ali ile TÜYAP Fuarı'nın önünden...

Evet. 2017 Nisan ayından beri esas olarak kızımızın eğitimi için geldiğimiz İngiltere, Brighton’da yaşıyorum. Buradan hem yayınevini yönetiyor hem çeviriye devam ediyorum. İngilizce konuşma güçlüğüm burada da devam ediyor. Gün boyu evden çalıştığım ve zorunlu ihtiyaçlar dışında pek kimseyle konuşmadığım için öyle zorlayıcı bir etkisi de olmadığından bir arpa boyu ancak ilerleme kaydetmişimdir. Çok sıkışınca kızım Asyak ve sevgilim Eylem yardımıma koşuyorlar zaten.

Geçen Twitter’a yazdım. Everest’teyken Tarık Ali’nin romanlarını yayınlamıştım ve İstanbul’a davet ettiğimiz birkaç defasında kendisiyle iyi bir dostluğumuz olmuştu. O vesileyle ve yine Tarık Ali’nin editörlüğünde İngiltere’de yayınlanan New Left Review dergisinin yıllık seçkilerini hazırlıyorduk. Ofisimizin The Marmara’nın hemen arka sokağında olduğu senelerdi. Bir gün telefonum çaldı. Bir adam benim anlayabileceğim kadar tane tane bir İngilizce’yle kendisinin Taksim Meydanı’na geldiğini, ofisimizin nerede olduğunu soruyordu. Yakındaydı. Tarif ettim ve kendim de Kazancı Yokuşu’na çıktım, merak etmiştim. Gelen Perry Anderson’mış. Tabii onu ofise alırken hemen dergide ve yayınevinde birlikte işler yaptığımız Aykut’u (Tunç Kılıç) yardıma çağırmıştım. Meğer Tarık Ali gelirken tembihlemiş, “Çevirisi iyidir, ama ‘nice to meet you’dan fazlasını umma, duyduğunu anlamıyor” diye. Benimki o hesap.

İngiltere’deki bizdeki gibi yeminli tercümanlık müessesesi yok. Fakat statü teyit eden kurumlar var. Onlardan aldığınız sertifika, iş bulmanızda yeterlilik derecenizi gösteriyor ve size büyük avantaj sağlıyor. Burada internetten çeviri işleri aldığım, internet sitelerinden Batı Hint Adaları’ndan da Yeni Zelanda’dan az çok işler geldiği için bu titrin bir faydası olacağını düşündüm. Geldiğimden bir sene sonra, 2018’de bunlardan en itibarlısı sayılan CIOL’a (Certificated Institute of Linguists) üyelik başvurusunda bulundum ve başvuru mektubumda ‘konuşamadan çeviren’ kendi spesifik durumumu uzun uzun anlattım; o sırada 130 civarında çevirim vardı, bir Excel dosyasıyla yayınlandıkları yer ve seneye kadar tüm kitaplarımın bilgilerini gönderdim. Gelen cevap “durumunuz ilginç, ama pek kavrayamadık, biraz daha anlatsanız” mealinde oldu. Ben yine anlattım. Birkaç ay sonra, 2019 Ocak ayındaydı, yapılacak genel toplantılarında beni bir ‘exceptional case’ (istisnai vaka) olarak tartışacaklarını bildirdiler. Bekledim ve daha sonra gelen e-postada, kurul üyelerinin durumumu uzun uzun tartışıp üyeliğe kabul edilmeme karar verdiklerini bildirdiler. Şu anda Büyük Britanya’da altmış yaşında doğru düzgün konuşamayan bir CIOL üyesi, sertifikası teyitli bir çevirmenim yani.

‘SOSYALİZMLE TANIŞTIĞIMDAN BERİ TEORİ BENİM ALTINCI UZVUM’

Bunca çeviriden sonra aklınızda “şunu da çevirmeliyim” dediğiniz kitaplar var mı?

Şu kitabı demeyelim de, şu yazarı çevirmeyi arzu ederdim dediğim yazarlar var. Bunların başında, keşke İngilizce’den çevirme imkânı olsaydı da bir Milan Kundera romanı çevirme arzumu sayabilirim.

Aslında ben romana kendimce geç cüret ettim. Hep iyi bir roman okuru oldum, ama ilk 30 kitabıma gelene kadar hiç roman çevirmeye kalkışmadım. Bir tek Albert Camus’nün Amerika Günlükleri’ni yapmıştım. Teoriye yatkın bir dilim vardı benim ve ‘non-fiction’ kitaplarda kendimi acayip ‘evimde’ hissediyordum. Ta ki, Terry Eagleton’ın romanı Azizler ve Alimler tecrübeme kadar. O kitabı çevirmeye de aslında başka bir arkadaşım, Yaşar Çabuklu başlamış. ‘90’lı yılların ortalarıydı. Yaşar romandan 40 sayfa kadar çevirmiş ve işlerinin yoğunluğu sebebiyle durmuş. Yine İngiltere’den bir ortak arkadaşımız vesilesiyle tanıştığımızda bana Eagleton’ın romanından söz açtı ve devam edip etmek istemeyeceğimi sordu. Ben de mütereddit bir dille “Olur, denerim” dedim.

Eagleton’inki edebiyat ile siyasi tarihi ve felsefeyi harmanlayan, oyuncul bir romandı. Aslında benim açımdan non-fiction ile fiction arasında bir köprü oldu. Büyük bir keyifle, daha doğrusu, çevirmenlerin iyi anlayacağı bir ruh hali olarak ‘keşifler’le dolu bir deneyimdi. Bitirdikten sonra Ayrıntı Yayınları’na teklif ettim. Ayrıntı’nın o zamanki editörü Ömer Faruk’tu. Dil bilmemesine rağmen ‘editör süzgeci’ çok sıkı kişilerden birisidir Ömer Faruk. Kitabı kabul etti ve daha sonra önce editör Tuncay Birkan’ın, sonra Kapanda Üç Kaplan’ın çevirmeni Seniha Akar’ın elinden geçti. Yayınlandıktan sonra benim adıma ‘kült’ bir çeviriye dönüştü. O yıllarda Beyoğlu’nda ‘ortamlar’da “Osman, Azizler ve Alimler’in çevirmeni” türü cümleler kurulduğu oldu.

Yine de daha sonraki çevirilerimde romana fazla eğilmediğimi söylemeliyim. Tarık Ali’nin Palermo’da Bir Sultan’ını, başka bir iki romanı ve geçen sene Virginia Woolf’un üç romanı Kendine Ait Bir Oda, Mrs Dalloway ve Deniz Feneri’ni çevirdim. Agora’nın “Yazarlarla Konuşmalar” serisinde Gabriel Garcia Marquez, Paul Auster, Vladimir Nabokov ve Jorge Luis Borges’in söyleşi kitaplarını büyük bir keyifle çevirdim. Bunların dışında aklım hep siyasete ve teoriye çalışıyordu. On beş yaşımda sosyalizmle tanıştığımdan beri kitap/teori benim neredeyse altıncı uzvum oldu. Yıllar içerisinde Susan Sontag, Edward Said, Eric J. Hobsbawm, John Berger, Naomi Klein, Arundhati Roy, Noam Chomsky ve Tarık Ali gibi yazarların kitaplarını çevirdim. Ayrıntı’nın Michel Foucault dizisinde İngilizce söyleşilerinden iki kitapta imzam yer aldı. 2010’dan sonraysa Agora’da, Mehmet Eroğlu, Romain Gary ve Ariel Dorfman gibi yazarları yayınlamaktan büyük mutluluk duyarken, edebiyatta fazla başarılı olamayıp o alandan çekilince ve sinemada başarılı olunca, ağırlıklı olarak sinema yayınlayan bir yayınevine dönüştük. Şimdiye kadar 100’ün üzerinde sinema kitabı yayınladık, hâlâ da devam ediyoruz. Ve bu duruma üzülmedim. Sinema kitapları çevirmeyi sevdim. Yine arada üç-beş siyaset kitabı çıkarmadık değil. İlaveten, bazı temel tiyatro metinlerini, Konstantin Stanislavski’yle Bertolt Brecht’i yayınladık.

‘ASIL SORUN ALLAME DİYEBİLECEĞİMİZ YAZARLARI ÇEVİRMEK’

Çeviri yaptığınız insanların üslûbunu yansıtmak zor değil mi? Nasıl yakalıyorsunuz o üslûbu?

Dediğim gibi, ben daha çok non-fiction (edebiyat-dışı) kitaplar çeviriyorum. Ve artık otomatlaştım galiba. Bir kitaba başlarken ya da kitap içinde, cümle tek satır değilse cümleyi bile okumadan çevirmeye başlıyorum. Gözlerim cümlede neyin nereye yerleşeceğine o kadar alışmış ki, eğer sıra dışı bir durum varsa düzeltmeyi ya da ince ayarı cümleyi çevirirken kafamda yapıyor; yok çözemediğim, anlayamadığım bir yeri varsa, orayı window (pencere) kadar basit bir kelime bile olsa bold yaparak geçiyorum, hızımı kesmiyorum. Ne de olsa makaleleri saymazsak 150 civarında kitap çevirmişim, ortalama 200 sayfa olsa 30,000 sayfa eder. Buna bir 500 kadar da editör olarak elimden İngilizce kitap geçtiğini eklerseniz (ki editör/ redaktör olarak bir yabancı dil metinle uğraşmak her zaman daha zahmetli, daha uzun süren bir iştir; emin olun bir kitabı kendinizin sıfırdan çevirmesi başkasının çevirisiyle oynamaktan daha az zahmetlidir) 100,000 sayfa da onlarla uğraşmışım. O yüzden edebiyat-dışı bir cümle yapısının üslûbunu aktarmakta beni zorlayacak, alengirli, rastlanmadık bir durum yok.

Edebiyat- dışında asıl sorun, ‘allame’ diyebileceğimiz yazarları çevirmektedir. Hobsbawm, Said, Berger, vb. yazarların cümleleri düzgündür. Baktığınız zaman “aa ne kadar kolay akacak” diye düşünür, kolları sıvarsınız. Ama ne denli sert bir kayaya çarptığınızı daha sonra anlarsınız. Çünkü bu tür yazarlarda zorluk üslûptan ziyade, derinde saklanan (bir deyişle, derunî) ‘mana’dadır. O yazarın engin birikimi, dünyayı kavrayışı, disiplininin üstadı oluşu en sade cümlelerine bile yansır; size kafa yordurtan kısmı burasıdır. Tabii, edebiyatta üslûpla, edebiyat-dışında manayla boğuşmanız gereken bu kitaplarda bir de ‘süre’ etkeni vardır.

‘HER İŞ GİBİ ÇEVİRİ DE HAYATTAN DA GEÇİMDEN DE ÜSTTE DEĞİL’

Süreden kastınız ne?

‘Süre’den kastım şu. 90’ların ortalarında daha ziyade Ayrıntı’ya çeviri yaparken Ömer Faruk bahsetmişti, Kapanda Üç Kaplan’ın çevirmeni Seniha Hanım (Akar) her yıl bir yazardan bir kitap çevirirmiş. O yıl bir yazar seçer, o yazarın kitaplarıyla, diliyle haşır neşir olur, tek bir romanını tercüme edermiş. Bu bir rahatlık tabii, geçimini, kirasını çevireceği kitabın telifini tahsil etmeye bağlamış biz çevirmenler için belki de bir ‘güzel rüya’.

Aynı yıllarda ben İzmir Karşıyaka’da, Girne’de oturuyordum. Hâlâ daktilo zamanıydı. Gündüzleri masamda, geceleri komşular gürültüden şikayet etmesin diye kucağıma koyduğum bir minder üstünde kitabına göre günde 10-20 sayfa çevirerek ayda 1 Ayrıntı kitabı attırıyordum, ama yine de kiramı ödemekte zorlanıyordum. Bir defa da Hil Yayın’dan Edward Said’in Culture and Imperialism kitabını aldım; anam ağladı, 80 sayfa çevirebildim. Sonra yıldım, pes ettim ve kitabı iade ettim. Çok zordu, çok kafa patlatmak gerekiyordu, doğru, ama yine de bitirebilir miydim? Bitirebilirdim. Fakat üç ayda bitirebilirdim. Kiramı kim ödeyecekti? (Kitapta hâlâ bir ‘kutsiyet’ var sanki; insanın o koşullarda “yemişim çeviriyi, ne kadar para o kadar düzey/üslûp” diyesi geliyor, ama yine de işini sallamaya, cümleleri yuvarlamaya eli varmıyor.) Oysa kitap çevirmenliği de bir iştir ve her iş gibi çeviri de hayattan da geçimden de üstte değildir.

Yine o zamanlar, her ay 1 kitap çevirdiğim halde baskıların sarkmasından, gecikmesinden dolayı her ay 1 kitap parası tahsil edemediğimden işportaya başladım. Gündüzleri çeviri yapıyor, akşamüstü olunca Karşıyaka Bostanlı sahilinde, sahil henüz bakirken, Churchill’in Yeri denen balıkçı barınağının adıyla anılırken, yere bir perde serip, şimdi Gazete Duvar’ı kurmuş olan Vedat’ların İzmir Alsancak’taki Savaş Karşıtları Derneği’nde imal ettikleri süet deriden kadın çantası, sigaralık, nazarlık gibi eşyaları satıyor, eve gece 11-12’de dönüyordum (hemen hemen aynı eşyalarla yan yana tezgah açtığımız Serdar’a selam olsun!). Sene 1992-1993’tü. Derken, yayınevlerinden aldığım çevirmen kopyalarını rica ederek Kabile Kitabevi’yle takas etmeye başladım ve tezgaha takas ettiğim o kitapları da koyar oldum. Benim yıllar sonra yayınevi kurmaya kadar giden ‘kitap ticaretine atılmam’ böyle oldu. İşportacılık ruha işlemiş tabii, öyle bir işlemiş ki, şu yaşımda Brighton, Marina’da Pazar günleri kurulan ikinci el kitap pazarında 50 peniye, 1 pounda bulduğum bir iyi kitabı Abebooks’ta, Ebay’de 15-20 pounda, bazen 40-50 pounda sattığım zaman aldığım tatmini, bazen yayınevinde çıkardığımız bir kitabın ikinci baskısından duyduğum sevince eş tutuyorum desem yalan söylemiş olmam.

Genel olarak ifade edersem, yani çevirmenler açısından ortalama/iyi bir düzeyi peşinen kabul edip iyi olmayan örnekleri bir kenara ayırarak vurgulamak istersem, kitapta ‘sorumluluk’ yayınevinindir. Yayınevi sahibi ya da artık çoğunlukla editörü, bir çevirmende ya da eline gelen bir deneme çevirisinde, öncelikle aday kişinin röportaj değil, makale değil, “bir kitap çevirecek olma özgüveni ve yetkinliğine sahip olup olmadığı”nı sezmeye çalışmalıdır. Benim gözümde kitap çevirmenliğinin birinci ve en temel kıstası işte bu ‘özgüven’in ve ‘yetkinliğin’ varlığıdır. Her kitabın (uzun metrajlı bir film misali) bir matematiği ve akışı vardır; çevirmen, yine bir film yönetmeni gibi, bu bütünselliği göz önünde bulundurmalı, bölümlerin/sekansların ağırlığını korumasına itina göstermelidir.

eroğlu
 2008 Frankfurt Kitap Fuarı'nda Mehmet Eroğlu'yla

Sonuçta kitap çevirmeni dediğin emeğiyle geçinen bir insan. Ya mecburiyetten ya zevkten, ama Türkiye’de çeviri telifi (eğer baskılar yapmıyorsa) çok büyük çoğunlukla her gün makul bir çalışma saatiyle asgari geçim endeksini zar zor yakalar. Yayınevi (ve dolayısıyla okur) edebiyat çevirmeninden üslûp bekliyorsa, ondan ustalık istiyorsa, kıvraklık arıyorsa dingin kafayla çalışma koşulunu ve uygun zaman dilimini hazırlamak zorundadır. Fakat bu baremi tutturabilen yayınevi sayısı çok az bizde, kendimi dahil ederek söylüyorum bunu. Dolayısıyla, bugün üslûbu tutturulmuş, şahane çeviriler okuyorsanız daha ziyade çevirmenin fedakarlığı ve ferasetinden dolayıdır. Ya imkânları müsaittir, ya başka zevklerini feda ediyordur, ya da çeviriye müptela olmuştur, elinden bırakmak gelmiyordur, ya da günlük ve haftalık çalışma saati makulün çok üstündedir. Buna benzer etkenlerden dolayı elindeki kitabı hak ettiği değerine göre çevirmek için göz nuru döküyordur.

‘KOCA BİR YIĞINDAN DOĞRU/GEREKLİ OLANI SEÇMEK OKURA KALIYOR’

Peki, dünya edebiyatına, dünyada gündeme gelen yeni fikirlere, kavramlara, teorilere yetişebiliyor muyuz? Çevrilen kimi metinler için ‘suyun suyu’ denir. Çok yanlış anladığımız düşünürler, düşünceler var mı?

Sorunuzun ikinci yarısından başlayayım, ki ilk yarısıyla beraber düşünmek gerekir, önce şunu belirleyelim: Orijinal kitap da ‘su’dur, çeviri kitap da ‘su’dur. Sadece farklı musluklardan akarlar. Orijinal kitap da ‘eser’dir, çeviri kitap da başka bir ‘eser’dir. Bir kitabın ‘suyun suyu’, yani gerekli olan şeyin gereksiz uzantısı/fazlası olmasıysa başka bir durum. Bu da çok yanlış anlamalara değil de, yörüngesinden çıkan yorumlara dayalı kitaplarla fazla oyalanmanın sebep olduğu bir bulanıklığa yol açabilir, bu yönüyle haklı olabilirsiniz.

Şimdi ilk yarısı: Evet, kesinlikle, hatta ziyadesiyle yetişebiliyoruz dünyaya. Hatta ihtiyaç fazlası denebilecek ölçüde. Bakın, halihazırda Türkiye’de başka dillerden kitabı çevrilmemiş tek bir kavram, yaklaşım, akım, teori, tez, görüş, siyaset paradigması yoktur. Hepsinin hem ‘ana’ kitapları çevrilmiştir, hem ‘türev’ kitapları. Belki kıyıda köşede kalmış birkaç inci vardır, en fazla o kadar (Auerbach’ın Mimesis’i onlardan birisiydi). Benim gördüğüm, 1990’ların ilk yarısından itibaren Türkiye’de kitap sektöründe büyük bir patlama yaşanmaya başladı. Haliyle bu patlama etrafa köpükler de saçtı. İhtiyaç fazlası o ‘köpükler’dir işte. Bunu hem edebiyatta gördük, hem edebiyat dışında. O kadar ki aynı süreçte, bilhassa şiirde, yazanın sayısının okuyanın sayısını geçtiğine dair espriler de yapılır oldu. Sanırım size sorunuzu sorduran, bunun yarattığı bir ‘sonuç’tur, hadi daha iyimser bir ifadeyle bir ‘yanılsama’dır. Ama böyle bir olgu var.

Şimdi sorunun iki yarısına beraber cevap olsun: 1989, dünya tarihi açısından büyük bir dönüm noktasıdır. Sovyetler Birliği ve Sosyalist Blok, sosyalizmin en tahrif edilmiş, yozlaşmış halleriyle bile dünyaya bir ışık (saçmıyordu ama) sızdırıyordu. Sosyalizm açısından somut bir değerleri kalmamış olsa bile kapitalizmin bir alternatifinin bulunduğunun, kapitalizmin rakipsiz olmadığının vücuda bulmuş birer suretleriydiler. 1989’da Berlin Duvarı’yla beraber onlar da çökünce dünya karanlığa gömüldü; kapitalizm mutlak zaferini, ‘tarihin sonu’na gelindiğini ilan etti.

Tarık Ali o dönem için Batı üniversitelerinde tarih bölümlerinin kasten tasfiye edilmeye ya da bütçe kısıtlamalarına maruz kalmaya başlandığını söylemişti. Dünya kapitalizmi ‘küreselleşme dalgası’yla iki onyıl umut yayıyor görüntüsü sunabilse bile, son yıllarda gördüğümüz üzere evrensel bir ‘otoriter/totaliter’ sarmalına girmesi fazla zaman almadı. O zamana kadar dünyada siyasi düşüncede Marksizm-Leninizm’in büyük bir hegemonyası vardı ve bu hegemonyanın üstüne oturduğu, ‘kitleler’in, yani ‘kalabalık insanlar’ın harekete geçirilmesini esas alan ‘siyaset teorisi’, yerini adım adım akademik kategoriler olarak üniversite katlarında üretilen ‘sosyal bilimler’e, ‘sosyoloji’ye bıraktı.

Postmodernizm diye de adlandırılan bu yönelimle beraber Türkiye’deki yayıncılar, akademi ağırlıklı sosyal bilim kitaplarını yayınlamaya yöneldiler. Bu yöneliş yayıncılar arasındaki rekabetle de birleşince aynı disiplinin, aynı perspektifin farklı veçhelerini, farklı kavramlarını esas alan ‘türev’ kitaplar da yağmur gibi basılmaya başlandı. Tabii bunu kötü bir durum olarak söylemiyorum, kendimce bir saptama yapıyorum. Yayıncılığın bir ‘entelektüel sermaye’ olarak cazip bir hale gelmesini de besleyen bir eğilimdi bu. Belki pek iyi olmayan çevirilerden, belki birer makale olarak okunmasıyla bile özümsenme yeterliliğini sağlayacak kavramlara, yaklaşımlara dayalı kitapların çok çok basılmasından olsa gerek, işte sizde bu ‘suyun suyu’ izlenimi doğuran durum ortaya çıktı. Fakat bir kafa karışıklığına, bir üst üste yığılmadan kaynaklanan boğuntuya yol açtığı kesin. Koca bir yığından kendi ihtiyacı ve ayırabileceği zamana göre doğru/gerekli olanları ‘süzüp seçmek’ de okura kalıyor haliyle.

‘KÜRT DİYASPORASININ GÜN GÜN ZAYIFLAYAN EYLEMLERİNE TANIK OLMAK ENTERASAN’

Ülkeden uzakta olmak, olanı biteni uzaktan seyretmek, ha deyince gelememek, kimi özlemek kimi doğru karar verdiğini düşünmek… Uzakta olanlar neler yaşıyor, gözlemleriniz neler?

Biz aslında İstanbul’dan yılmıştık. İstiklal’deki bombanın patladığı yerden yarım saat farkla geçecektik, bir önceki akşam Alman Konsolosluğu’nun uyarısıyla kızımızın piyano dersini iptal etmiştik. Beleştepe bombasını oradan hiç yayan geçmediğimiz halde, Eylem’in bir kurs arkadaşının nikahına gittiğimiz için altı saat farkla ıskalamış olduk. Gözümüz Gümüşlük’teydi. Tam hazırlanırken yılbaşında Reina saldırısı oldu. Kızımız her sabah altıda kalkıp Kilyos kıyısından Feriköy’deki okuluna gidiyordu; o endişeli zamanları herkes hatırlar. Yani, 2017 Ocak’ta Gümüşlük’e kiralık ev bakmaya gidecekken birden kendimizi uçak biletini iptal etmiş, eski arkadaşlarımın bulunduğu Brighton’da sokakları arşınlarken bulduk. Nisan ayında da göçtük.

Burada ne oldu? Bir kere, belki kendi vehimlerime bağlı olarak sırtımdan ağırlığı hiç kalkmayan ‘kaygı’ buhar oldu uçtu. Brighton, Cambridge, Kuzey Londra… Buradaki insanları gördük; Türk, Alevi, Kürt topluluklarından insanlar tanıdık. İngilizlerin hayatını, başka ülkelerden göçmenlerin davranışlarını gözlemledik. İngiltere’nin bir ‘beyan ülkesi’ olması, ‘birey hakları’nın üstün tutulması, en yüz üstü bırakılmış haliyle bile herkese ücretsiz sağlık sisteminin ‘insan odaklı’ olması değişik deneyimlerdi.

Siyasi düzeydeyse, ‘diyaspora’lardan hayal kırıklığına uğradım. Ya da gözlemlediğim kadarıyla, bunca yıl birarada ve ‘ülke iktidarının baskısı’ndan azade kişilerin beklenebilecek bir düzey tutturamadıklarını gördüm. Ülke içindeki genel durumundan dolayı Türk solunun cılızlığı beni şaşırtmadı, doğal bir yansıma gibi geldi, ama sayı itibariyle en kalabalık ve ‘sıcak mücadele’yle en fazla teması olan Kürt diyasporasının eylemliliklerinin gün gün zayıflamasına tanık olmak enteresandı. Bir tek Kuzey Londra’daki Alevi Federasyonu’nun tempolu bir faaliyet gösterdiklerini gözlemledim.

Başka bir detay da, bir küme olarak 1980’li yıllarda gelen siyasi mülteciler, başka bir küme olarak o yılların öncesinde ve sonrasında gelen ekonomik mülteciler, yine başka bir küme olarak son yıllarda (çoğunlukla Ankara Anlaşması’yla) gelen hali vakti daha yerinde, meslek sahibi, orta sınıf ve üstü göçmenlerin arasında zihinsel bariyerlerin olması; önce gelen iki kesimin son gelenlere bakışlarındaki birtakım sıkıntılı yanlar. En sıkıntılısı da, insan ilişkilerinin ve temaslarının, Türkiyeli nüfusun (en çok iştigal ettiği işler catering ve market sektöründe olduğu için) “en yaygın ortak temasının esnaf zihniyeti”nde kilitlenmesi. Bunlar tabii kendi merceğimden bakışlar; doğruluğu yanlışlığı tartışma götürür.

Türkiye’yi ve İstanbul’u ise sosyal medyadan saat saat takip ediyorum elbette. Yayıncılık, çevirmenlik dışında siyaseten fazla bir şey yazmamaya gayret ediyorum. İlk geldiğimde de bunun ayırdındaydım, hatta çok mütevazı bir iki şey yazdığımda ‘hariçten gazel olacak’ diye söze başlarken birkaç tanıdığımın “evet, hariçten” diye tepki göstermesi karşısında elim daha da mütereddit oldu. Buradaki hayatıma bakıp orayı takip etmemek de elimden gelmiyor. Her şeyden önce, ülke içinde o kadar bedel ödeyen ve mücadele etmeyi sürdüren insan varken –meli, –malı’yla biten cümleler kurmanın uygun düşmeyeceğinin fazlasıyla bilincindeyim.

Fakat, az önce değindiğim gibi, yalnızca Türkiye’nin üzerinde değil, tüm dünyanın üzerinde kara bulutlar gezindiğini farz ettiğim için fazla umutlu olamıyorum. Düşünsenize, zaman zaman Batı’nın canı gönülden desteklediği ‘beyaz devrimler’i bile sırf kitle mobilizasyonu var diye imrenerek izlediğimiz zamanlar. Aslında dünyanın genel haline baktığımızda, 2013 Gezi’de doruğuna çıkan ivme ve Kürt hareketinin mücadelesi sebebiyle bizim ülkemizdeki siyasi canlılığın hâlâ ortalamanın çok üstünde olduğunu düşünmüşümdür.

Ne ki 2013 Gezi İsyanı ve 2015, 7 Haziran seçimleri aslında, 12 Eylül öncesindeki 1977 gibi birer doruk ve kırılma noktasıydı. Modern siyaset bir sınıflar mücadelesidir ve dengeler ‘güç’le değişir. Şimdi gücü elinde bulunduranların imkanları ve emelleri ile aşağıdan mobilizasyonun gücü ve perspektifi arasında ciddi bir uçurum var. Dileyelim ki benimki gibi kötümser bakışlar yanlış çıksın.